tarafından - Temmuz 12, 2019
705 görüntüleme

Karanlık Zamanlar Kayıp Uygarlıklar

Bu kitabın içeriği geçmişle alakalı. Tek bir geçmiş mi var, geçmiş sabit mi; hepsini biliyor muyuz? Bize göre geçmişin büyük bir kısmı kurgu, yani karanlık zamanlar, kayıp uygar­lıklar. Bir önceki yüzyıla kadar Truva’nın bile Atlantis gibi sadece efsane olduğu düşünülüyordu. 1868’de Alman Heinrich Schliemann tarafından yapılan kazılar sonucu Truva’nın gerçek olduğu anlaşıldı.

Mısır dili ve tarihi üzerine çalışmalar henüz iki yüz yıllık. Sümer tabletleri üzerine yapılan çalışmalar da bir yüz yıl öncesinden günümüze kadar ancak yoğunlaştı. Bunları söylü­yoruz çünkü tarihin derinliklerinin aydınlanmış olmamasın­dan dolayı, ‘bu kesin doğru diye kabul etmememiz lazım.

Tarih konusunda şunu bilmeliyiz;

Karanlık zamanlar, kayıp uygarlıklar var; bildiklerimiz veya bilmemize izin verilenler de çarpıtılmış olabilir…

Gelecek insanları korkutuyor, gelecekte kaos gözüküyor. Teknoloji hazmedemediğimiz oranda akıl almaz ilerliyor. Bir düzensizlik ve belirsizlik var… İnsan hem kendinden hem de doğal felaketlerden korkuyor. Belki de bu korkuların geçmiş­ten kaynaklanan bir nedeni var; geleceğe dair bazı şeylerin ne olacağının izleri var… Genetik hafızamızda uygarlıkları sona erdiren felaketlerin izleri var!

Orkun Uçar: Günümüzde ağırlıklı olarak şu iki olguyu yaşıyoruz: Bir defa inançların yükseldiği çatışmaların inanç doğrultusunda olduğu bir zamandayız. 21. yüzyılda hâlâ bir medeniyetler çatışmasından bahsediyoruz. Papa 16. Benediktus’un son derece keskin çizgilerle medeniyetleri birbi­rine kışkırtan beyanatları var. Diğer taraftan insanların hayal gücü çalınabiliyor. Oysa insanın hayal gücü en büyük ekono­mik materyallerden biri oldu.

Bütün bunlara baktığımız zaman, “geçmiş” bizim için; “şimdi”, “gelecek” ve “hayal gücü ülkesi” kadar bakir bir alan. Geçmişimizin temelini iyi anlamazsak geleceği doğru görmek mümkün değil.

Hakan Yılmaz Çebi: Ruhlar âleminden varlık âlemine ki biz bu âleme bizim boyutumuzda ‘dünya hayatı’ diyoruz; her nesnenin, varlığın bir kaderi var. Dünyanın da bir kader var. İçerisinde yaşayan varlıkları baz aldığınızda bulunduğumuz, içinde yaşadığımız sahanın kaderi bu. Mikro manada insanın bir kaderi varsa, bir çiçeğin, bir böceğin de bir kaderinden bahsedebiliyoruz. Bu durumu bugünkü çok çeşitli algılama metotlarıyla daha değişik kelimelerle karşılayanlar da var… Kimisi kaderle ilgili salt bir zamanda yaşananlar deyip sadece kader insana ve nesnelere verilen “müddet” diyebiliyor. Hatta daha da ileri gidip, dünya ve kaderiyle ilgili olarak sınırsız bir müddet de diyebilirler ama neticede her şeyin başlangıç nok­rası vardır. Anne karnında evvela gözle görülemeyecek kadar küçük olan döllenmiş yumurtanın nasıl nutfeye, sonra bir çiğ­nemlik et parçası denilen “alak”a çevrilmesi gibi, zamanla yapısındaki şifrelerin ortaya çıkıp -insan için bir benzetme ya­parsak- ete kemiğe dönüşmesi gibi bir hal var ortada.

Dünya’nın geleceğini araştırmaya, bir takım tarihi izler­den yola çıkarak manalar çıkarmaya çalışacaksak, bir defa ulaşabildiğimiz kadarıyla da olsa dünyayı ve geçmişini tahlil et­meye çalışmamız gerekiyor. Bunun için tabii ki bilimi, bilimsel verileri kullanmamız gerekiyor; ancak “entelektüel namus”, “bilimsel namus” dediğimiz kavramları maalesef birçok bilim adamında bulamadığımız için akademik bilginin dışında, ya­zılmayan veya yazılsa bile üniversitelerin kütüphanelerinde yer alamayan Halk Bilimi kaynaklarına başvuruyoruz.

Fransız Devriminden sonra yeryüzünde milliyetçilik akımlarının kışkırtılmasının ardından kurulan yeni devlet ve devletçiklere yine bu devletleri parçalayan zihinler şekil ver­meye çalıştı. Bir devletin temeli olan bilgi de bu zihinsel kur­gulardan payını aldı. Haliyle çok iyi bildiğiniz gibi ortaya çı­kan iki “izm” yani Komünizm ve Kapitalizm, insanın geçmişi­ni adeta inkar edercesine azılı bir yarışa girdi. Komünizm söz­de insanca eşit paylaşımı getirecekti, lakin ortaya insanın do­ğasında var olan dini yıkarak çıkınca, ortada ne insanlık ne de paylaşım kaldı. Kapitalizm ise her şeyi para olarak gördüğü için insan para ettiği sürece değerli bir varlıktı. Para etmiyorsa bir insanın geçmişini ve geleceğini kimse dikkate dahi almaz. Neticede bu boşluğu materyalist düşüncedeki insanlar dol­durdu. Ve bugün 18. yüzyıldan itibaren karmaşık yapılmış “insanlık tarihi” denilen bir bellekle yaşıyoruz.

21. yüzyılla birlikte, insanlık, bu yanlış temeller üzerinden kurgulanmış “Enformasyon Çağı”na girdi. Tüm yaşantımızı medya organları dediğimiz iletişim araçlarıyla şekillendiriyo­ruz. Bir de buna iletişim araçlarının maddenin ötesine geçecek kadar adeta tayy-i mekan yapacak özelliklerle donatılmasını da eklerlersek, insanın bu derece şekillendirme içersinde asli benliğini bulması adeta bir sanat çalışması gibi gözüküyor.

“Yeraltı kaynakları” belki de bu açlığı doyurmamıza ne­den olacak. Tabii bu yeraltı ilmiyle, yeraltı dünyasına dair kara ilişkileri veya maddi yeraltı kaynaklarını kastetmiyoruz. Maa­lesef üniversitelerin kütüphanelerinde yer bulamamış veya gizlenmiş hatta teker teker toplatılmış toplum belleğinden uzak tutulmuş kaynak eserlerden bahsediyoruz. Bir de buna hayatın içinde üniversitelerin vereceği akademik kariyerleri hiçe saymış, kendi kendini yetiştirmiş, üstelik gizli ilimleri de öğrenmiş bir takım kaynak kişileri de ekleyelim.

Dünyanın geleceğine dair bir takım varsayımlarda bulu­nabilmek için dünyanın geçmişini, özet bile olsa, genel anla­mıyla bilmek gerekiyor. En azından bilmeye çalışmak gerekiyor diye düşünüyoruz. Ancak bunu yapmadan evvel kriteri­mizin, en azından doğru bulduğumuz kriterin ne olduğunu değerli okuyucularımıza hatırlatmamız gerekiyor. Bu konuda insanlardan bilgi alırken diyorlar ki; “Bu koşuşturma, bu telaş içersinde haliyle yaşadığım dünyanın geleceğini de merak ediyorum. Hatta bu düşünceyle ilgili bir takım bilimkurgu ro­manları, hatta hikayeler, masallar da okuyorum. Bir de buna popüler fantezi roman veya sinema eserlerini de ekliyoruz. Ancak gelecek de geçmiş gibi o kadar çok boyutlu ve karışık gösteriliyor ki bize…”

Birçok düşünür, bilim adamı, edebiyatçı zaman zaman Dünya’nın kaderi üzerine düşünmüşler ve bu düşünceyle ilgili görüşler dile getirmişler. Bunların detaylarına ayrı ayrı girer­sek sadece “dünyanın geçmişi ve geleceğiyle ilgili kim ne dü­şünmüş” kitabı yazmamız gerekir. Bizim bu eserdeki görevi­miz, derleyicilik… Daha doğrusu, derlenenlerin bir analizi. Bu düşünürlerden bazıları dünyanın kaderini bildiğimiz kalp gra­fiği şeklinde düşünmüşler ve yorumlamışlar. Dünyanın kade­rinde olumlu ve olumsuz olaylarda tıpkı bir insanın hayatın­daki mutlu ve mutsuz, başarılı ve başarısız günler gibi bir iniyor bir çıkıyor veya bazen belli bir süre sabit gidiyor. İnmelerle çıkmalarla çizilen bir grafik çizgisi. Bizim kendimize göre daha yakın bulduğumuz düşünce ise, dünyanın kaderinin dairevi olduğu… Bunun içinde dünya belli bir dönem Altın Çağ’ını yaşadığında, insanlar huzurlu olduğunda daha adaletli düzen­ler oluşturduklarında, onun karşısına bir teğet çizdiğinizde o dönemde de benzer olayların yaşandığını görürsünüz diyerek konuyu açıklamaya çalışmışlar. “Tıpkı mevsimler gibi, dünya dönem dönem kış, yaz bahar ve sonbaharı yaşıyor; huzur ve saadet açısından da böyle kaderi dönemler geçiriyor” diyor­lar.

Bu genel plan sadece bir yorum. Bu düşünceyi yakın pla­na aldığımızda, dünya; gelir adaletinin olmadığı, depremlerin, tsunamilerin gün gün artış gösterdiği, sosyal çalkantıların pat­layacak bir volkan gibi hazırlık devresinden geçtiği bir dönemi yaşıyor… Buna dikkatimizi verirsek; bu, bize kışı haber veren bir sonbahar mevsimi gibi görünüyor. Öyleyse dünyanın ka­derini de dairevi olarak düşünürsek, geriye bir teğet çizmek gerekiyor.

Bu teğeti çizdiğimizde bir de bakıyoruz ki; karşımıza, bu teknolojiyi yaşamış, bu aşamaya gelmiş benzer kavimler veya uygarlıklar çıkıyor. Tabii ulaşabildiğimiz kaynaklar kadarıyla bunu söylüyoruz.

Bugün Armageddon dediğimiz bir dünya savaşından bahsediyoruz, öyle değil mi? Ve bu savaşta kullanılacak ışın silahlarından, zihin kontrol sistemlerinden, fizik ötesi varlıkla­rın bu savaşta kullanımını konuşuyoruz. Peki bunca düşünce bizi kime, kimlere getiriyor?

Tabii ki Titanomakia denilen, mitolojideki adıyla tanrı­ların veya Devlerin Savaşı’na, küresel bir savaşla yok olmuş MU ve Atlantis uygarlıklarına…

Orkun Uçar: Belki de birçok okuyucumuz olayı bu bakış açısıyla kavrayıp Atlantis ve Mu’yu daha dikkatli araştırıldı­ğında yıllardır mitoloji, efsane olarak görülen bu uygarlıklar­da ders alınması gereken sırlar ortaya çıkmış olacak…

Hakan Yılmaz Çebi: Bir meseleyi incelemeden önce bir çok eserde de geçen üst-ilim diyebileceğimiz kaynakları kulla­nırız. Bir dönem “Büyük Türkiye Stratejisi” eserini yazan Emekli Topçu Kurmay Albay Abdülvahit Erdoğan bile bu ese­rinin arkasına yerleştirdiği oldukça geniş fikri haritanın ön yüzünde, “Büyük Türkiye Davasının Diyalektiği, Felsefi Yapısı ve İdeolojik Unsurları”na yer verirken bu muazzam yapılan­manın başına Osmanlıca “Kevni Kainat” (Processuce de Cosmos) “Kainat’ın Kuruluşu Teorisi,’ni koyuyor. Ve ardından bu muazzam yapılanmayı üst ve alt yapı olarak ikiye ayırıyor. Bu üst yapıda Letafet, Numenler-idealar alemi gibi çeşitli adlar altında ilimlere yer vererek, büyük bir devletin ve düşünce sistematiğine dayalı toplumun bu ilimleri kavramasıyla ortaya çıkacağını ortaya koyuyor.

Kuran’dan bazı ayetlerle konuyu biraz daha açalım: Bu ayetlerde insanoğlundan önce bir takım akıllı varlıkların uy­garlık kurduğundan bahsediliyor. Üstelik bu uygarlıklar öyle sıradan, ilkel uygarlıklar değil. Son derece gelişmiş, fizik ötesi boyutlara varmış uygarlıklar bunlar. Bu ayetlerin birinde, bu uygarlıklara gönderme niteliğinde diyaloglar da var. Zira Kai­natın sahibi, yaratılanların en şereflisi olarak nitelediği insanı yaratacağını söylediğinde melekler kendisine, yeryüzünde fesat çıkaracak, ortalığı kan deryasına çevirecek, yeni bir varlık mı yaratacağını soruyorlar. Yüce yaratıcı da, “Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim,” diyor. Burada dikkatleri çekmesi gereken, meleklerin sorduğu soru. Melekler ne biliyorlardı ve ne görmüşlerdi de yaratılacak olan varlığın aynı çizgiden ge­çeceğini tahmin edebiliyorlardı?

Meleklerin niyeti Allah’a hesap sormak değil tabii ki! Bu­rada bir ironi var. Bir şeyler hatırlatılmak isteniyor. Kime? Al­lah’a mı? Hayır! Bu diyalogları okuyacak bizlere!.. Kuran’da böyle diyaloglar çok sık bulunur. Demek ki bu dünya denen mekanda bir şeyler yaşanmış, Allah’ın kurallarının dışına çı­kılmış, hatta isyan edilmiştir. Bundan dolayı da bir ceza mües­sesesi işlemiş ve “bu gelecek olan varlık da zamanla sana karşı gelecek, biz üzüleceğiz, sen de cezasını vereceksin!” diye bir anlam da çıkıyor ortaya.

13. yüzyılda yazılmış ve halen daha hürmetle okunan “Envar’ül Aşıkın” günümüz Türkçesiyle “Aşıkların Nuru-Işığı” adında bir eser var. Bu eser, sır âşığı iki kardeş tarafın­dan kaleme alınmış. Bu kardeşler Yazıcıoğlu Ahmet ve Yazıcıoğlu Muhammed Bican. Biliyorsunuz; “bican”, “cansız” demektir. Bu iki kardeş, ilim ve ibadetle o kadar uğraşmışlar ki; sırlar karşısında kendilerinden geçmiş, yememiş, içmemiş, adeta cansız bir hal almışlar. Halk da bunlara bu yüzden “Bican Kardeşler” demiş.

İşte bu iki kardeş yeryüzünde o zamana kadar öğrenmiş oldukları bütün ilimlerin sırrını özetleyerek bu kitaba aktar­mışlar. Hatta kitabın önsözünde de yer alan, “Biz bunca yıl ye­meden içmeden kesilerek bu ilimleri ve bu ilimlerdeki gizli manaları öğrenmeye çalıştık. İstedik ki bizden sonra gelenler bizler kadar bu sıkıntıları çekmesinler. O yüzden kardeşimin daha önce yazdığı ‘Arapça Muhammediye’ isimli eserle benim yazdığım ‘Âşıkname isimli eseri bu eserde birleştirerek gizli ilimlerin anahtarını, bu ilimleri ko­valayan ilim adamlarına teslim ettik,” cümleleriyle de niyetlerini ortaya koymuşlar.

Bu eser, sadece yukarıda geçen diyalogu bu şekilde irde­leyen, anlamamızı sağlayan eser olmanın yanında; son yıllarda medyum adı altında insanları dolandıranlardan çok sık duy­duğumuz “cin” fenomenine de açıklık getiriyor ve Kuran’da geçen, insandan önce yeryüzünde medeniyetler kuran Cinni Uygarlıklardan bahsediyor. Bugün “iyi insan” olarak yaşa­mak isteyen herkesin, ismini duyduğunda ürperen o çok meş­hur varlığın da bu uygarlıktan insanlık âlemine miras kaldığı­nı deşifre ediyorlar.

Diyeceksiniz ki; “Kimmiş bu Cinni Uygarlıklardan miras kalmış, üstelik insandan önce yeryüzü tarihini de pek iyi bilen zat?” Biz de diyoruz ki; “İblis”:, “Satan”, “Şeytan-ı Lani”, “Lucifer”… ve dünyada hangi dilde nasıl kullanılıyorsa kulla­nılsın: “Şeytan”.

Ancak burada özel bir bilgi var. Yine muharref olmamış ilahi kaynaklara dayandırılarak izah ediliyor. Deniyor ki, Şeytan o zaman o isimde değil, bu birbirine giren cinni uygarlıklar içinde onları uyaran büyük bilge bir varlıktı. Ancak sözünü geçiremedi, nasihatlerini dinletemedi. Şeytan olmadan önce bu meleğin adı, Haris olarak da bilinir. Haris’in Şeytan olma olayı insanın yaratılmasıyla başlıyor. O bildik ilahi kıssada, “Ben ateşten yaratıldım, ona secde etmem,” deniliyor ya; oysa bura­da insana secde etmeyecekti. Yaratanın eserine, haliyle yine Yaratan’a secde edecekti. Kibir aklı alınca, ortaya Şeytan çıktı.

Dünyanın kaderine tesir eden bunca donanımlı bir varlı­ğın insan zekası üzerindeki tesirlerini görüyoruz. Daha önceki uygarlıkları, yıkılışlarını, yıkılış sebeplerini bildiği için müthiş bir bilgi bankasına sahip ve bunu kendine yakın insanlara aktarabiliyor. Bunu trans halindeki bir takım Kabalacıların dün­yaya nasıl şekil verdiklerinde daha iyi anlayabileceğiz… Yani transa kiminle giriyorlar, bu akış, bu akıl almaz bilgi nereden geliyor? Daha derin manasıyla bir metafizik istihbaratın gücü ve kaynağını anlamak gerekiyor…

Konuyu görünen aleme çekerek devam edelim. Yeryü­zünden bu “cini” uygarlıklar kaldırıldı. Peki yerlerine gelen “insi” uygarlıklar pek mi rahat durdu? Onlar da yeryüzünün ilk meskunları gibi zaman zaman gemiyi azıya aldılar ve adlan ancak mitolojilerde, efsanelerde anılır hale geldiler.

Mısırlı rahiplerin Yunanlılara şöyle bir ifadeleri var: “Siz, Yunanlılar, çocuksunuz; geçmişi hatırlamıyorsunuz. Çünkü siz, Atlantislerin torunları ile önemli bir savaş yaptınız…” Hatta bunun bir hikayesi de şöyle anlatılır:

Atinalı devlet adamı ve şair Solon Mısır’a gider. Nil delta­sında bulunan Sais (Said) kentinin rahipleriyle konuşur. Bu rahiplerden biri ona şöyle der:

“Ey Solon, siz Helenler hep çocuk kalırsınız, yaşlanmış bir tek Helen yoktur.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Ruhunuz hep genç hepinizin. Eski bir geleneğe dayanan ne bir görüşünüz var ne de kocalmış/ermiş bir bilginiz.”

Bu sözün doğruluğu en iyi bir şekilde mitoslarda görülür. Bu amaçla Atinalılar 9 bin yıl öncesine kadar uzanan bir tarih yazma hevesine girişirler.

Aşağı yukarı buna benzer bir olay Tarihçi Heredot’un ba­şına gelmiş. Bunu, Mısırlı rahipler, 17 bin yıldan beri tuttukları arşivlerden aktarmışlar. O zamanki Yunan medenivetinin Atlantislilerin “Teb” adını verdikleri idari ve dini merkezlerin bekası olduğuna inandıkları için bu uyarıyı yapıyorlardı. Mı­sırlı rahipler, bu sözlerle geçmişini unutarak yaşayan bir mille­tin ileri gelenlerini uyarıyorlardı. Yoldan çıkan kavimlerin ne olduğunu daha o dönemlerde onların bakiyesi olarak gördük­leri insanlara anlatıyorlardı.

Mısır’ın da Atlantis’in bir kolonisi olduğu, Tufan sonrası kurtulan bir kısım kavimlerin buraya gelip medeniyeti yeni baştan inşa ettikleri bildirilir. Atlantis’in bir efsane değil de bir gerçek olduğuna inananlar; bu kıtanın 10 bin yıl önce meyda­na gelen doğal bir afet, dünyamıza çarpan büyük bir göktaşı veya tufan sonucu yeryüzünden yok olduğunu savunuyorlar. Nitekim dünyamızın iklim koşullarının değişmesine de neden olabilecek böyle bir felaketin gerçekten meydana geldiğini ka­bul edersek; yeryüzünde tüm ulusların ortak bir “Tufan Efsanesine sahip olmalarının da nedenini açıklayabiliriz?

Atlantis, Batı’da Herakles Sütunları (Cebelitarık) yoluyla Akdeniz’den Okenaos’a çıkılan yerde karşılaşılan büyük ada ve çevresindeki takım adalara verilen bölgenin adıymış. Korkunç depremler sonucunda suların altına gömülen bu ada, bugünkü Avrupa kıtası kadar büyükmüş.

Ayrıca bu uygarlıkla ilgili bir de Atlantis Birliği’nden bah­sedilir. Atlantis; bitkileri, hayvanları ve özellikle madenleriyle çok zengin bir ülkeymiş; altın, bakır, demir ve “Oreikhalkos” yani dağ bakın denen ateş gibi parlak madenler varmış. Yine bu uygarlıkla ilgili olarak bugünkü modern savaş gemilerinde yer alan nükleer başlıkla donatılmış kıtalararası “Poseidon” füzesi gibi, bu füzeye yeri titreten/sarsan anlamında “Enosigaios” adlı füzeye sahip oldukları şeklinde rivayetler vardır. Bunların hepsi mitolojilere Tanrısal özellikler olarak girmiş. Bu uygarlıkla ilgili yapılan açıklamalarda Arap ka­şif/coğrafyacı İbn-i Batuta bile, “Uçan arabalar, yüzen kentler ve havadan gelen yok edici ateşler üretebilecek düzeyde bir uygarlıktı” açıklamalarında bulunmuş. Diğer taraftan Platon “Kriton” ve “Timaos” isimli eserlerinde bir kentin planını tarif etmektedir: “…toprak bir duvarla çevrilmişti. Bunun ardında su dolu bir hendek vardı. Bir su kanalı kenti enine kesiyordu. Dikine kesen ikinci bir kanal ise iki havuzu kat ederek limana ulaşıyordu. İşte bu kent planının adı Atlantis’ti.”

Orkun Uçar: Bir de “Mu” Uygarlığı vardı. Her ikisi de aynı dönemin üstün uygarlıklarıydı. Atlantis, ateşi temsil ederken; Mu, suyu temsil edermiş.

Atlantis’le ilgili olarak Atlantik Okyanusu’nda, Amerika ile Avrupa arasında olduğu düşünülür ki, nitekim denizin dibinde insan yapımı duvar izleri bulunduğu söylenir. Ünlü ka­hin Edgar Cayce de “Atlantis’in bir parçası yeryüzüne çıka­cak” dediği zaman depremlerle Karayip’de bir ada çıkmıştı ortaya. Mu’da Pasifik Okyanusu’nda yer alıyormuş.

Yani o zamanın ABD ve Sovyetler Birliği gibi süper güçler arası rekabet…

Mu’nun da aynı Atlantis gibi battığı söyleniyor. Mu uy­garlığının bir kısmı, Aryan dediğimiz uygarlığın kökeni oldu­ğu; bir kısmının Güney Amerika’ya, bir kısmının Orta Asya’ya doğru kaydığı, Atlantis’ten sağ kalanların da Mısır ve diğer yer terde kültürlerini paylaştıkları belirtiliyor.

Atlantis ve Mu’dan kalanlar günümüze gizemini de taşı­yor. Masonların meşhur sırlarının bir kısmının, Hz. İdris vasıtasıyla Mısıra gelen gizli bilimler, inanışlar olduğu sanılıyor.

Atlantis ve Mu gibi yakın çağı da çok detaylı ve doğru bi­lemiyoruz. Türkiye’nin yakın tarihi bile sırlar ve gizlenenlerle doludur.

Atlantis’in bir anlamda Kuran’da cezalandırılan, çok büyüklendiği ifade edilen Ad kavmiyle bazı benzerlikleri var. Kuran’da ve dinler tarihi kitaplarında da geçen Ad kavmi bir takım üstün donanıma sahip oldular ve büyüklendiler. Kendi­lerini başkalarından üstün gördüler hatta kendilerine Tanrısal­lık addettiler. Atlantis’le ilgili anlatılanlarda bu kayıp uygarlı­ğın teknolojik olarak bazı ilerlemelere sahip olsa bile yönetim ve içişleri alanında mükemmel bir yapıya ulaşamadığı anlatılı­yor, büyücü krallardan bahsediliyor. Bu büyücü krallar çevresine zarar verip diğer insanları köleleştirebiliyor. Bunun ya­nında Mu kıtasında gerçekleşen hadiselere bakıldığında, bazı uçan gemilerle savaşlardan bahsediliyor. Atlantis’in zihin kontrol silahları karşısında Mu’nun ışın silahlarıyla yaptığı tahrifattan söz ediliyor. Neticede bunca tahribatın insanlığın birbirini yok edercesine kapışmasının ardından Nuh Tufanı’na mı geliyoruz?

Kurgusal olarak Nuh Tufanı’yla Atlantis ve Mu’yu birleş­tiriyoruz. Şu anlamda bir kere dünya üzerinde en azından birbirine yakın tufan hadisesinin anlatıldığı yazılı ve sözlü kay­naklar var. Yakın tarihlerde bildiğimiz kadarıyla bir tufan ol­muş, bunun şu kanıtı gösterebiliriz ki; birbirinden uzak ve bambaşka bir çok kültürlerde tufan efsanesinden söz edilir. Dünya üzerinde bir tufan, yeryüzünü karanlığa boğan felaket­le ilgili bir efsane var. Hatta Gılgamış Destanı da Nuh Tufa­nı’yla büyük benzerlikler gösterir. Amerika Kızılderililerinde de bir tufan efsanesi vardır.

Atlantis ve Mu bizim bildiğimiz anlamda bir teknoloji ya­ratmışlar mıydı?.. Yaratmışlarsa bunu gösteren günümüze ka­dar ulaşabilmiş kanıtlar var mı? Varsa kanıtlar nerede?

Hakan Yılmaz Çebi: Kimyagerlerin de belirttiği gibi, her maddenin bir ölümü var. Yani o ‘kaya gibi adam’ lafı bile ye­terli değil. Ya da ‘demir gibi sağlam’ sözünün de her zaman geçerli olmadığı artık biliniyor. Demir, ancak biri yıl kadar uzun bir süre sonunda toz hale geliyor. Demir, doğada filizler halinde bulunuyor. Çıkarıldıktan sonra işlenerek bugünkü inşaat demiri dediğimiz hale getiriliyor. Bunun dışında bilim­sel dergilerde demir filizlerinin de tıpkı buğday gibi dünya şartlarında oluşamayacağı şeklinde açıklamalar vardır. Cen­netten indiği şeklinde yorumlar bile getiriliyor.

Niye demiri örnek verdik? Çünkü, bir medeniyetin kalın­tılarında taş, çimento, su kadar demir de çok önemli. Bir binayı ayakta tutmanın olmazsa olmazı demir… O yüzden demirin özelliğinin bilinmesi gerekir ki aradığımız medeniyetlerin izlerini bulabileceğimizi ümit edelim. Diğer taraftan tarihi çalış­malar sırasında en kalıcı şeyin taş olması da başka bir gerçek. Buradan şunu anlayabiliriz: Niçin bir çok tarihi yapı ve yüzyıl­lar ötesine bırakılan çalışmalar taştan yapılmaktadır? Ne altın, ne bronz ne de demir taş kadar dayanamıyor zamana.

Bu durumu bir de ilmi çalışmalarla destekleyecek olursak, Massachussets Teknoloji Enstitüsü’nde bir grup bilim adamı, bundan on bin yıl önce günümüzdekine benzer bir uygarlık olsaydı günümüze ulaşıp ulaşamayacağı tezinden hareketle bir dizi deneyler yaptılar. Yaptıkları deneyde önce hızlandı­rılmış bir zaman odası ortamı hazırladılar. Daha sonra bu oda­ya bazı nesneler, bir piramit taşı, bir de metal parça koydular. Neticede günümüze “hızlandırılmış zaman odasında” bulu­nan nesneden sadece piramit taşı kalmış. Bu da şunu göster­miştir ki; günümüze teknolojik olarak herhangi bir metalik eşyanın kalmaması ne kadar doğal bir sonuçsa, taştan yapıla­rın da ayakta kalması bilimsel bir gerçektir. Tıpkı piramitler gibi.

Atlantis uygarlığına ait taştan yapılan şehir kalıntılarının olduğuna dair maddeler su yüzüne çıkmaya başlıyor. Hatta bir dönem dünya gündemini altüst eden bir manyetik alan “Bermuda Şeytan Üçgeni” fenomeni vardı. Yakın tarihe imza­sını vurmuş bir İslam âlimi, “Bermuda Şeytan Üçgeni”nin Atlantis uygarlığının üzerine kurulmuş şeytani güçlerin toplan­dığı bir merkez olduğundan bahsetmişti. Hatta bu durum ilahi kitaplarda “Şeytanın tahtı denizdedir” şeklindeki cümlelerle de anlatılır. Diğer taraftan Atlantis ve Mu uygarlıkları üzerine yazılmış bir takım Sahabe eserlerinden bahsedilir. Ne hikmet­se, bu eserler bir türlü gün yüzüne çıkarılmaz. Hatta gelecekle ilgili sırlarla ilgili olarak da Ebu Hureyre hazretleri ilmi kurutmamak için bir takım kişilere aktardığını söyler. Bu konu da Hz. Ali’nin de Kaside-i Celceletuye ve Kaside-i Ercüze adında bir eseri vardır.

Yeraltı ilmi dediğimiz kaynakları nasıl kullanacağını bilen ve bu bilgiye sahip olan bir takım kimseler, bu bilgiyi hep toplumdışına itilmekten korkarak ortaya çıkaramadılar. Tüm bu gizlenmelere rağmen yeraltı ilmi yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Kim ne biliyorsa ortaya döküyor son zamanlarda. An­cak bu bilgiyi ehli dimağlarla ayıklamak gerekiyor. Kimileri bu bilgiye “ledun ilmi” derken, kimileri “ezoterik”, “okültizm”, “esrarname”, “ihbarat-ı gaybiye” gibi isimler veriyor. Geçmi­şin izlerini bilebilen, yeraltı ilmini kulaktan kulağa taşımış in­sanları gördükçe daha da çok şaşırıyoruz. Bu insanların anlat­tıklarını derlediğimizde üstü kapalı birçok gerçeği çözebiliyo­ruz. Bir üniversitede kürsü alabilecek kadar donanımlı bu insanlar, dışarıdan baktığınızda o kadar iddiasız bir hayat yaşı­yorlar ki! Oysa kendi dar dairelerinde konuştukları bilgiler dünyayı adeta yerinden oynatacak kadar değerli.

Mesela Tibet’te zamanında önemli bir Lama olan Lobsang Rampa, “Üçüncü Göz” isimli kitabında Lhasa isimli bir şehir­den bahseder. Onun verdiği bilgilere göre bu şehirdeki bir ta­kım mağaralarda dünyanın gizli elli bin yıllık tarihini görmüş­tür Yine bu mağaralarda binlerce yıl evveline ait dev gibi iri insanların ölülerine rastlamıştır. Lama olacağı için kendisine bu sırlar gösterilmiştir. Hatta daha da ileri giderek yer kabuğunun altında bir yeraltı uygarlığından bahseder.

Şimdi bu tarz bilgiler de artık biliniyor. Üstelik bunlar ya­zılı ve bestseller dediğimiz kitaplarda yer alan bilgiler. Ancak burada dikkat etmemiz gereken bir husus var. Biz her gizemli bilgiye ulaşalım derken birçok hakikatin mitolojik, efsanevi, masalımsı özelliklere taşındığı gibi gerçeklikten uzaklaşmasına izin vermemeliyiz. Dünyanın bir gizli tarihi var; tamam. Bu dünyanın gizli tarihini kimler biliyor?

Orkun Uçar: Rasyonalist bakış açısıyla oluşturulmuş bili­nebilen uygarlık tarihimiz bugünkü tarihten geçmişe doğru bakılsa, yedi bin ile on beş bin yıllık bir tarih. Aslında bu çok kısa bir süre ve üstelik çarpıtılmış.

Teknoloji, etten kemikten oluşan insanı değiştirecek sevi­yeye geldi. Silahlar tüm yaşamı sona erdirecek güçte. Nüfus hızla artıyor, kaynaklar yetersiz ve dengesiz dağılıyor… Belki de “daha önceki uygarlıklar nasıl sona erdi” diye düşünüp, hepimizi ilgilendiren olası bir kötü gelecek için önlem alabil­mek adına düşünmeli ve araştırmalıyız.

Atlantis ve Mu’nun yıkımına neden olan şeyler, yalan bir gelecekte bizim başımıza gelecek olan olaylarla ilgili mesajlar içeriyor olabilir, ki bizim için öyle. Bilinen tarih yorumlarını da alternatif bakış açılarıyla değerlendirmeliyiz. Örneğin; Yunan mitolojisinde Hermes’in seyahatlerinden bahsederken uçağı tarif ediyor, Ikarus’un kanatlı bir arabasıyla güneşe yükseldi­ğinden bahsediliyor olabilir.

Bir Hint efsanesinde pilotun talimatnamesi var; aynca zi­hin kontrolünden ve nükleer bir savaştan da bahsediliyor.

Keops piramidinin ortasından itibaren geçen çizginin Do­ğu ve Batı anlamında Atlantis ve Mu’nun sınırı olduğu söyleniyor…

Hakan Yılmaz Çebi: Bu bilginin yanında; Keops Piramidi, yalnız karaları ve denizleri iki eşit parçaya ayırmakla kalmaz, aynı zamanda dünyanın ağırlık merkezinin tam ortasındadır da. Piramitte dünyanın ağırlığını gösteren hesaplar da bulunuyor. Diğer taraftan kurulduğu saha, sanki dev makine­lerle düzenlenmiş gibi. Bir de dikkati çeken en büyük özelliği, Keops Piramidinin bir kapısının güneye bakmasıdır. Şimdi “ne var bunda” denilebilir. Bu kapının girişi, Orion Yıldızı ku­şağındaki yıldızlara doğru yöneliktir.

Yunan mitolojisinde Orion şöyle anlatılır:

Orion’un kör olmasının ardından bir süre karanlıklar içindeyken ansızın Güneş’e bakmasıyla gözleri yeniden açılır, işte bu şekilde mitolojide anlatılan Orion aslında bulutumsu bir Nebula’dır.

Birçok rivayette piramitleri; gelecek nesillere işaretler, dersler olması sebebiyle Hz. İdris’in yaptırdığı ifade edilir. Hz. İdris mitolojilerde Hermes, Usuris olarak geçen şahıs olarak nitelendiriliyor. Burada Orion yıldızını yarım bırakmadan Kuran’da geçen,

“Onlara gökten bir kapı açsak da o kapıdan çıksalar bile gene inanmazlar, Bunu görseler de derler ki gözlerimiz bağlan­mıştı ve biz büyülenmiş bir kavmiz...” (Hicir Suresi 14/15).

Kuran’da Hz. İdris’in göklere çekildiği, hayatın başka bir boyutuna geçtiği ifade ediliyor. Bir takım araştırmacılar bu kapının Orion Nebulası olduğunu ifade ediyorlar. Yani pira­mitlerin mimarının gittiği veya çekildiği yer. Ayrıca dünyanın APEX denilen bir kara deliğe doğru aktığı söyleniyor ki bu­nun hızı da saniyede 19 kilometre olarak belirtiliyor.

Bu 19 rakamının üstünde bir dönem hem iyi niyetli hem de kötü niyetli olarak çok duruldu. Konu eğer ilmi boyutta kontrol edilebilirse hakikaten bu 19 rakamı pek önemli. Eski uygarlıklarda da bu rakamın gizemini görüyoruz. Ancak bu konumuzu çok uzatacağından Abdullah bin Mesut’tan rivayet edilen bir hadisle konuyu kapatalım:

“Kim Allah’ın kendisini cehennemin 19 zebanisinden kurtar­masını dilerse Besmele’yi okusun ki Allah onun her harfini zebanile­rin her birisine karşı birer kalkan yapsın.”

Nitekim besmele de birçok sırrın yanında her bir harfi adeta bir cehennem zebanisine karşılık gelecek şekilde 19 harf­tir. Burada asıl söylemek istediğimiz mitoloji, efsane namıyla derlediğimiz birçok bilginin ilahi/külli akıl kaynaklı olması. Asıl işin sırrı da burada zaten.

Bunun yanında Müddessir suresinin 30. ayetinde

“Onun üzerinde on dokuz vardır”

buyurulmaktadır. Keops Piramidi’nin güney kapısı nasıl Orion bulutumsu Nebula’yı gösteriyorsa, Nemrut Dağı’ndaki 19 yıldızlı aslan da güneşin en yakın yıldızına (Herkül takım yıldızına) saniyede 19 kilometre hızla yol aldığını göstermiş olamaz mı? diye bir soru çıkıyor karşımıza…

Dikkat ederseniz, Atlantis ve Mu’dan yavaş yavaş çıkıp günümüzden sinyallerle yolumuza devam ediyoruz. Bir de adeta son anda sıçrayarak kurulmuş medeniyetlerden örnekler getirmeye çalışıyoruz. Ancak Mu ve Atlantis’ten çıkabilmek için evvela Tufan Olayı’nı biraz daha açmamız gerekiyor.

Az evvel ifade ettiğimiz gibi, yüzlerce tufan efsanesinden ve ilahi kitaplardan edindiğimiz bilgiyle, Tufan’ın yaşandığı gerçeğini kabul ediyoruz. Asya’da 13, Avrupa’da 4, Afrika’da 5, Avustralya ve Güney Denizi adalarında 9, Amerika (Kuzey- Güney ve Orta Amerika’da) 37 adet tufan efsanesi derlenmiş.

Ayrıca Sümerler Büyük Tufan tarihi gerçeğinden yola çı­kıp en ufak bir şüpheye dahi yer vermeden krallarının liste­sinde Mezopotamya hakimlerini; “Tufandan önceki ve tufan­dan sonraki krallar” diye ikiye ayırmaktadırlar. Bunların “va­kayı name” denilen eserlerinde daima,

“Ve sonra büyük tufan oldu ve tufandan sonra gökten tekrar krallar indi,”

şeklinde açık­lamalar vardır. Bu bizlere; dünya tarihini aslında;

Tufandan önce

Tufandan sonra

diye ikiye ayrılabileceğimiz fikrini veriyor.

Asurluların başşehri Ninova harabelerinde 1850 yılında amatör bir İngiliz arkeologu Sir Henry Layard, bozulmamış binlerce kil tableti bulmaya muvaffak oldu. Tabletler Londra’daki British Museum’a gönderildi. Hayatını bu işe adayan bilim adamları, günümüze kadar gelebilen bu garip kama şek­linde, kile basılmış çivi yazılarının şifrelerini çözmeye başladı. Bunlardan George Smith bir gece tam o gün temizlenmiş olan bir tablet parçasını eline aldı ve gittikçe artan bir şaşkınlık içinde Asuri dilinde su baskınının bir haberini okumaya başla­dı. Smith’in okuduğu parça Gılgamış Destanı’nda anlatılan tufanın Babilce tercümesi idi. Tercüme de Uta-Nahistim (Nuh) adında bir kişiden söz ediliyor ve bu cihanşumul tufandan kurtulanların olduğu anlatılıyordu. Nuh’un kıssası ile burada anlatılanların benzerliği hayret vericiydi, tesadüf olmasına ise hiç ihtimal yoktu.

Fakat Tufan’dan kurtulmayla ilgili çalışmalara geldiği­mizde haliyle Hz. Nuh’un gemisiyle ilgili rivayetleri de ele almamız gerekiyor. Bir yandan Mu ve Atlantis yeryüzündeki bildiğimiz insanlık adına en modern, en teknolojik uygarlıklar olarak (her ne kadar kötüye kullansalar da) düşünülse de Nuh’un gemisi bu uygarlığın gölgesinde kalmamalıdır elbet. Bizler bir uygarlık yok olduğunda o uygarlığı hep daha sonra kurulan daha ilkel uygarlıklardan tanıyoruz. Bunlarda kısır, devrik ifadelerin yer aldığı efsane ve mitolojik edebi eserler. Yani o dönemin kapasitesindeki, tabiri hoş görün, zihinsel ayarı düşürülmüş insanların yorumlarıyla geçmişi tanımaya çalışıyoruz. Tıpkı Afrika’daki yerli bir kabilenin dünyayı tarif etmesi gibi, kendi dar zaviyesinden değerlendirilen birçok olay var ortada. Hz. Nuh’un gemisi de bu kategori de bizce.

Nuh’a inanan birkaç insanın yanında bütün hayvanların içine dolduğu geminin, bilinenin aksine, iki-üç katlı ve ahşap­tan olmadığına dair bazı araştırma sonuçları var. Bu yorum­larda, bu geminin atom reaktörüyle çalıştığından söz edilir. Hz. Nuh ki bu medeniyetin bir rehberiydi, gemisi de o döne­min teknolojisine uygun olmalıydı. Sadece gemi mi? Gemi en azından bir Kıbrıs adası kadar olmalıydı ki çifter çifter onca hayvan gemiye sığabilsin.

Kuran’da bu geminin durduğu yer olarak Cudi Dağı geçiyor. Bu dağ, Ağrı Dağı silsilesinde yer alıyor. İlginç bir not daha düşmek gerekirse özellikle İsrailli uzmanlar(!) ve Ameri­kalı araştırmacılarla sürekli olarak bu dağda araştırmalar ya­pıyorlar. Hatta bir dönem ünlü astronotlar dahi bu bölgeye gelmişti. Diğer taraftan bu tarz araştırmalara önemli bütçeler ayırmış gelişmiş ülkeler arkeolojik kazılar yaparken, bunları sanatsal kazılar olarak yapmıyorlar elbette. Bunların asıl gaye­si, geçmiş uygarlıkların sırlarını ortaya çıkarmak. Bu sırrın içinde Nuh’un gemisinde kullanılan enerji de var!

Tevrat’ta Nuh’un gemisi ve Tufan ile ilgili kısımlar şöyle belirtilmektedir:

“Geminin uzunluğu 300 arşın, genişliği 50 arşın ve yüksekliği 30 arşın olacaktır. Gemiye ışıklık yapacaksın ve onu yukarıya doğru bir arşın tamamlayacaksın. Ve geminin kapısının yan tarafına koya­caksın. Alt, ikinci ve üçüncü katlı olarak yapacaksın.” ( Genesis S. 6-15-16)

“Ve seninle beraber sağ kalmak için her yaşayan, bütün beden sahibi olanlardan her türünden ikişer ikişer gemiye getireceksin. Er­kek ve dişi olarak gemiye getireceksin. Cinslerine göre kuşlardan, cinslerine göre sığırlardan ve cinslerine göre toprakta her sürünen­den, her türünden ikişer olarak sağ kalmak için sana gelecekler. Ve sen yenilen her yemekten kendine al ve yanına topla. Sana ve onlara yiyecek olacaktır. Ve Nuh Allah’ın kendisine emrettiğine göre yaptı, öyle yaptı” (Genesis:6,19-22)

“Ve kendisinde hayat nefesi olan her bedenden ikişer ikişer ge­miye Nuh’un yanına girdiler. Ve girenler, Allah’ın emrettiği gibi beden sahiplerinden, erkek ve dişi olarak girdiler. Ve Rab onun üze­rine kapıyı kapadı. Ve yer üzerinde 40 gün tufan oldu ve sular çoğa­lıp gemiyi kaldırdılar ve yerden kalktı. Ve sular yükseldiler ve yer üzerinde ziyadesiyle çoğaldılar ve gemi suların yüzü üstünde yürü­dü. Ve yeryüzünde sular pek çok yükseldi ve bütün gökler altında olan bütün yüksek dağlar örtüldüler. Sular on beş arşın daha yüksel­diler ve dağlar örtüldüler. Ve yer üzerinde hareket eden bütün beden sahipleri gerek kuşlar, gerek sığırlar ve hayvanlar ve yer üzerinde her sürünen ve her adam öldü. Bütün karada olanlardan burunlarında hayat nefesi olanların hepsi öldüler. Ve adamlar, sığırlara kadar sü­rünenlere kadar ve göklerin kuşlarına kadar yeryüzü üzerinde yaşa­yan her şey silindi ve yeryüzünden silindiler ve yalnız Nuh ve kendi­siyle beraber gemide olanlar kaldılar. Ve yüz elli gün sular yeryü­zünde yükseldiler “ (Genesis: 7,15-24)

“Ve gittikçe sular yerden çekildiler ve yüz elli gün bittikten sonra sular azaldılar. Ve gemi yedinci ayda, ayın on yedinci günün­de Ararat dağları üzerine oturdu.” (Genesis:8, 3-4)

Kuran’da ise şu ifade vardır: “Su çekildi iş bitirildi (ve gemi gelip) Cudiye aram eyledi.” (Hud Suresi)

Diğer taraftan Nuh peygamber ve tufan ile ilgili on beş ayet tespit edilmiştir. Tefsirleri de çıkartılarak fiziksel verilerle birlikte bu ayetlerin uygunluğu mukayese edilmektedir. Bu kütlenin Ağrı Dağı yerine başka bir dağda bulunması ve bu yörede Cudi isimli bir tepenin bulunması Kuran ayetlerinin doğruluğunu da ispatlaması açısından hayli enteresan bulun­muştur.

Kuran’da Nuh’un gemisi hakkında ayrıca şu ifadeler vardır:

“Şanım yüce hakkı için biz o gemiyi bir ayet (alamet, işaret, ibret) olarak bıraktık.” (Kamer-15)

Ayrıca Hz. Nuh’un gemisinin enkazı Cudi Dağı’nda kaldı hatta bu ümmetin ilkleri onu gördü diye rivayet eden sahabe­lere bile rastlanmıştır.

Ayrıca gemiyle ilgili olarak yine ayetlerde geçen kelimeler tahlil edildiğinde:

Elvah: Levhin yani levhanın çoğuludur.

Levh; ise tahta gibi yassı şeye denir veya bugünkü çelik levhalardır.

Düsür: Disar’ın çoğuludur, “disar” ise çivi, perçin çivisi dolayısıyla düşür da perçin çivileri manasına geliyor diye açık­lamalar var.

Bu açıklamalardan yola çıkan bir takım araştırmacılara göre; geminin iskeleti çelik “levhalarla, perçinlenerek” tamam­landı. Aynı Yunus Suresi 12. ayette olduğu gibi, “Kevkaben” kelimesi aslında Arapça yazılışta orijinaldir; oysa meallerde yani tercümelerde “Yıldız” diye geçmektedir. Oysa Kevkaben yalnızca gezegen olarak açıklandığında doğru olarak tercüme edilmiş olacaktır. Dolayısıyla da bu gemiyle ilgili yorumlarda da böylesine bir duruma dikkat etmek gerekiyor deniliyor. Açıklamaların devamında da “Tennür feveran etti” Hud Suresi’nin 40. ayetinde de Tennür’a dikkat çekiliyor.

Tennür: Fırın ve ocak anlamına gelir.

Feveran: Kuvvet ve şiddetle kaynamak, fışkırmak anlamı­na gelir.

Tüm bu açıklamalardan sonra ısınan suların buharlaşıp, reaktördeki hazineyi doldurup, jeneratörlerin çalışarak hareket etmesi akla geliyor. Akabinde de aslına sadık kalıp cümle ku­rulduğunda; “Gemi levhalarla perçinlenerek tamamlandı. Em­rimiz yerini bulup, emir üzerine tamamlanan kazan dairesi (veya ocağı, fırını) kuvvet ve şiddetle kaynayarak, (reaktör çalışarak ısınmış suyu tazyikle fışkırtarak motor harekete geç­ti…) veya geminin ocağı kaynayarak-fışkırarak harekete geç­ti,” şeklinde yorumlar da bulunuluyor. Diğer taraftan Uranyum-235’in de bir maden yani bir yönüyle taş olduğu unutul­mamalıdır.

Biz tüm bu çalışmalara geçmişin gecikmiş istihbaratını yapıyorlar diyoruz. Kendileri bu durumu kabul ediyorlar an­cak halka kimse bu şekilde anlatmıyor. Halkı, belleği olmayan, günlük maişet peşinde koşan avam varlıklar olarak görüyor­lar.

1977 yılında Amerikalı arkeolog Ronald Wyatt, Doğu Be­yazıt’ta Cudi Dağı üzerinde geminin kalıntısını bulduğunu açıkladı. Wyatt’ın açıklamalarına göre, Nuh’un gemisi muaz­zam tufan fırtınalarına dayanabilecek özelliktedir. Amerikalı arkeolog deniz seviyesi ve dağlar üzerinde yaptığı hesaplama­lardan sonra Nuh’un gemisinin Cudi Dağı’ndan başka bir yer­de olamayacağını anladığını, nitekim araştırmalar sonucunda geminin kalıntılarını bulduğunu açıkladı.

Böylece Nuh’un gemisinin kararlaştırıldığı yerde durdu­rulduğu, bu yerin de Cudi Dağı olduğu anlaşılmış oldu.

Gemide kullanılan yakıtın oluşturulması yeraltı ilmi ile il­gilidir. Bu enerjinin Fırat havzasında olduğu ifade ediliyor. Hatta daha da ileri gidilerek, bu enerjinin dünyada enerjiye dayalı yeni bir sistemin kurulmasına vesile olacağı ifade edili­yor. Düşünsenize; yüzyıldır petrole dayalı bir sistemle tüm dünya halkları nasıl kontrol altında tutuldu! Nasıl bu petrol denen sermayeyle küçük bir azınlık 4.5 milyar insanın serveti­ni tartacak hale geldi! Ve bu servetle nasıl da tüm dünya halk­larının gizli liderleri olarak kendilerini övdürüyorlar!

Kıyamet alametlerinden biri olarak da Fırat havzasında büyük bir savaş çıkacağı ileri sürülüyor. Ve savaşın sebebinin de Fırat’ın altından çıkacak altından bir dağ olduğu ifade edi­liyor. Hatta bu konu hadis olarak da aktarılıyor.

Bilim adamları ve siyasi stratejistler, 2015 yılından sonra içinde suyun çok önemli bir stratejik kaynak olacağını söylü­yorlar. Bu durumda dünyada muhtemel bir su savaşının çıka bileceğinden bile söz edilebilir. Ancak bizim bu defa üzerinde durmak istediğimiz konu, Nuh’un gemisinde kullanılan bu yakıtın ne olduğu?

Biz bu enerjinin Atlantis’te kullanıldığını varsayıyoruz. Bu enerjinin bulunduğu havza Fırat bölgesi olabilir. Hatta Hz. Muhammed’e atfedilen hadisin de İsrailiyat yani sonradan İsrailli Hahamlar tarafından ustaca uydurularak hadis diye ortaya atıldığını düşünebiliriz. Sırf, yeni yaşama sahası olacak bu bölgeden bizim uzak durmamızı istedikleri için bu hadisi uydurmuş olabilirler. Belki de bu enerjiden dolayı “bir enerji savaşı”na girilmemesi için maksatlı bir telkin vardır ortada.

Hadis uzmanlarının da tartışmaları gereken bir konu bu…

Orkun Uçar: Eski uygarlıklardan söz ederken, Atlantis’in soyundan gelenlerin kurduğu ve bir gün dünyayı ele geçirece­ği söylenen yer altı krallığı Agharta’yı unutmayalım. Bu efsa­ne, Ye’cüc ve Me’cüc’e denk düşebilir mi? Belki de felaketten sağ kalmak için yerin altına kaçanlar olmuştu?

Söz konusu bu verilerden, kadim dönemlerde çeşitli uy­garlıkların kurulduğu ve felaketlerle yok olduğu varsayımını çıkarabiliriz.

Bir portakalı düşünelim. Portakalın üzerinde ise ince bir sis tabakası var. İşte bu kadar ince bir alanda yaşıyoruz. Bu ince yaşam aralığındaki uygarlığımızın yok olması için esasın­da birçok sebep var: Manyetik alan azalabilir, atmosferimiz uzaya kaçabilir… Manyetik alan yer değiştirebilir -ki defalarca olmuştur-, volkan patlamaları artarak yeryüzünü karanlığa boğabilir, buzul devri başlayabilir, bir meteor çarpabilir…

Dünyanın yaşını 4.5 milyar olarak söyleyenler var, Hz. Adem’in de 65 milyon yıl önce dünyaya indirildiği hesaplanı­yor. İlkel dediğimiz insanların aslında bazı dönemlerde mağa­ralarda veya dağlarda değil şehirlerde de yaşamış olabilecek­lerinden bahsediliyor. Sonradan mı ilkelleştik, felaketlerle geçmişimizi unutup uygarlığımızı tekrar tekrar mı kurduk?

Geçmişin gerçek yüzü mitoloji ve efsaneler içine sızmış as­lında. Bunların içinden gerçeklerin ayrıştırılması gerekiyor… Bizler dünyanın kurgulu, sonradan yazılmış tarihini okuyor olabiliriz?

Mitolojileri ayıkladığınız zaman, bir bakıyorsunuz ki dini kıssalar çıkıyor. Dini kıssalara baktığınızda, mitolojilerin için­de buluyorsunuz kendinizi.

Gılgamış’ta Tufan Efsanesinden söz edilir, Sümerler’de de tek tanrılı dinlerin kökenlerini bulmak mümkün. Hıristiyanlık’taki ‘üçlü Tanrı’ (trinite) dediğimiz inanç, Hititler’de de var. Başın üzerine hale gelmesi, Mısır inancında da bulunuyor.

Pazar günleri Hristiyanlıkta kutsal gündür; Güneş Tanrısı inançlarında olduğu gibi. İngilizcesi ‘Sunday’ bile bunun bir kanıtı. (Sun= Güneş, Day= Gün: Güneş Günü)

Bir takım şeylerin birbirine karıştığı da çok açık. Dağılan bir bilgiden söz edebiliriz.

Örneğin, piramitleri

Dünyanın birçok yerinde piramitler vardır.

Ejderhalar!

Uzakdoğu’da veya Avrupa Mitlerinde hatta Orta ve Güney Amerika efsanelerinde de ejderha figürleri bulunmaktadır.

Vampirlik ya da kan emicilik inancı; Japonlar’da, Çinliler’de, Orta Avrupa’da, Aztekler’de de var.

Birbirleriyle hiç irtibatta bulunmamış uygarlıkların yarat­tığı efsanelerin birbirlerine benzer olmasının altında ne yatıyor olabilir? Acaba bir felaket sonrası dünyaya dağılıp kültürlerini taşıyan eski insanlar mı yaptılar bunları?

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki teknoloji çevremizi çerçe­velemiş durumda. Son peygamber olarak Hz. Muhammed geldi, artık kıyamet alametlerinin tek tek çıkmasını bekliyoruz.

Atlantis ve Mu konusunu şimdilik bitirirken, hem mitolo­ji, hem efsaneler hem de dinimizde var olan, üzerinde konuşmamız gereken üç şahsiyete geliyoruz. Bunlar ayrı ayrı başlık lar altında incelenmeye değer:

Birincisi, Zülkarneyn,

ikincisi, Hz. İdris (Osiris veya Hermes) ve

üçüncüsü de Hızır Aleyhisselam…

Bu üçünün çok ilginç bir şekilde birbirleriyle bağlantıları var. Bir kere bunların üçü de çok değişik zamanlarda ortaya çıkıyor. Ölümsüz oldukları bile söylenebiler. Özellikle Hızır ve Hz. İdris.

Hz. İdris’in, Hz. Zülkarneyn’in baş komutanı olduğu id­dia ediliyor. Kayıp Atlantis’in ilmini Mısır’a getirdiği, Osiris adıyla anıldığı, Yunan mitolojisine Hermes olarak geçtiği söy­leniyor.

İlk önce Zülkarneyn… Olağanüstü maceraları anlatılıyor. Mesela Yecüc ile Mecüc yeryüzüne çıkmasın diye bir set oluş­turduğu (Kehf Suresi). Tarihte anılan üç İskender’den biri ol­duğu. İnsan olmayan yaratıklarla savaştığı söyleniyor. Hatta Amerika yerlilerin Batı’dan gelip, bilgilerini onlara sunan sa­kallı beyaz adamın o olduğu iddia ediliyor.

Zülkarneyn anlatısında geçen, Zülkarneyn’in Yecüc ve Mecüc’ü engelleyecek bir set inşa ettirmesini betimleyen, 16. yüzyıldan kalma bir Fars minyatürü.

Zülkarneyn kimdir?

Uzaylı yaratıklarla savaştığı söyleniyor, uzayda gezdiği söyleniyor, hatta insanlarla yaratıklar arasında çektiği setin uzayda olduğu… Bu set şimdi yıkıldığı için UFO’ların geldiği bile iddialar arasında…

Şimdi söylentilerden sıyırıp saf bir bilgiyi alalım…

Atlantis ve Mu’yu bir yerde bırakıp geçiş yapalım.

Bunların savaşları, Tanrılar savaşı olarak geçiyor. Mitolo­jiye de böyle girmiş.

Daha sonra bu savaşı felaketten sağ kalan Mısır ve Yuna­nistan’a taşımış. Müthiş bir savaş mitolojinin içinde anlatılmış Devler savaşını, Tanrılar savaşı olarak anlatmışlar; silahları, yüz kollu canavarlar olarak çevirmişler. Belki topu her yöne dönen tanklardan söz ediyorlar ya da belki robotları anlatıyor­lar.

Japon efsanelerinde içine insanların girdiği dev robotlar­dan bahsedilir. Dikkat edilirse birçok Japon çizgi filminde bu temayı görürüz. Yani insanlar dev robotların içine girer ve sa­vaşır. Acaba bu kültür nereden geliyor? Japonların, Mu’nun Pasifik’te olduğu söylenen topraklarına yakın olduğunu hatır­lamalıyız.

Belki de Atlantis ve Mu belli bir uygarlık seviyesine erişen toplumlardı fakat sonra savaştılar ve birbirlerinin felaketine sebep oldular, bu sırada zaman kapsülleri odaları oluşturdu­lar. Felaket sonrası tekrar ilkelleşen insanların yeniden medeniyetleşmesi için bazı bilgiler aktarmaya çalıştılar.

Atlantis ve Mu öyle bir anlatılıyor ki, dünyanın geri kalanı ve büyük bir insan kitlesi barbarken sanki fazla teknoloji elde etmiş ülkeler olduğu hissediliyor. Bu fark nereden oluşmuş­tur? Çünkü diğer insanlar iki büyük gücün savaşında sadece seyirci, kurban veya köle gibi anılıyor.

Sanki Atlantis ve Mu diğer insanların inancına Panteon, Tanrılar ailesi olarak girmiş gibi.

Atlantis uygarlığının gücünü alan karakterler Mısır ve Yunan Tanrılar ailesini, Mu’nun gücü Hint, Tibet Tanrılar aile­sini oluşturmuş sanki. Aynı şekilde Sümer, Asur, Pers mitoloji­lerine sızmış bu büyük savaş ve uygarlıklar.

Tabii bu daha uygar kültürlerin uzaydan geldiğini iddia edenler de var. Tevrat’ta sözü Nephilimlerle ilgili böyle bir iddia da var.

Bugün Mars ile Jüpiter arasındaki astreoid kuşağının ye­rinde bir kayıp gezegen vardı. Bu gezegen bir nedenle yok ol­du. Bu kayıp gezegendeki ölümsüz yaratıklar; Nephilimler dünyaya geldiler ve insanlara bilgilerini verdiler.

İşin içine uzaylıları karıştıran sürüyle kurgu var.

 

Hakan Yılmaz Çebi: Uzaydan gelen tanrılar fenomeni, meseleyi daha da karmaşık hale getirebilir bazen. Çok eski devirlerdeki insanlar, başlarına gelen doğaüstü olayları o sıra­daki bilgilerine göre doğru algılamamış olabilirler. Ve Antro- pomorfizm dediğimiz, yaşanan doğa olaylarını, doğa üstü bir hale getirip Tanrısal birer deneyim olarak gelecek kuşakla­ra aktarmış olabilirler.

Zaten Mu ve Atlantis felaketle yok olmadan önce, Nuh peygamber kendilerini uyarıyor. Ve Nuh’un gemisine binerek Tufan’dan kurtulan insanlar daha sonra tekrar yeryüzüne ya­yılarak başka medeniyetler kuruyorlar. Daha sonra dünya ta­rihinde ismi sıkça geçen Mısır, Yunan, Amerika’daki Aztek- Maya-İnka uygarlıklarını görüyoruz. Bu medeniyetlerin ta­mamında Mu ve Atlantislilerin adeta genetik şifrelerini görü­yoruz. Tüm bunları incelerken dünyanın o zamanki yeraltı ve yerüstü coğrafi durumlarını da dikkate almak gerekiyor. Üs­tüne üstlük kıtalar hatta adalar bile bu durumda değildi. Bir çok uygarlık birçok defa yok olurken yeryüzü de şekil değiştirdi.

Dünyadaki kıtaların bir zamanlar günümüzdeki gibi bir dağılımı olmadığına da dikkat etmek gerekiyor. Kıtalar battı, hareket etti, sular yükseldi, çekildi, coğrafi şekil değişti. Şimdi böyle sıçramalı, birbirinin devamı olarak uzayan bir uygarlık silsilesi var dünya tarihinde.

Bundan bir-iki yüz yıl evveline kadar Truva Savaşı’ndan da bir masalmış gibi söz ediliyordu. Tabii bunların sonu gel­mez. Bizim burada dikkat etmemiz, bir yönüyle ders almamız gereken husus; bu uygarlıkların niye yerle bir olduğu. Bunu bir takım sel, rüzgar, meteor gibi tabiatta cereyan eden faktör­lere bağlamak bir kaçış metodu olur. O yüzden bu konulan üst ilimle, bunun yanında şeytan ve cin kavramlarıyla da ilişkilendirmek gerekiyor.

Bu sırrı çıkarmanın en somut delilleri de bu uygarlıklardan bizlere kalan yapılar ve bu yapılarda saklanan işaretler, yazılar olmalıdır. Piramitlerden bahsettik, üstelik Çin’deki be­yaz piramitleri hiç açmadık. Çünkü henüz bir muamma…

Nemrut da en az piramitler kadar ilginç sırlar barındırıyor.

Bn. Goell, 1953 yılı ile 1960’ların ikinci yarısı arasında Nemrut Dağı’nda bir dizi inceleme ve kazılar yaptı. Araştırma ekibi dev heykeller üzerinde zor şartlar altında çalışmalar yap­tılar. Sıra höyüğe geldiğinde çalışmalarını durdurdular. Bütün yapabildikleri höyüğün altındaki kaya tabakasına ulaşacak şekilde hendekleri kazmak olmuştu. Sanki buranın doğal bek­çiliğini yapan dağın yanı sıra höyük de kendi kendisinin bek­çisi gibiydi.

Peki Nemrut kimdi, niçin bu ismi almıştı?..

Nemrut adı ile anılan Asur-Nasirpal M.Ö. 883’ten 859’a kadar hüküm sürmüş bir Asur kralıdır. Zalimliği bütün yakın çevrelerince bilinen kral, Asur devletinin başına geçtikten son­ra yönetim merkezinin yerini değiştirerek “Khalah” şehrini başkent yapmıştır. Daha sonra adı “Nemrut” olan bu bölgede, ilahlığını sembolize eden bir rölyefi ve heykelleri bulunmuş­tur.

İbrahim peygamber zamanında halkın Nemrut’un heykel­lerine tapıyor olması Kuran’ı Kerim’de de çeşitli ayetlerde be­lirtilmekte ve düştükleri sapıklık anlatılarak adeta günümüz insanlığı uyarılmaktadır.

“(İbrahim Peygamber) O zaman babasına ve kavmine, ‘Tapıp durduğunuz bu heykeller nedir?’ demişti. Onlar da: ‘Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk’ demişlerdi. İbrahim Peygamber, ‘Doğrusu siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içine düşmüşsünüz,’ dedi.”  (Enbiya Suresi, 52-54)

Bu arada tartışmalı rakam 19’u, Nemrut 1. Antiokhos’u simgeleyen “19 Yıldızlı Aslan” figüründe de görüyoruz. Benzer bir durumu ise Mısır’daki Firavun IV. Amenofis’i semboli­ze eden “19 ışınlı küre”de de görüyoruz.

Ayrıca insanların Güneş’e taptıkları bir çağla ilgili olarak Kuran’ı Kerim’de de Güneş’le ilgili bilgiler verilmesi son derece dikkat çekmekte­dir.

“Güneş’te kendisi için bir yere doğru seyretmektedir.” (Yasin Suresi 38).

Daha önce bu seyrin nihai noktasının APEX  yani bir yönüyle kara delik olduğunu söylemiştik.

Geçmişten geleceğe bir mesaj mı var? Biz bu mesajları ala­biliyor muyuz? diye düşünmemiz gerekiyor sanırız.

Hz. Hızır, Hz. İdris, ve Hz. Zülkarneyn; acaba bu işaretleri bırakanlar o felsefi metinlerde değişik isimlerle anılan şahıslar mı? Usuris veya Hermes, İdris peygamber mi? Hz. Hızır başka isimlerle mi yaşıyor hâlâ aramızda? Şimdi tüm bunları anlaya­bilmemiz için konuşmamızın başında geçen üst bilgiye azami derecede sahip olmamız gerekiyor. İnanan insanlar için değiş­tirilmemiş, tahrifata uğramamış ilahi kitaplar külli aklı temsil eder, ortada bir eser varsa onu en iyi eser sahibi bilir, öyle de­ğil mi?… Çünkü yaratan o; yoktan var eden o. Hele bu Yaratı­cının ezel-ebed bilgisi de varsa. Yani yarattığı şeyin neye meyl edeceğini de biliyorsa, haliyle onun eline bir reçete verecektir. Şunu şunu uygula, şunu şunu yapma diyecektir. Mükafatını ve cezasını, zararmı ve faydasını açıklayacaktır.

Eskiden bilim, iki kategoride ele alınırdı. Diyorlar ki, yeryüzündeki ilim naklidir: Yani birbirinden, birilerinden nakil edile edile gelir. Kitaplar, hocalar, eğitmenler, anne baba.. hepsi “nakli ilmin” taşıyıcısıdırlar. Fakat yeryüzünde bir de “İlhami ilim” dedikleri vahye dayalı bir ilim vardır. İşte sıkça adını andığım üst ilim de buna deniyor. Biliyorsunuz peygamberlere vahiy, velilere ise derecesine göre ilham gelir. Bu kainatın sahibinin insan, insan idraki üzerinden akıttığı bir ilimdir. Ve bu ilim, peygamberler vasıtasıyla ilahi kitaplarla gelmiştir.

İşte bu bilgilerin insani boyutu da peygamberler ve onların varisleri olarak adlandırılan âlimler tarafından yeryüzün­deki tüm insanlara aktarılmıştır.

Konumuzu biraz daha derinleştirmek için, Hazreti İdris hakkında bazı şeylere açıklık getirelim. Çünkü Mu ve Atlantis’te hep onun izlerini buluyoruz.

Hazreti İdris; Antik Mısır’da Usuris, Osiris, Antik Yunan’da ise karşımıza Hermes olarak çıkar. Hz. İdris, yıldızla­rın/feleklerin ilmi verilmek üzere göklere çekilen peygamber­dir. İnsanlara birçok sanat ve zanaatı öğreten, “d,r,s” harfle­rinden oluşan İdris, “ders veren” anlamındadır. Medrese, mü­derris gibi kelimeler, İdris’den türetilmiştir.

Gazali; yıldızlar bir ilim vasıtasıydı fakat sonradan gelen onu fal amaçlı kullandığından bu ilmi de kendilerini de soytarılaştırdılar, diyor. Çünkü bir çok yıldızın ve gezegenin kendi aralarında uzaklaşması ve yakınlaşması hem kainat hem de insan üzerinde çeşitli etkiler bırakmaktadır. Bu ilmi layıkıyla kullananlar Allah’ın kudretinin ne istikamette seyr ettiğini an­larlar, buna göre tedbirlerini alırlardı. Bu ilmin kökleri Hz. İdris’e dayanıyor.

Hermes’in adı Arapça’da Hirmis (Hermes ve Hurmus, Uşhen, Huşenç), bazen de Hirmis, İrmiş ve benzeri şekillerde kullanılmıştır. Hermes birçok vasıflarla anılmıştır. Mesela Yu­nan mitolojisinde Hermes için “Pskyhopompos” yani “Ruhlar Kılavuzu” denilmektedir.

İbn-i Erfa Ra’s onu, Ebu’l Felasife “Felsefenin Babası” ola­rak nitelendirmiştir. Ekseriyetle “el-muselles bil hikme”, “hikmetle üç kere nimetlenen” veya kısaca “el-muselles” isim­leriyle anılmıştır. Bu vasfın eski bir hikayesi vardır. Thot Hiye­roglif metinlerinde, “3” şeklinde geçmektedir. Başka bir lisanda ise “P3” olarak tercüme edilmiştir ki, bu “Varlık, Hayat, Hikmet” anlamlarına gelen 3 önemli vasfı nitelendirmektedir.

Davut peygamberden sonra Süleyman peygamberde de görülen bu üçlü niteleme; “Görüyor, Duyuyor, Biliyor” şeklin­de kullanılmıştır. Hazreti Musa’nın bile bu hikmetli şifreden faydalandığını söyleyebiliriz. Zira Tevrat’ın bir yorumu niteli­ğinde olan Majikal dilde “Süleyman Mührü” yani iki üçgenin iç içe geçmiş hali, “Kabala” öğretisinde David Magen – Davut Yıldızı olarak çok sık kullanılmaktadır. Burada, ilahi olan şifrelerin şeytani amaçlar için kullanıldığını görüyoruz.

İslamiyet’te Hermes’in, yani Hz. İdris’in kimliği birkaç madde altında incelenmiştir. Biz en bilinenine değineceğiz.

Grekler, Thot’un varlığını Hermes’le özdeşleştirmişler. Müslümanlar da, Henoh (Uhnuh, Hunuh, Uşhenç, Huşenç, Ahnuh), İdris ve Tahumert adlarıyla aynileştirip kendilerine mâl etmişlerdir. Hz. İdris, Kuran’da “Doğru ve sabırlı bir pey­gamber” olarak anlatılmıştır. Ayrıca Hermes’in şahsiyeti astro­lojik faraziyelerde bir gezegen olarak addedilen Utarid’e da­yandırılmaktadır.

Bunun dışında birden fazla Hermes rivayetleri de vardır. Bunlardan ikinci Hermes, Tufan’dan sonra Babil’de yaşamıştır. Tıp, felsefe ve aritmetik sahasında fevkalade bilgilere sahipti. Pisagor onun talebesiydi.

Üçüncü Hermes ise Tufan’dan sonra Mısır’da yaşamış ve zehirli hayvanlar üzerine bir kitap yazmıştır. Çok seyahat etmiş, şehirler kurmuş ve kimya konusunda fikirler beyan et­miştir. Asklepios, talebesiydi.

İbn-i Vasıf Şah, efsanevi Firavunların Mısır tarihinde Hermes’i Kral Badaşir İbn Kuftrim’in rahibi olarak anlatmıştır. Yine orada bahsedildiği üzere; Hermes, Nil’in kaynağında Kumr dağlarında bir tapınak inşa etmiştir.

Ayrıca Hermes’in Mirac’ından da söz edilmiştir. İdris’ten, “Ve biz onu yüce bir mekana yükselttik” ayetinde (Sure:19/5) bu Miraç’tan bahsedilmiştir. Hermes, antik dönemde olduğu gibi İslam’i kaynaklarda da yeteneklerini büyük ve geniş çapta ko­rumuştur. O yine bütün sanat ve bilimlerin mucididir. O yıl­dızların, sayıların (İbn-i Culcu/Tabakat) ve zehir ilimlerinin temellerini atmıştır. İnsanlara elbise hazırlamayı öğretmiştir. Kimya ve cam yapma sanatı da yine ona aittir. Tıbbın mucidi olarak sayılmıştır. Bu düşüncenin aslı da Mısır kaynaklıdır. Eber Papirüslerinde, Thot hekimlerinin önderi olarak göste­rilmiştir. Ve yine Allah adına kutsal savaşlar açan da odur.

Fars Bilginleri İdris peygamberi Uşhenc/Huşenç şeklinde yazarlar. Hermes’le ilgili bir diğer rivayet de Kelbi’den nakle­dilmiştir:

“Memleketler gezdi, iblis’in üzerine sıçrayarak onu binek edindi ve bu vaziyette uzak ve yakın yerlerde dolaştı.”

Mitolojik Hermes bahsinin dışında; burada Hermes’in sandaletleri yani “uçağı” tabiri, ‘binek edindi’ deyimiyle ben­zerlik göstermektedir. Yani mitolojide geçen “Hermes sanda­letleri ayağına taktı”, diğerinde ise “iblis’i binek edindi” tabir­leri bize İdris peygamberin uçtuğunu vurgulamaktadır.

Tabii Hermes’le ilgili açıklamaları mitolojilerden ayıklamak mümkün gözükmüyor; ancak biz, bize en yakın gelenleri anlatarak kitabımızın konusunun dışına çıkmamaya çalışıyo­ruz.

Bu konuda en güvenilir kaynaklardan biri olarak yine 14. yüzyılda yaşamış ve yirmi sekiz yıl boyunca o gün bilinen dünyayı karış karış dolaşmış bir İslam bilgini seyyah İbn-i Batuta’nın notlarına bakıyoruz. İbn-i Batuta bu notlarının ba­şında, Mısır’daki piramitleri tasvir ediyor. Dünyanın meşhur ve hayreti celbeden binaları olduklarından insanlar piramitler hakkında çok şey söylemişlerdir. Tufandan önce var olan, bü­tün ilimlerin Yukarı Mısır’daki Said Bölgesi’nde oturan Said İbn-i Sarid veya Hunuh (Ahnuh) diye adlandırılmış birinci Hermes’ten Osiris yani İdris peygamberden aldığı söylene gelmiştir.

Diğer taraftan dini kitaplarda, hükümdar Zülkarneyn peygamberin başkomutanı olarak Hz. Hızır veya Hz. İdris peygamberden söz edildiği sanılmaktadır.

Zülkarneyn’i de biraz açmamız gerekiyor.

Mayaların geleneğinde “Quetzicoatl” adında bir kişiden bahsedilmektedir. “Quetzicoatl” in doğan güneşin bilinmeyen ülkesinden gelen, beyaz elbiseli ve sakallı olduğu ifade edili­yor. İnsanlara ilimleri ve sanatları, töreleri öğretmiş, birçok kanun koymuş. Vazifesi bitince denize dönmüş, yolculuğu sırasında insanlara öğretmeye, onları terbiye edip yetiştirmeye devam etmiştir. Anlatılar bize Kehf Suresinde adı geçen Zülkarneyn’i hatırlatmaktadır.

Ancak İskender ve Zülkarneyn’in hayatlarındaki benzerlikten dolayı bu isimler birbirine çok karışmıştır. Bu konu bir takım ansiklopedilerde şu şekilde geçmektedir:

“Üç İskender vardır. Birincisi Makedonya Kralı Filip’in oğludur, Milattan 356 yıl önce 33 yaşında öldü. On üç yaşında Aristo’nun terbiyesine bırakıldı. Yirmi yaşında hükümdar ol­du. Yunanistan’ı, İran ve Anadolu’yu aldı. İskenderiye şehrini yaptı. Erbil’de Dara’yı ikinci şekilde bozguna uğrattı. Dar’a kaçarken öldü. Horasan, Hırat ve Belh’i aldı. Bu zaferleri ken­disini şımarttı, ahlakını bozdu. Zulme başladı. Türkistan ve Hindistan’a girdi. İşret ve sefahatle öldü.

İkinci İskender çok eski Yemen hükümdarı olup birinci İskender’den iki bin sene önce yaşadı. Çin’e kadar gitmişti. Adı Münzir idi.

Üçüncü İskender Kuran’ı Kerim’de Zülkarneyn adı ile bildirilen önemli bir peygamberdir. Doğu’ya ve Batı’ya gittiği için Zülkarneyn denildi. Yafes soyundandı. Meşhur Hızır Aleyhisselam da kumandanlarından olup aynı zamanda tey­zesinin oğluydu. Avrupa ve Asya kıtalarına sahip oldu. Hazreti İbrahim ile görüştü. Duasını aldı. Asya’nın Kuzeydoğu­sundaki mümin Türklerin ricası üzerine Ye’cüc ve Me’cüc kavminden korunmak üzere büyük bir set yaptı. Bu set, iki dağ arasında altı kilometre uzunluğunda, yirmi beş metre ge­nişlik ve yüz metre uzunluğundaydı. Taş ve demirden yapıldı. Bugün bilinen Çin Şeddi, bu şeddin taklididir. Ye’cüc ve Me’cüc set arkasında kaldı. Sedden dışarı kalanlar Türklerdir. Tarihler hatta tefsirler bu üç İskender’i birbiriyle karıştırmak­tadır.

İslami kaynaklara göre Zülkarneyn, Hz. İbrahim’den ders almıştır. Sonra vahiy ile teyid edilmiştir. Nitekim Hazreti Lut’tan önce Hazreti İbrahim’e iman etti, sonra peygamber olarak Sodom’a gitti. Bu arada Hz. İbrahim, Hz. Yusuf’un bü­yük dedesidir. Yani Hz. İbrahim’in oğlu İshak, onun oğlu Yakup, onun oğlu da Yusuf’tur. Mayaların piramitleri ile Mısırlı­ların piramitleri arasında takriben yüz senelik bir zamanın bulunuşu bize Zülkarneyn ile Hz. Yusuf’un arasında da bu kadar bir zamanın olacağı fikrini vererek piramitlerdeki ben­zerliklerin aynı kaynaklara delalet ettiği kanaatimizi pekiştirir.

Diğer taraftan Mayalar eskiden Bering Boğazını geçerek Kuzey Amerika’ya geldiler ve oradan aşağılara inerek, Gua­temala ve Yucatan bölgesine yerleştiler. Veya Mu’nun ayakta kalan Okyanus’taki Eastr adasından gelebilmeleri de akla ya­kındır.

Bazı Maya yazılarında Tufan’dan bahsedilir. “Cennetin kalbinin arzularına göre sular hareket etmeye başladı. Ve bu insanların başına büyük bir su baskını geldi… Her tarafı kabar­tan yağmur yağmaya başladı. Gece yağmur yağıyor, gündüz yağmur yağıyordu. Sanki bir ateş tarafından meydana gelmiş gibi başlarının üzerinde büyük bir gürültü duyuldu (Bir gök­taşının çarpması olabilir!). Ondan sonra koşan, birbirini itiştiren ümitsizlikle dolu insanlar görüldü. Onlar evlerinin tepesi­ne tırmanmak istediler, ancak evler de yere yıkıldı. Ağaçlara tırmanmak istediler, ağaçlar da onları silkeleyip attı. Bu büyük son felakette, su ve yangın da sonsuz tahribata yardım ediyor­du”

Konuyu buraya taşımışken dikkati çeken bir husus da Tufan’dan sonra yapılan Maya ve Mısır medeniyetleri arasında piramitlerin sergilediği kuvvetli bir benzerlik mevcuttur. Nor­veç Kaşifi olan Thor Heyerdahl, eski Mısır mezarlarının duvar­larını süsleyen resimlerdekine benzeyen bir papirüs gemi inşa etti ve Atlantik’i geçerek Yucatan’a gelebileceklerini ispat etti. Heyerdahl, Mısırlıların yeni dünya insanları ile temasa geçerek, onlara kültürel gelişmeleri bakımından tesir edebilecekleri fikrini kuvvetlendirdi.

Mayaların özellikle mimari, sanat, gökbilim ve matematik alanlarında ulaştıkları düzey günümüz insanlığının hemen hemen ulaştığı düzeyle aynıydı. Hatta bazı noktalarda daha da ileriydiler. Fakat bunun yanında yaşam düzeyleri oldukça il­keldi. Belki de bu durum tarıma dayalı yaşamın doğayla iç içe olmanın yanında içe dönük kapalı bir toplum olmanın da bir sonucuydu. Ayrıca bunun nedeni Tufan’dan sonra yüksek bir medeniyetten ilkelliğe düşen insanoğlunun teknolojiden ko­pukluğu olabilir.

Bunun yanında “Popol Vuh” adındaki Maya kitabı kendi­lerinin Doğu’dan denizleri geçerek geldiklerine inandıklarını kaydederek, Maya piramitlerinin dini maksatlar için kullanıl­dığı herkes tarafından kabul edilmektedir. Şimdiye kadar çö­zülebilmiş fakat ne yazık ki Mayaların gizemini büyük ölçüde çözeceği düşünülen bu kitapların çoğu İspanyol istilacılar tara­fından tahrif edildi ya da yok edildi. Kuşkusuz aynı durum bugün hâlâ çözülemeyen Mayaların o kendilerine özgü hiye­roglif yazıları için de söz konusu. Hiyerogliflerin hepsi din, astronomi, astroloji, ilâhiler ve merasimlerden bahsetmektedir.

Sümerler de, en az Mayalar kadar ilginç bir uygarlıktı.

1877 yılında Sümerlere ait 50.000 tablet Amerikalılar tara­fından bulundu ve incelenmek üzere Pensilvanya Üniversitesi’ne getirildi. Bunların arasında 3700 yıllık bir tablet parçasın­da Gılgamış Destanı’nda kaydedilmiş olan Büyük Tufan’dan söz eden metinlere rastlandı.

Fakat bu tabletlerle ilgili olarak Amerikalı uzmanlar bir şey söylemedi. Piramitler gibi tarihi gizli bilgi depoları olarak adlandırılan Zigguratlar (teras halinde inşa edilmiş kule biçi­minde, basamaklı tapınaklar), “Babil Kulesi” kadar önem­liydi. Körfez Savaşı sırasında bizzat Amerikan uçakları tara­fından bombalandı. Bunlar Sümerler tarafından yapılmıştı ve zaman kapsülleri olarak kullanıldığı sanılıyor. Amerika tara­fından Körfez Savaşı sırasında yerle bir edilen bu yapılar, ta­rihten insanlığa kalan önemli miraslardı; ama ne yazık ki, ağır bir şekilde tahrip edilmiş oldu.

Tarihte iyi ve kötünün savaştığı yer olarak bu bölge göste­rildi. Efsaneye göre sözde Sen Jorc Şövalyeleri iyi taraf, İslam orduları ise kötü tarafmış. İyiler kötüleri yok etmek için Armageddon denilen mahalde (Kudüs’ün dışında bir yer) bü­yük bir savaş yapılacakmış. Körfez Savaşı’nın yapıldığı hatır­lanırsa, kötülük ordusu yani Irak ordusu yok edilmiş. Büyücü Schwarzkopf (Çöl Ayısı), Sen Jorc en üstün şövalye madalya­sıyla ödüllendirilmiştir. Bu savaşın ardından dönemin ABD Başkanı Bush da kötüleri yendiğini söylerken, İslam ordularını kastetmiş olmalı. Ya bugün cereyan eden Irak Savaşı’na ne demeli? Sakın bu savaş da Mu ve Atlantis’i helak eden savaş olmasın? Tabii tüm dünyayı da!

Bombalanan bir çok yer, tarihi sırlar içeren izler taşıyordu. 19. yüzyılın başında Pensilvanya Üniversitesi’ne getirilen 50 bin tabletin bilgileri nedense hâlâ paylaşılmıyor.

Orkun Uçar: Atlantis ve Mu’nun kültürü direkt Yunan’a, Mısıra geçiyor. Teknoloji tanrısal karakterler, efsaneler, mito­loji oluyor.

Bir uzay gemisi düşünün; güneş sistemleri arasında bir yolculuğa çıkacak… Ne yapar içindeki insanlar? Dondurulur ve yolculuk bitince uyandırılır.

Antik Mısırlılar piramit şeklinde bir uzay gemisi gelse ve içindeki insanlar uyansa, bunu nasıl algılar? Ölümden dön­mek, yeniden doğmak gibi, değil mi?

 

Hakan Yılmaz Çebi: Bu tarzda yüzlerce görüş atılıyor ortaya. Bunların çoğu uçan araçlarla gelen veya kuşlarla gelen tanrısal özellikler addedilen insanlarla ilgili. Diğer taraftan, dünyanın muhtelif yerlerinden hâlâ ilkel kalmış adeta Ortaça­ğın da gerisinde yaşayan yerli kabileler var. Onların ilkel inançlarına bakıyorsun, daha önce bahsedilen inançları görebi­liyorsun.

Diğer taraftan tarihi inanışlar hakkında değişik bilgiler almak için Amerikalı Kızılderili, Aztek, Maya, Toltek, İnka uygarlıkları söz birliği etmişçesine kutsiyet atfettikleri bütün büyük şahsiyetlerini beyaz ırktan seçmişlerdir. Bu zatlar ken­dileri gibi neden kızılderili değil? “Kızıl sakallı mavi gözlü­dür”. Halbuki kızılderililerin sakalları çıkmaz ve hiçbiri o za­man için beyaz insan görmediğine göre “sakal” da tanımazlar. Ama oraya giden ilk beyazlar yani İspanyollar “kendileri gibi giyimli, sarışın, sakallı ve mavi gözlü” azizlerin, din liderleri­nin tasvirleriyle karşılaştılar. Bunların başında gelen Quetzacoatl bile Zülkarneyn ismine yakındır. Üstelik Quetzacoatl büyük denizin doğusundan Mu diyarından gel­miştir.

Quetzacoatl üzerine bindiği büyük bir kuş ve ekibiyle birlikte batıya gelmiştir. Köken olarak “quetzal” ve “coatl” keli­melerinin birleşmesinden oluşur. Quetzal, sadece Güneydoğu Meksika ile Guatemala’nın bazı yörelerinde renkli ve parlak tüyleriyle görkemli bir görünüşü olan nadir bir kuş türüdür. Coatl ise Aztek dilinde yılan demektir. Quetzacoatl, günün birinde yine kuşuna binerek geldiği yönde uçarak gözden uzaklaşmıştır.

John Mitchel gibi bazı araştırmacılar bu kuşun tarifinden yola çıkarak bunun uçan bir cisim olduğunu söylemişlerdir. Ve binlerce yıl sonra İspanyollar Amerika’ya çıktıklarında Kı­zılderililer İspanyolların sakallı ve beyaz olması yüzünden onlara köle gibi tapınmışlardır. Bir avuç İspanyol bu özellikle­rini kullanarak milyonlarca kızılderiliyi katletmişlerdir.

Gizli ilimlere biraz daha girmek gerekirse… Konu ettiği­miz bir çok kadim yapılar ve öğretiler, gizli ilimler üzerine yapılan çalışmalar sonucu elde ediliyor.

Hz. Muhammed’in dostlarından Ebu Hüreyre adında muhterem bir Sahabe var. O diyor ki; Resûlüllah Efendimiz bize bir gün mescitte (çok az seçkin bir Sahabe topluluğuna), geçmiş gelecek bütün ilimleri öğretti… Devamında Resûlüllah bir gün sabah namazını kıldırdıktan sonra öğle namazına ka­dar, öğle namazını kıldırdıktan sonra ikindi namazına kadar, ikindi namazını kıldırdıktan sonra akşam namazına kadar bize birtakım gelmiş ve gelecek sırları anlattı, diyor. Ve bu Sahabe­lerin arasında “ilmin kapısı, anahtarı” Hazreti Ali de vardı.

Hazreti Ali de “ahir zaman”da olacakları, sabretsinler di­ye Allah’ın izniyle vuku bulacak bazı olayları şifreli bir şekilde “Kasideyi Celcelutiye” ve “Kasideyi Ercüze” isimli eserinde neşretmiştir. Bu iki kaside de aynı kaside olup dilleri farklıdır. Biri Farsça diğeri ise Süryanice’dir. Süryanice olmasının sebe­bini Abdülaziz Debbağ’ın bir eserinden anlıyoruz. Abdülaziz Debbağ (Debbağ/Derici) diyor ki; Peygamber Efendimiz gel­meden evveline kadar ruhlar aleminin dili Süryanice’ydi. Pey­gamber Efendimiz geldikten sonra değişti. Süryanice’nin en belirgin özelliği kısa heceli olmasıdır. Yani konuları öyle uzun uzun cümleler kurarak anlatmanıza gerek yoktur. Bir iki hecelik kelimeyle tüm meseleyi izah edebilirsiniz.

Hatta yine Abdülaziz Debbağ’ın eserinde yeni konuşan çocukların ilk önceleri kısa ve ebeveynlerine göre anlamsız kullandıkları sözcüklerin, aslında hepsinin bir anlamı olduğu­nu ileri sürer. Debbağ, çocukların ruhlar aleminin daha yeni yeni, taze taze geldikleri için o âlemin dilini istem dışı olarak yansıttıklarını söyler. Hatta bununla ilgili olarak da örnekler verir. Ab/su, Ma/yemek, mama gibi.

Diğer taraftan Debbağ konuyu daha da ileri getirerek Kuran’da niye bir çok sürenin sadece harflerle başladığına dikkat çeker. İşte Duhan süresindeki Ha, Mim, hatta sureye ismini veren Yasin Suresi gibi. Debbağ bu surelerin başında bulunan harflerin, o surenin şifresi olduğunu söyler. Yani akıllı, kapasi­teli bir insanın sadece bu harflerden tüm surenin neyi anlattı­ğını bilebileceğini açıklar.

Şimdi bir ara sözünü ettiğin başka “Ademler var mıdır” meselesini baz alarak bir yaklaşımda bulunacak olursak; bu tarz söylentilerle ilahi zekanın, düşüncenin önü kesilip insan­ların kafası karıştırılıyor. Her gün bir tarikat, kabalistik bir yoz düşünce ortaya çıkıyor. İnsanlar dünyevi yaşadıkça saçma sa­pan düşünceleri inanç olarak bu genetik ihtiyacın kaplarına zerk ediyorlar.

Bu konu sadece benim çıkarımlarımla anlatılamaz tabii. Bir dönem, Başbakanlık Osmanlı Araştırmalarında görev yapmış çok değerli bir bilim adamımız vardı. Muhterem Ziya Uygur, dünya halklarının belleğinin nasıl bozulduğunu ta At­lantis ve Mu kavminden başlayarak pek güzel anlatır. Anlattı­ğı eserin adı “İnkılaplar-İhtilaller ve Siyonizm”. Bu değerli araştırmacı fikir adamı Tevrat’ı yozlaştıranların bozanların Mısır ve Yunan kültürlerini de nasıl bozduklarını ve yönlen­dirdiklerini anlattığı gibi İslam dünyası içine, sözde ehil tasav­vuf hareketleriymiş gibi sokulan bir takım şer tasavvufi hare­ketlerin foyasını da meydana çıkarır. Kaderilik, Cebrilik gibi onlarca İsrailiyat menşeli tasavvuf cereyanı sayar ve hak olan­larını bir tarafa ayırır.

Şimdi biraz konuyu toparlamaya çalışırsak; şimdilik bilinen en eski insani uygarlıklar Atlantis’ten ve Mu’dan düşünce trafiğine çıktık. Aztek, Maya, İnka, Toltek uygarlıklarına nasıl sıçrama yapıldığını anlatmaya çalıştık. Birinci Hermes’in bize göre Hz. İdris’in piramitleri ne amaçla yaptırdığını açtık. As­lında bu yapıların salt firavunlar için mezar yerleri olmadığını silo olarak kullanımdan çok birçok ilmi emel için kullanıldığını anlatmaya çalıştık. Ve bu amaçla binlerce yıl geleceği olsun diye taştan yapılma sebeplerine açıklama getirdik. Hatta pira­mitlerin pek çoğunun kozmik enerjiyi çeksin diye kalkerli taş­tan yapıldığı biliniyor. Öyle ki ilk önceleri üzerlerinin metal bir alaşımla kaplı olduğu ve ışığı bulutlara yansıtarak suni yağ­murlar yağması için araç olarak kullanıldığı da biliniyor. Tüm bunlar bize bilimsel bir hakikati gösteriyor. Oysa insanlara bu güne dek anlatılanlar hiç de öyle değil. İlahi verilerle yapılmış birçok eser sözde gizem tacirlerinin hurafeleri altında insan zihninde herhangi bir yere oturamadan kalıyor.

Diğer taraftan insanlık medeniyet normlarını artırdıkça bu eserlerdeki kriptoları, şifreleri çözmeye başladı. Herhangi bir insanın bu piramitleri 16. yüzyılda gezmesiyle bugün gezmesi arasında dağlarca fark olacaktır.

Tabii bunları anlamlandırırken bir takım fizik ötesi varlıkların tesirini de bilmemiz gerekiyor. Çünkü bu konular öyle tek bir boyuttan ele alınarak açıklanacak konular değil. Olayı bütüncül bir zekayla kavramak ve kavratabilmek için biraz bu işin sancısını çekmek gerekir. Beyninizdeki verilerin sık sık birbirinden dosya alışverişinde bulunması gerekiyor. Bu açık­lamayı yaptıktan sonra az evvel kullandığımız bir takım fizik ötesi varlıkların tesirine geri dönebiliriz.

Kuran’da başlı başına bir “Cin Suresi” vardır. Mahiyetlerinden bahsedildiği gibi kıyamet gününde mahşerde “insanla­rın pek çoğunu yoldan çıkardıktan için hesap vereceklerin­den” bahsediliyor. Hatta kendilerini Rab olarak tanıtacak ka­dar ileri gittikleri söyleniyor. Meseleyi örnekleriyle tetkik ettiğimizde aynen öyle olduğunu görüyoruz. Bir kere “cin” dedi­ğimiz varlıklar birer elektron, ışın ancak programlı varlıklar. Şekil ve suret alabiliyorlar. Çeşitli boyutta ve nitelikte olanları var. Yani yeryüzüne inen bir varlık nasıl ki sadece insana ba­karak burada “işte iki ayaklı iki kollu varlıklar” diyemezse, sadece zürafalara bakarak da “uzun boyunlu, dört ayaklı, ot yiyen varlıklar” da diyemez.

Eski Osmanlıca kaynaklarda özellikle İmam Şibli’nin üstatlığı bu konuda kabul ediliyor. İmam Şibli, döneminde ve döneminden önce bu konuda o kadar derleme yapmış ki, hatta cinlerle insanların bir su kuyusunu paylaşamadıklarından do­layı kadıya başvurup mahkemeye çıktıklarını bile anlatıyor. Cinlerin mahkemede görünmeyip sadece seslerini duyurduk­larını dahi teferruatıyla anlatmış. Şimdi cinlerin hayatımız içinde bizzat böyle yakın temas tasavvurları var. İşte boy abdestsiz, iç ve dış temizliğe dikkat etmeyen insanların bu varlık­ların tesiri altında kalacağını izah ederiz. Ve bunların da birçok bilimsel nedeni vardır. Yani insan üzerinde biriken negatif enerjinin suyla nasıl izole edildiği vb. Zaten hal ve hareketleri, konuşmaları da normal değildir. İnsan içindekini dışarı çıkarır. Bu konuda Mevlana Hazretleri ufak tefek sataşmalara izin ve­rir ve “Cevizi kır içini gör” der. Diğer taraftan bu ferdi arıza bir yandan fert boyutunda kalırsa tedavi edilebilir ancak top­lum boyutunda olursa işte orada dehşet bir durum ortaya çı­kıyor. Hz. Muhammed yüzyıllar evvelinden uyarıyor; “ahir zamanda insanların hayatlarını ilahi kurallara göre tanzim et­medikleri için cinlerin kontrolüne gireceği” şeklinde. Şimdi hayatını kendi belleğinde tutamayan insanlar bir defa geçmiş tarihleri hep bireylerin mesnetsiz kurguları içinde yorumlarlar. O yüzden heyetlerini bu yanlış kurgulara göre bina ederler.

Tabii bir de ışık hareketleriyle yapılan oyunlar var. Eski­den ışığın havaya dikildiğinde sonsuz bir yolda ilerlediğini görüp belli bir mesafeden ötesini göremezdik.

Bunun yanında dünyada yaşanan her gelişmeyi teknoloji­nin yardımıyla yorumlayabiliyoruz. Şimdi Ufolar’ın Kuran’da bahsedilen cinlerden gelişmiş bir türü olduğu şeklinde rivayet­ler de var. Hatta daha önce ismini zikrettiğimiz Zülkarneyn’in set çektiği duvarın ‘gök duvarları’ olduğu, Ye’cüc ve Me’cüc’ün de işte bu cinler olduğu da ifade edilmiş. İnsan dü­şüncesi sınırsızdır. Kainattaki en hızlı şey; ışıktan bile hızlı.

Bir de “sınırsız düşünme girdabı” dediğimiz bir şey var. İnsan nerede, ne derece düşüneceğini bilmezse evham dedi­ğimiz batağa düşer. Vesvese dediğimiz ve bir tür his olarak adlandırdığımız duygunun aslında “El-Vesvas” adında bir cin olduğunu İmam Şibli esefinde açıklar.

Bugünkü teknolojik aletlere baktığımızda cinlerin hayatı­mızda ve düşünme sistematiğimizdeki yerini çok iyi anlayabi­liyoruz. Uzaktan kumanda cihazına dikkat edin. Tuşa basıyor­sunuz, kanal değişiyor. İnsan beyninde adeta bu kanallar gibi programlanmış; tek sorun, kumanda cihazının sizin elinizde olup olmadığı? Yani sizi harekete geçirecek “şua”, “ışın”, “ha­reket enerjisi”ni sizin emülsiyondan geçirmeniz gerekir. Yoksa her bakış, her nesne, fiziksel veya fizik ötesi beynimize bir ey­lem planı düşürüyor. Ferdi manada kendini kontrol edemeyen insanlardan müteşekkil bir toplum maalesef işte böyle Nuh Tufanı gibi büyük ve vahim, akıllara ziyan bir terbiyeden geçi­riliyor…

Bunların hepsi eski “ilm-i huruf” denen bilime götürüyor bizi ki; bunun içinde “ebced” de var “ilm-i cifir” de.

 

Orkun Uçar: İnsanlığın başına dönersek… Hz. Adem’in ilk getirildiği zaman cin ve insan taifesindeki savaşlardan bah­sedilmiyor mu? Kuran’da cinlerle ilgili özel bir sure olması, onların aslında insan tekamülü üzerinde önemli bir yeri oldu­ğunu gösteriyor.

Hakan Yılmaz Çebi: Cinler arasında, insansı görünenleri olduğu gibi, devasa görünümde olanları da var.

Yeraltındaki cin uygarlığının Agharta olduğunu iddia edenler de var. Bu varlıkların yer altında ve yer üstünde olduğu gibi, göklerde olanları da var. Bu varlıklar, gök kapılarına ka­dar yanaşıp her şeyin yazıldığı Levh-i Mahfuz’dan yani Muha­faza edilen özel levhadan bilgiler çalıp yeryüzünde kendileriy­le temasta olan kahin, kohen, şaman gibi bir takım ezoterik ilimleri kullanan insanlara, günümüz tabiriyle, ‘servis’ ediyorlardı. Bu da işin bir başka boyutu.

Yeryüzünde yaşayanlar ise insan şekline girebildikleri gibi çeşitli hayvan suretlerini de kullanarak hareket edebiliyorlar. Tüm dünyada bu şekilde derlenmiş milyonlarca hatıra vardır. Bunun yanında ışınsal olarak dalga boyutunda hareket edenle­ri de var. Bunların yerleri de insanların beyinleri veya kalpleri. Tıpkı şeytanla münasebete girmiş bir insanın sorduğu şu so­rudaki gibi bir durumları var:

“İnsan, Şeytan’a sormuş:

İnsanın kalbindeki yerin nasıldır?

Şeytan:

Boynunu dik tutmuş her emmeye hazır kobra yılanı gibidir, demiş.”

“Peki ne zaman kalbini emersin?

denildiğinde;

İnsan ne zaman Allah’ı ve Allah rızası için bir şey yapmayı unuttuğunda veya meylettiğinde, işte onun kalbini em­meye başlarız, demiş.”

Yani zihnimizi, kalbimizi böyle kuşatmış madde ötesi var­lıklar var. Ancak bu varlıkların kontrolü bizim elimizde. İnsa­nın da fizik ötesi halleri var…

Beyin dalgaları, aurası, ruhun kılıfı denilen dedublesi.. müthiş enerji kaynakları. Hele gözler! Gözler ruhun pencerele­ridir. Yani gözlerimizdeki kozmik enerjinin değerini bilmiyo­ruz biz. İyi niyetli bir bakış tüm çevrenin havasını değiştirir. Nefesin gücünü de bilmiyoruz. Bir vaiz zikrin önemini hatırlatmak için Beyazıd Bestami’den bahsedip “O’nun günde 24 bin kereden fazla Allah” dediğini iddia ediyordu. Birkaç yıl sonra bir Bilim ve Teknik dergisinde sağlıklı bir insanın günde belli saniye aralıklarıyla 24 bin küsur kere nefes alıp verdiği yazılıyordu. Envar’ül Aşık’ın kitabı ise Allah Kelamı’nın aslı­nın ELL-AH olduğunu belirtiyordu. Yani sırlı/gizemli mesele­lerle uğraşan eser sahipleri; “He”, “Hu”, “Ah” gibi nefes sesi­nin Allah isminin aslı olduğu fakat insanların bunu dillendirebilmeleri için ELL-AH şekline çevirdiklerini izah etmişlerdi. İkinci L’nin de neden kullanıldığını insanların ismindeki tek “L”den farklı olarak El-Ahmet, El-Muhammed gibi daha say­gın olduğunu ifade etmek için kullanıldığına izah getirmişler­di. Aslında Beyazid Bestami Hazretleri günde 24 bin küsur nefes alıp verirken tüm insanlar gibi kendisinin de “E(A)LL- AH” dediğini ifade etmek istemişti. Şimdi düşünün böyle bir şuurda yaşayan insanlardan oluşan bir topluma değil madde ötesi varlıkların nüfuz etmesi kendileri bu varlıklara nüfuz ederler. Ve böyle ari zekaların, kalbi ve ruhi zekaların açığa çıktığı toplumlarda muazzam bir tarih, edebiyat, sanat ve bi­limsel gelişmelerin inkişafını görebiliriz.

Şimdi bu tarz insan zekasına nüfuz eden varlıklardan na­sıl kurtulacağımızı da izah etmiş olduk.

Cinlerle ilgili fenomenlerle insanlar eski çağlardan beri hep içli dışlı olmuşlardır. Parapsikolojik araştırmalar adı altın­da 19. yüzyılda başta Fransa olmak üzere Avrupa’da da bilim­sel olarak incelenmeye başladı. Şimdi bir çok ülke bu ilmi, Psi­şik araştırmalar merkezlerinde veya ESP (Duyu Dışı Algılama) Enstitülerinde çalışmalar yapmayı sürdürüyorlar.

Ancak gizli devlet ve topluluklar, bu metapsişik kuvvetle­ri kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyorlar. Bazen istihbarat çalışmalarında, dünyanın çeşitli yerlerinden buldukları üst seviye medyumları kullanıyorlar. İsrail bu konuda çok ileri, hatta metafizik istihbaratçı olarak yetiştireceği çocukları daha anne karnında bile takip ediyorlar. Çocuğun onlar için doğacağı gün ve tarih çok önemli. Bu tarihlerde doğan çocukları 6 yaşında Şabat’ta vaftiz ettikten sonra özel bir eğitimden geçiri­yorlar. Kabollo denilen bir teşkilat bu çalışmaları gizli ola­rak sürdürüyor.

Medyumlarla yapılan psişik deneyler, uzaktan zihin kontrolü çalışmalarına da ön ayak olmuştur. Atlantis ve Mu uygar­lığında da medyumik istihbarat ve uzaktan zihin kontrolü üzerine çalışmalar yapıldığı düşünülüyor.

Beyin frekansları tıpkı radyo frekansları gibi tespit edilip zihne yükleme yapılabiliyor. Tıpkı ışığın bir noktada toplan­ması gibi ses de bir noktada toplanıp kalabalıklar içinde dahi sadece bir insana yönlendirilebiliyor. Düşünsenize, kulağınızın dibinde size sürekli olarak telkin de bulunan birisiyle gezi­yormuş gibi oluyorsunuz? Dünya silah sistemleri artık konvensiyonel silahlardan bu alana kaydı. Elektronik ve Sinyal istihbarat her geçen gün akıl almaz teknikler gerçekleştiriyor.

İstihbarat teşkilatları radarlarla tespit edemedikleri birçok şeyi sürrealist güçleri kullanan insanlarla sağlamaya çalışıyor. Bir zamanlar 10 bin fitten uçan bir ABD uçağı kaybolunca, Amerika bu teknolojinin ele geçmemesi için her yolu denedi ancak uçağı bulamadı. Bu defa Rusya’dan pek meşhur bir medyumu kaçırdı. Bu şahıs uçağın yerini tesbit etti. Ancak iş işten geçmişti, zira Çin uçağı bulmuş ve şimdiden teknolojisini çözmeye başlamıştı bile…

Orkun Uçar: Bir yandan da bu ilimlere sahip olduğu söylenen gizli tarikatlardan, bugüne gelmiş bazı bilgileri saklayan insanlardan bahsediliyor. Bu gizli tarikatlar içinde Masonların sırlarının esasında Hiram Usta’dan değil, ondan da ön­ce, Atlantis ilmi olduğu söyleniyor. Aslında güçlü ve kadim bir sırları olduğuna inanmak mümkün değil. Mason locaları sadece İngiltere’nin dünya hakimiyeti için 18. yüzyılda kurul­muş ama bunu eski tarihe dayandırmak istemişler. Belki Ma­sonlar içinde çok küçük bir kısım bazı sırlara sahiptir.

Tamam; bazı bilgiler var, tarikatlar, gizli örgütler bunları saklıyor. Öyleyse bu eski bilgiler, İskenderiye kütüphanesinde yanan bu kitaplar Kleopatra’nın işine niye yaramadı? Mısır’a niye yaramadı? Mısır medeniyeti o kadar büyüktü de Mısır medeniyetinin sonu niye geldi?

Pratik olarak şunu sorgulamak gerek; bir geçmiş var, bazı bilgiler var insanlık tarihinde… Günümüzde bunun bize fay­dası ne? Bunu nasıl kullanacağız, bu tarikatlar niye kuruluyor? Atlantis ve Mu’yu bu gizli bilgiler yok etmiş. Gizli ilimlere, ökültizme meraklı olanlar felaket getirmiş; Hitler gibi.

Hitler’in belli bazı ökültist grupları kullandığı veya onlar tarafından kullanıldığı söylenir.

Şimdi sonuçta bu bilgileri bilmek ya da bu bilgilerin birazına sahip olmak ne götürür, ne getirir? Acaba bu bilgiler niye bizden saklanıyor? Bizden saklayan bir tarikat mı?

Komünizm ve kapitalizm eksenli soğuk savaş bittikten sonra medeniyetle savaşı yaşıyoruz. Haçlı seferi gibi bir tabir kullanılıyor tekrar. Şimdi geldiğimiz noktada II. Ortaçağı yaşı­yoruz. İnanç bir sektör oldu. Realyanlar, Siencetoloji gibi sahte tarikatlar var. Bu kakofoni içinde o bilgiye sahip olanları fark etmemiz gerekmez mi? Bu bilginin bir kere hayata yansıması alanında bir fark görmemiz gerekmez mi? O bilgiye sahip olanlar kendi sonlarını hazırlamışlarken bizim bunları bilme­miz, bu bilgilerin insanlığa katacağı şeyler nelerdir?

Hakan Yılmaz Çebi: Bu kadar teknolojik gelişmeye, sözde muasır medeniyeti yakalayan insanoğlunun niye bu felaketleri hak ettiğini bir nevi analiz etmek gerek.

Önce Allah’ın uyarılarına bakmak gerek. Kitap boyunca sık sık hatırlatmak istedik; eseri en iyi eser sahibinin bileceğini. Bu yönüyle kriterleri var; bu kriterlerin dışına çıktığınızda ceza müessesi çalışmaya başlıyor.

Tüm açıklamaları yapmadan önce içimizde taşıdığımız soyut varlığı yani “nefs”i çok iyi tanımamız gerekiyor. Bu konuda yazılmış en ciddi eserleri takip etmeliyiz. Allah, insanı yarattıktan sonra “nefs”i yarattı ve onu bir imtihandan geçirdi. Tabii bu imtihan bize aktarılırken, nefsi anlamanın onunla mücadele etmenin stratejisini bulmamız isteniyor.

Allah nefse sordu: “Elestü bi Rabbüküm, ben rabbin değil miyim?”

Nefs cevap verdi: “Sen sensin ben de benim…”

Uzun bir azaptan geçirildi, dağlandı, yakıldı vs. tekrar so­ruldu aynı cevap. Yine uzun bir azaptan geçirildi yalnız bıra­kıldı, her şeyden tecrit edildi. Yine aynı cevap. Ve sonunda aç bırakıldı. Bu açlığın sonunda boyu eğdi ve, “Ben aciz, sana muhtaç bir varlığım, sen kainatın ve benim sahibim Allah’sın,” dedi.

Bu kıssada geçen nefsin açlıkla dizginlenmesini tüm dün­ya halkları için bir strateji olarak kullanıyorlar. Diyorlar ki ne­fis sadece açlıkla kontrol edilebildiğine göre, bizler de dünya halklarını açlıkla kontrol edebiliriz. Kimler diyor bunu? Em­peryalistler tabi.

İşte bu yüzden açlık ve tokluk denen iki dürtüyü ellerinde bulunduruyorlar. Bu yüzden yeraltı ve yerüstü para kaynakla­rına histerik derecede sahipler. Bu yüzden savaşlar çıkıyor, insanlar ölüyor. Bugün domatesinizden tutun buğdayınıza kadar bütün ürünler modifiye ediliyor. Üç kullanımdan sonra başak vermeyen tohumlar laboratuar ortamlarında üretiliyor.

Kuran’ı Kerim’de Hz. Yusuf’un kıssası var. Bu kıssada, Hz. Yusuf’un bir rüyasından bahsediliyor ve bu rüyanın tevi­linde 7 yıl bolluk ve 7 yıl kıtlık olacağı açıklanıyor. Bunun üze­rine 7 bolluk yılında tüm silolar dolduruluyor. Neticede 7 kıt­lık yılında tüm devletler ve insanlar Mısır’ın kapısında medet dilenir hale geliyor. İşte önümüzdeki günler için planlanan da bu. Üstelik bunu Dünya Ticaret Örgütü adı altındaki teşkilatla yapıyorlar. Tüm dünya halklarının elinde geliştirilmiş tarım ürünlerini “Zihinsel Mülkiyet Hakları” adı altındaki yaptırımlarla ellerinden alıyorlar. O ülkeye veya bölgeye ait olan tarım ürününün bile patentini aldıkları için siz kendi ürününüzü bile yetiştiremiyorsunuz.

Akabinde dünya nüfusunun sürekli artması bu kendileri­ni Yeryüzü Tanrıları gibi görenleri rahatsız ediyor. Dünya nü­fusunu iki milyara düşürmek için planlar hazırlıyor. Kuş gribi, sars virüsü, AIDS gibi laboratuar ortamında hazırlanan ölüm­cül mikroplarla salgın hastalıklar oluşturuluyor. Biyolojik terör çalışmaları hakkında halka yeterince bilgi verilmiyor.

Kur’an’da genel planda en çok iki milletten bahsedilir. İnananlar/Müminler ve İsrailoğulları. Neden İsrailoğulları denmiş?

Hz. Yakup’a attıkları mitolojik bir iftira bu. Peygamberlerini bile kendi sapık zihniyetleriyle tasvir etmişler. Tıpkı Hz. Süleyman’ı büyücü olarak adlandırdıkları gibi. Sözde, Yakup Allah’ın kaderine karşı geliyor ve bu kaderi yönlendirmek için onunla güreşmek istiyor. Kazanırsa kaderine hükmetme ayrı­calığını alacaktır. Neticede güreşiyorlar ve Yakup Tanrı’yla (burası biraz muallaktır) yenişemeyip berabere kalıyor.

Tanrı ile yenişememek ne demek? “En azından yenilme­yecek kadar güçlüyüm,” demektir. Burada da şeytanlık yapıp belki yandaş bulamazlar, diyerekten bu kısmı ayarda tutmuş­lar. Neticede İbranice’de Tanrıyla güreşen manasında kendile­rine Yakup’tan dolayı İsrailoğulları denmiş. Kuran bir çok kavmi ve peygamberi kimlik isminin dışında halk indinde bi­linen ismiyle anar. Bir insanın isminin ne olduğundan çok na­mının ne olduğu önemlidir. Yani ortaya nasıl bir kimlik koy­duğu ve toplumda nasıl tanındığı…

Nuh Tufanı’nı öncesine kadar geri gelelim. Bu zihniyeti çözebilmemiz için bu gemide geçen bir diyaloğu vermenin yararlı olduğuna inanıyoruz.

Hazreti Nuh, tufanın Tennur’un feveran etmesinden anlamış, son bir kez gemiyi denetlemek istemişti. Nuh, gemide hiç bilmediği, sünepe, üstelik davet etmediği birisini görmüş. Kendisine sert çıkıp derhal inmesini söylemiş. Bu yaşlı ve mendebur adam kendisinin Şeytan olduğunu söyleyince Nuh kendisini tepelemek istemiş. “Hem dünya insanlığını yoldan çıkarıyorsun, felaketlere sebep oluyorsun hem de utanmadan gemiye binip kurulacak yeni uygarlıkları zehirlemek için bi­zimle geliyorsun” demiş.

Şeytan hiç oralı olmayarak:

Biliyorsun, ben Allah’tan izinliyim. Hani benim kıyame­te kadar izinli olduğumu söylemişti ya! Ne çabuk unuttun? demiş

Hz. Nuh üzgün; ancak mecburen bu cevap karşısında sus­muş.

Şeytan:

Bak, öyle suratını asma, canım! Bizim de yol ücretini ve­recek bir şeyimiz vardır elbet! deyince, Nuh:

Senin verecek hayırlı neyin olabilir, pis lani!.. demiş.

Şeytan da:

Bak, benim yeryüzünde tüm insanları yoldan çıkardığım beş silahım (stratejim) vardır. Bunların üçünü sana öğretece­ğim ancak ikisini öğretmeyeceğim. Bunları evlatlarına öğretir­sen ve demuygularlarsa onlara hiçbir zararım dokunmaz, demiş.

Nuh:

Tamam, Ey Lani (lanetlenen)! Neymiş bu üç şeyin? diyecekmiş ki, Cebrail Aleyhisselamı görmüş.

Cebrail:

Ona söyle; sana öğreteceği üç şey kendine kalsın, öğretemem dediği iki şeyi söylesin…

Nuh hemen Şeytan’a aynen demiş. Şeytan şaşırmış.

Bunu sen akıl edemezsin, sana kim söyledi? Demiş.

Nuh:

Cebrail, diye cevap vermiş.

Şeytan, kendi kendine “demek ki bu Allah’ın istediği bir şey” diyerek ve devam etmiş:

Bak, benim bu iki silahımla yoldan çıkaramadığım pek nadir insan olmuştur. Tüm uygarlıkları perişan eden, toplum­ları birbirine düşürdüğüm şu iki şeydir.

Nuh, daha fazla dayanamamış:

Haydi söyle, söyle artık! demiş.

Şeytan, kibirli bir sesle:

Hırs ve Kışkançlık! demiş.

Nuh, henüz bu iki silahın ne kadar güçlü olduğunu anla­yamadığından:

Nasıl yani? demiş.

Şeytan sormuş:

Hz. Adem’i cennetten ne çıkardı?

Nuh:

Ne çıkardı?

Şeytan:

Hırsı değil mi?… Allah ona o kadar güzellikler, mekanlar, sonsuz imkanlar bahşetti; sadece ve sadece tek bir şeye dokunmamasını istedi. Buna rağmen gözü doymadı, uzana­mayacağı, haddi olmadığı şeye uzandı. Üstelik o kadar akıl almaz nimetler içindeyken.

Nuh atası Adem adına üzülmüş. Çünkü bu hırsın çok pa­halıya mal olduğunu anlamış. Ancak yine soramadan ede­memiş:

Peki ya kıskançlık?

Şeytan kısa bir cevap vermiş:

BEEEEEN!…

Nuh yine şaşırmış:

Nasıl?

Şeytan:

Ben Allah’ın indinde değerli, âlim bir varlık değil miy­dim? Üstelik yeryüzünde daha önce yaşamış ve yoldan çıkmış kavimlerin halini görmüştüm. Onların arasından seçilmiştim. Buna rağmen Allah’ın eşrefi mahlukat dediği insana sırf onun sanatına yoktan var etmesine hürmet etmek yerine; çamurdan yaratılmış diye terbiyesizlik ettim. Oysa biliyordum ki Allah en adi şeyden bile en değerli şeyi yaratabilir. Buna rağmen aklımı kontrol edemedim, kıskandım ve sanatına hürmetsizlik ettim. Gördün mü kıskançlık beni ne hale getirdi? İnanan her­kesin lanet ettiği, Allah’ın katından kovulmuş adi bir varlık, deyip oradan uzaklaşmış.

Bir de insanları ve devletleri yoldan çıkaran hakimiyet dürtüsü var. Bu konuyu araştırdığımızda bu hakimiyet dürtü­sünün hem adalet, birlik, eşit paylaşım, hakça idare olduğu gibi insanları sömürmek için de kurulabildiğini görüyoruz. Hak ve batıl burada da karşı karşıya.

Araştırmacılar yeryüzünde 4 kişinin dünyaya hakimiyeti kurduğunu söylerler. Bunların ikisi ilahi menşeli olup Hazreti Süleyman ve Zülkarneyn. Diğer ikisi de Nebukadnezar ve Bühtünnasr. Bazı rivayetler bunların aynı kişiler olduğunu da söyler. Bu iki isim ise hegomonik, zulmeden Nemrut Krallarını temsil ediyor.

Buradan, az evvel değindiğimiz masonik yapılanmanın kurucusu Hiram Usta’ya gelmek mümkün. Hiram Usta’yı çözmek için önce Kral Süleyman dedikleri Hz. Süleyman’ı te­ferruatıyla anlamak gerekiyor. Ondan sonra da bu bilge kralı dünyaya nasıl tanıttıklarına da değinmek. Böylelikle dünya tarihinin nasıl yanlış bilgilendirildiği bir kez daha örneklenmiş olur.

Hz. Süleyman iktidar olduğunda, insanlar bütün işlerini adeta büyüyle görmeye çalışıyordu. Süleyman öncelikli olarak kullandığı metafizik güçlerle yeryüzündeki büyü reçetelerini toplatıyor, pek çoğunu yaktırıyor, bir kısmını ise tahtının al­tında saklıyordu. Demek ki bu ilmin yeryüzünden tamamen kalkması istenmiyordu. İnsanlığın büyüyle imtihanı henüz bitmemişti demek?!

Hz. Süleyman öldüğünde, kavminin ileri gelen bir takım hahamları bu büyüleri tahtın altından çıkardılar ve Resûllüğünü bilmelerine karşın ona iftira atmaya başladılar. Süleyman’ın bu ihtişamlı saltanatını büyüye dayandırıyorlardı. Büyü reçeteleriyle tüm dünyaya hakim olduğunu sanıyorlardı. Öyleyse “biz de olabiliriz” niyetiyle hareket etmeye başladılar. Her şey o zaman değişiyor ve ortaya Kabala değimiz bir büyü, büyü­cülük ilmi çıkıyor. O günden bu yana dünya bu büyülerle ida­re edilmeye çalışılıyor.

Orkun Uçar: Bakara suresinde; yeryüzünde iki ilim var, biz bu iki ilmi Harut ve Marut ismiyle indirdik, diye bu gizli ilmin bir imtihan vesilesi olduğundan söz edilir.

Yasak Elma’nın yenilmesini de, Yunan ve Roma mitoloji­sindeki Pandora’nın Kutusu’na, Ikarus’un güneşe yaklaştığı zaman kanatlarının yanıp düşmesine, Prometheus’un ateşi çalıp insanlara vermesine benzetebiliriz.

Nasıl bir ateş çalıp insanlara verildi, acaba burada üstün bir gökyüzü kenti mi vardı ve ilkel insanlara bir bilgi mi indi? Veya Pandora’nın Kutusu açıldı da laboratuarda üretilen has­talıklar mı yayıldı yeryüzüne? Ikarus gökyüzünde gezen bir uçan araç mı kullanıyordu? Bunlar da gizli ilimler ve maji içe­rikli olaylar olabilir.

Harut ve Marut’un yeryüzüne büyüleri getirmesi üzerin­de pek durulmuyor. Araştırmacı yazar Murat Bardakçı şunları yazmıştı:

“İsimleri Bakara suresinde geçen Harut ve Marut adındaki iki meleğin öyküsü zamanla efsane halini almış, söylentiler dini konu­lardan edebiyata kadar uzanmıştır. Kur’an’ın dışında kalan bütün bu rivayetler aslında İsrailoğulları ‘ndan alınmadır.

Harut ile Marut hikayesi efsanelere girmiş, haklarında birçok söz edilmiş iki meleğin öyküsüdür.

Rivayete göre; Harut ve Marut, İdris yahut Süleyman peygam­ber zamanında insanoğlunun kötülüklerine dayanamamışlar ve Tan­rı ‘ya şikayette bulunmuşlar. Tanrı, ‘Ben onlara şehvet verdim. Size de versem, onlardan kötü olursunuz!’ demiş. Melekler kötülük etme­yeceklerine dair söz vermişler. Tanrı her ikisine de şehvet vermiş ve Babil’e inmişler.

Kur’an’da ikinci sure olan Bakara suresinin 102. ayetinde bun­lardan bahsedilmektedir: Harut ile Marut, Babil’de halka sihir öğ­retmeye başlarlar. Öğrenmek isteyenlere önce ‘Biz, Tanrı tarafından imtihan için gönderildik. Sihir öğrenen kafir olur’ derler ama gelen­ler ısrar ederse sihir yapmayı öğretirler.

Kur’an dışındaki bir rivayete göre ise; Harut ile Marut, Babil’de bir kadına âşık olurlar. Kadın bunlara teslim olmak için şarap içmele­rini yahut putlara secde etmelerini şart koşar. Şarabı seçerler ama içtikten sonra putlara da secde ederler. Tanrı, kadını bir yıldız yapar, her iki melekten de dünya azabıyla ahret azabı arasında seçim yapma­larını ister. Dünya azabını seçtikleri için halen ayaklarından başaşağı olarak Babil kuyusunda asılı durmaktadırlar. Halk, güya bu kuyu­nun kenarına gidip sihir öğrenmeye devam etmektedir.

Başka bir rivayete göre ise hadisenin kahramanı Harut yahut ‘Aza’, Marut yani ‘Azaba’ ve ‘Azriyail adlı üç melektir ve insanları kınadıkları için Babil’e gönderilmişlerdir. Üçüncü melek gelişinin daha ilk günü zayıflığını anlayıp Tanrı’dan af diler ve tekrar göğe çıkar. Diğer ikisi, âşık oldukları kadına ism-i azamı öğretirler, kadın göğe çıkar ama Tanrı onu bir yıldız yapar, iki meleği de Babil kuyusunda asılı bırakır.

Temsili Resim. Harut ve Marut kıyamete kadar bir kuyuda başaşağı bağlı olarak cezalarını çekmektedirler.

Bütün bu rivayetler İsrailoğulları’ndan alınmadır. Tevrat’ın ‘Tekvin’ kısmında adları Şamhazay ve Azael olarak geçer. Sözü edi­len Kadın ise Zühre yani Nahid’dir. Ermenilerin de eski devirlerde Horut ve Morut adında iki mabudları vardır.”

İnsanlığın toplu hafızasında kalan korkutucu birçok unsur, kurt adamlar, vampirler, ecinniler, büyücüler esasında karanlık dönemden insanların hafızasında kaldı. Belki de “Dr. Monroe’nun Adası” adlı filmdeki gibi eski çağlarda bilim veya büyü yoluyla deneyler yapıldı. Karanlık çağlarda efsaneleri doğuran, insanlığa büyük acı veren güçlü krallar veya planlar oluştu. Böyle kayıp çağlar var.

Geleceğe bağlı korkularımız da acaba geçmiş dönemdeki korkularımızdan kaynaklanıyor, geçmiş korkularımız genetik olarak insanlık hafızamızı etkiliyor olabilir mi? Mesela birçok insan, robotlar tarafından ele geçirilmiş veya insanlığın köle edilmiş olduğu bir gelecekten korkuyor…

Hakan Yılmaz Çebi: Bu “giz” ilmi, daha doğrusu “giz imtihanı” Harut ve Marut denilen melek şeklinde iki melekle yeryüzüne indi ancak bu ilmin bir imtihan vesilesi olacağı kendilerinden bu ilmi talep eden herkese öğretildi. Bugün de bu tarz ilmi veren iyi insanlar, seçtikleri insanlara bu ilmi kötü niyetle kullanmayacaklarına dair kaç defa yemin ettirirler; an­cak insanoğlu ihtirasların varlığı. Akıbetini bile bile bu ilmi azami derecede suistimal edebiliyor.

“Geçiş Formu” denilen varlıklardan bahsetmek mümkün elbet. Ciddi ilim adamları mütekamil insan yani adem oluşana kadar oluşmuş geçiş formlarının olmadığından bahseder. Yani balıktan sürüngene, sürüngenden maymuna, maymundan ilkel insana, ilkel insandan da bugünkü görünümündeki insa­na geçebilmek için arada bir takım geçiş formlarının olması gerekir. Bir balık bir anda sürüngen olamaz. Haliyle hayal mahsulü karışık zihinlerin tezleri bunlar. İkincisi; bir geçiş formu olduğunda, o ara varlıkla asıl varlık arasında bir çatışma çıkmaz mı?

Şimdi bugünlerde bir takım insanlar çıkıp “İnsansı” de­dikleri varlıklardan bahsediyorlar. İnsanın evvelinde bu gelişmemiş varlıklar varmış. Bu tarz insanların kendilerine dik­kat! Çoğunlukla cinlerle uğraşan insanlardır bunlar. Bunlar bir süre bu varlıkları kullanırlar; ancak kullandıkları cinler hep tetiktedirler, zira kullanılmayı kendilerine yediremezler. Ama şifreleri başkalarının elindedir. Günü geldiğinde kendilerini kullanan insanları yanlış yapmalarını beklerler ve aradıkları fırsat ellerine geçtiğinde bu defa onlar bu insanı sezdirmeden kullanmaya başlarlar. Ona öyle bir yükleme yaparlar ki adeta ayaklarını yerden keserler. Adam “ben neymişim?!” demeye başlar. İşte bu tarz iddiaların ardında “ben neymişim” diyen adamlar vardır. İnsanlık tarihi ve öncesi ilahi eserlerde açıkça anlatılmış. Adem yeryüzüne indirilmiş ve bir batında doğan kardeşler diğer batında doğan diğer kardeşlerin farklı cinste olanlarıyla evlenerek çoğalmış.

Tamamen İsrailiyat kokuyor bu tarz çıkışlar. Halihazırda İslam dinine format atmak gibi bir gündem var ortada. Protes­tan Müslümanlık çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Bu modeli taşıyacak, yaşatacak, kullanılmaya müsait tiplere ihtiyaç var.

Az önce masonların simgesi olan Hiram Usta’dan bah­setmiştik. Hiram Usta, “zihin işleyen usta”yı simgeler! Hiram Usta’nın elindeki örs, insanların zihinlerinin masonik lobilerde dövüleceği yerleri; çekiç de telkin araçlarını, yani medyayı temsil eder.

Orkun Uçar: “G”nin de Geometri değil Gaia olduğu söylenir. Bir de Hiram Usta niye çırakları tarafından öldürülmüştür, bu da muallak.

Hakan Yılmaz Çebi: Şer de olsa elde ettikleri ilmi reddemeyiz. Bir kere çok profesyonel organize oluyorlar. Şimdi bunların 33 dereceli masonik bir yapılanma modelinden bahsediyoruz. Hiçbir ülkede bu 33 basamak tamamen sırlarıyla birlikte öğretilmez. Bir takım derecelendirmeler her ülkeye göre eksik bırakılır. Diyelim 7 ile 13 arası derecelendirme ve sırları Türkiye’de “es” geçilirken, Fransa’da 5 ile 9 arası “es” geçilir. Bu her ülkede farklı farklıdır. Niye tamamen sırlarının anlaşılmasını istemiyorlar? Çünkü sistemin çözülmemesi ge­rekiyor. Hep bir gizem içinde kendi kendine karizmatik dün­yalar kuran bir varlık olarak yaşasın diye?

Bunun yanında tüm bu derecelerin üstünde bir de 34. derece var. Bu makama geçmiş bir insan şeytanla trans yapa­biliyor ve bu trans sırasında sol elini 3, sağ elini ise 4 yaparak 34. dereceye ulaştığını ifade eder. Bu, şu anda şeytan içimde, ağzımdan çıkan her şeyi not edin demektir. Bu durumda üstad mason tıpkı saralı bir insan gibi sürekli titrer, dişlerini sıkar ve ağzı köpükler içindedir.

Ayrıca “G”nin anlamı Siyonistlerce çok önemli. “Şeytan’ın Hakimiyeti”nin harfsel anlatımıdır.

“GRAM” en büyük şeytanlarının adıdır. Onun için bir çok markanın veya deyimin içinde bu ismi hakimiyet kurmak için sinsice yerleştirirler. İnsanlar da bu ismi bilmeden kullanırlar. Ayrıca mason localarındaki gönye ambleminin içinde hep bu “G” harfi vardır. Üstelik A.B.D’nin İran’ı vurmak için geçtik­leri alarm durumu da “G” alarmıdır!..

Şimdi bu açıklamadan sonra geniş açı değerlendirdiğimiz konuya dönecek olursak, işte Mu’nun da Atlantis’in de sonu­nu bu insansı şeytanlar getirdi. Diğerleri ise korkaklıklarının, teslimiyetlerinin bedelini onlarla birlikte ödedi. Bir avuç seçil­miş hariç.

Genelleme yaparsak, yeryüzünde belli başlı belirgin iki karakter var. Çakallar ve Arslanlar. 18. yüzyıl emperyalizm çağının başlamasıyla birlikte yeryüzünün iklimi çakallara uy­gun hal aldı ve o günden bu yana yeryüzüne çakallar hakim oldu. Şimdi konjonktür arslanlardan yana dönmeye başladı.

Ve çakallar yeryüzünden ya silinecek ya da dağlara çekilecek­ler. Zira Arslanlar mağaralarından çıkıyor. Bu açıklama birçok felsefeci tarafından bu şekilde yapılıyor. Herkes dünyada yeni bir dönemin, güzel bir dönemin başlayacağında iddialı. Şahsen bu konuda sır kitabımızın Metafizik İstihbarat verilerine ait bölümünde 144 Bin, Alnı Mühürden bahsettik. Bu bir yö­nüyle bir müjde. Zira dünyayı dönüştürecek adamlar bunlar.

Orkun Uçar: İsrail’in yeni dünya düzenindeki yeri, sırları nedir? Birçok şeyi yönlendiriyor, yönlendirmek istiyor.

Öte taraftan dünyaya hakim olan iki kötüden biri olarak saydığımız Nebukadnezzar, İsrail’in en azılı düşmanlarından biri sayılıyor…

Bu isim Kudüs’ü ele geçiren, tapınağı yıkan, Yahudilerin bir kısmını da sürgün olarak Babil’e götüren adam… Derler ki, bugünkü Yahudi milletinin dünyaya yayılmasında, kültürleri­nin kaybolmamasını sağlayan Talmut kanunları Torah Babil’de oluşturuluyor ve orada büyük kötülük örgütü Babil Kardeşliği kuruluyor.

Yahudilerin bugünkü kültürlerinin temelini oluşturan kin ve insanlık düşmanlığı oradan mı kök buluyor acaba?

İsrail tarihi çalışılmış, kurgulanmış, ustaca yontulmuş bir iş gibi gözüküyor…

Peki, İsrailoğullarının Atlantis ve Mu gibi eski efsanelerde yeri var mı? Çünkü görece yeni bir ulus bu. Hz. İbrahimin oğlu Hz. Yakup, İsrail adını alıyor, oradan çıkıyor, ondan önce bir şey var mıydı? Bu soruların cevabını bulmak gerek.

Hakan Yılmaz Çebi: Milis General Cevat Rıfat Atilhan, Hitler’le birlikte dünyada en büyük Yahudi düşmanı olarak kabul edilir. Cevat Rıfat Atilhan’ın bir istihbarat subayı olma­sının yanında, Yahudiler ve gizli çalışmalarıyla ilgili 72 eseri vardır, Kendisi tam donanımlı bir İsrail uzmanıdır.

– “İsrailoğlu” kelimesinden yola çıkarsak, bir takım açıkla­malar yapılabilir. Atilhan, “İnsanlığın Katili Siyonizm” adlı eserinin ilk bölümünü, Beni İsrail Kabilesi’ne ayırır. Bunların tarihin göçebe ve bedevi bir kavmi olduğundan dolayı doğru dürüst tarihlerinin yazılamadığını söyler. Hatta Sümer tari­hinde adlarının “Habiru” yani “Hırsız” olarak geçtiğine vurgu yapar. Ve bu kavmin en belirgin özelliğinin, üretmeden kazanmak yani başkalarının emeğini pazarlayarak, sömürerek kazanmak olduğuna örnekler getirir. Zaten Avrupa’ya yayıl­dıklarında feodal dönemin ağalarının yanında yine bu tarz parayla iştigal eden işlerde çalıştıklarını görüyoruz. Feodal Avrupalı ailelerin vekilharçları olan bu adamlar, aynı zaman­da da tüm Avrupa’ya büyücülüğü yaymalarından dolayı bir­çok defa giyotinle cezalandırılmışlardır. Avrupa’da milliyetçi­lik akımı altında bölücülük yaparak devletleri parçalayanlar da bunlardır.

Orkun Uçar: Aslında “İsrailoğlu” diye bir kavmin olma­dığı da söyleniyor. Akhenaton adlı bir Mısır firavunu M.Ö. 1372-1354 yılları arasında tek tanrılı bir din kuruyor. Bazı teori­lere göre Hz. İbrahim’in Akhenaton olduğu, Musa’nın da bu­nun prensi olduğu söyleniyor. Hatta birkaç tane Musa var. Yaptıkları Tevrat’taki Musa’ya çok uyan Mısırlı bir generalden bahsediliyor:

Mısırlılar, Akhenaton öldükten sonra eski dinlerine dö­nerken, rahipler tarafından bu firavun neredeyse lanetleniyor. Onun inancında kalanlar sürülüyor. İşte bir görüş bunların İsrailoğlu olduğunu söylüyor. Bu bir görüş, fakat terslik şu: Akhenaton’un dini Yahudi dinine benziyor ve kaynaklık ede­bilir ama tersten baktığınızda Kenan ilinden gelen Hz. İbra­him’in soyunun tek tanrılı Akhenaton dinine kaynaklık ettiği daha akla uygun.

Daha sonra Babil kralının oluşturduğu bir askeri birlikten, bu birliğin adinin “İsrail Efendinin Savaşçıları” anlamını taşı­dığından bahsediliyor. Komutanlarının adının Musa olduğu bir tür askeri birliğin, İsrailoğlu kabilesini oluşturduğu söyleniyor. Hatta “Mısır’dan çıkış” adı verilen olayın Mısır’da değil, Babil’de gerçekleştiği ama hahamların Babil kısımlarının Babilde esaret altında olduklarından dolayı Mısır diye değişti­rildiği söyleniyor.

Hakan Yılmaz Çebi: Bir Türk tarihi, bir Çin tarihi gibi oturmuş yerli yerinde bir kültür bulamıyoruz karşımızda. Cevat Rıfat Atilhan’ın eserleri bu konuda hayli yeterli açıklamalarla doludur. 1950-70 yılları arasında yazılmış bu eserlerde o za­manlardan öngörülmüş birçok konu hayret verecek derecede gerçekleşmektedir. Bir insan, Musevi olarak doğabilir ancak Siyonist bir Yahudi olmak ayrı bir şey. Bu bir tercih meselesi. Bir insanın Musevi olmasını kınayamazsınız ancak Siyonist olmasını da hoş göremezsiniz. Siyonizm, şovenist bir yapılan­madır. Ve dünyayı felakete sürükleyen gizli güçleri kullanan ezoterik bir yapısı vardır.

Karşımızda tam bir emperyalist zihin var. Avrupa’da kralların ve feodal derebeylerinin vekilharçları bunlar. Osmanlı döneminde, özellikle Kanuni döneminde saraya sızmalarına rağmen yine de toplumu sömürmeyi maharet bildiler. Zaten gizlenen Tevrat yasaları kendileri dışında her insanı sömürebileceklerini söylüyor. Nitekim onlar da Osmanlı İmparatorluğu tebaasıyken altın paraları dahi sağından solundan tel makaslarıyla kırpıp biriktirecek kadar aç gözlü ve hırsızdılar. Dünya tarihinde medeniyet kurdukları tek bir tarih var. O da yaklaşık 70 yıl süren Hz. Süleyman devri. Ancak, Süleyman öldüğünde ona dahi büyücü diyecek kadar nankördüler. Bunun yanında eski kaynaklarında Süleyman’la Hiram Usta’yı sinsice karşı karşıya getiren kıssalardan bahsederler. Bu kıssalardan birin­de, Hiram’ın yüz binlerce amele alayını idare edip tek bir ba­kışta kontrol edip yönetmesini “Süleyman’ın adeta nutku tu­tuldu” diye keyifle tasvir ederler. Kendi peygamberlerine dahi böylesi bir nankörlüğü sergileyen Siyonist düşünceye karşı tüm insanlığı uyarmak kutsi bir vazife olsa gerek.

Orkun Uçar: Tapınak Şövalyeleri de aslında bir tür masonik yapılanma şeklinde varlığını ortaya koyuyor.

Bilim kurgu yazarı Isaac Asimov’un “Vakıf” adlı ünlü bir serisi vardır. Vakıf serisinde şöyle bir hikaye anlatılır:

10 bin yıllık bir galaksi imparatorluğu çökmek üzeredir. Hari Seldon adlı bir bilim adamı çıkar, “psikotarih”le yani ma­tematik yoluyla galaksi imparatorluğunun çökeceğini görünce bir ansiklopedi yazılması gerektiğini düşünür ve çok uzak bir ortamda kaynakları yetersiz bir gezegen kullanır. Birinci vakıf kaynakları yetersizdir ama bilim gücü vardır, etrafındaki kral­lıkları yavaş yavaş ele geçirir. Bu sırada gizli olarak ikinci vakıf da kurulur. O da zihinleri kontrol eden bir vakıftır.

Çok güçlü bir düşmana karşı birinci vakıfa yardım eder ikinci vakıf… Fakat birinci vakfı yönetenler zamanla “bunlar bize niye yardım ediyor?” derler, herhalde kendi çıkarları için. Orada elli kişinin asıldığı bir olay olur.

Şimdi dünya masonlarının liderliğini yapmış Isaac Asimov bu seriyi gençken yazmış ve bazı insanlardan yardım almış. Astounding Magazines editörü John W. Campbell’ın himayesinde yazdığı belirtiliyor bunları.

Tapmak şövalyelerinin yok edilmesi sırasında 50 kişi kur­ban seçilir, bunların başı Jacques De Molay. Yüzyıllar sonra Fransız ihtilalinde kralın başı giyotine giderken kalabalıktan birinin, “Jacques De Molay, öcün alındı!” diye bağırmış.

Masonların veya Tapınak şövalyelerinin amacı, yeni tek dünya imparatorluğunu kurmak. Roma imparatorluğundan sonra tek dünyayı yönetecek yeni Roma imparatorluğunu kurmak; bütün plan bu. İskoçya’da Masonluk kuruluyor, Al­manya’da Gül Haç, Portekiz’de Katharlar … Bunların hepsi Tapınak Şövalyeleri’nin devamı olan planın parçaları ve planı gerçekleştirmek için hareket eden kimseler.

İlluminati kuruluş noktasında, aslında Luther ayaklanmasıyla ilgili. Yani “aydınlanma” adını alıyorlar. Bunlar için Lucifer yani Şeytan da ışık getirendir. Buradaki esas amaç, kilisenin baskısını, enginizasyonu yıkmak.

İlluminati, Almanya’da 1776’da kuruluyor. Fakat öncesi İtalya’ya dayanıyor. Daha sonra Masonlarla birleşmeden bah­sediliyor, fakat esasında hiçbiri değişmiyor, İlluminati’nin bir bilim tarikatı gibi algılanması, ışık getiren nisbetinde, bu bilimi dinle çatıştırma noktasında bir örgüt olduğunu düşünebiliriz. Vatikan’a ve Papa’ya karşı çıkan bilim adamları yani.

Günümüze gelirsek, II. Ortaçağ yaşanıyor artık. Bu kez Kuantum şifresiyle bilimin altına inanç, daha doğrusu Katolik dinini ve çıkarlarını koymaya çalışıyorlar.

II. Ortaçağ’dayız ve bu sefer, din bilimle barışık hale geti­rilecek. Batı’da Doğu’ya karşı bir güç birliği karşımıza çıkıyor.

Çatışmalar için zaman zaman milliyetçilik, ekonomik sa­vaş çıkıyor, ardından tekrar din çıkıyor, bu üçü dönüşüp du­ruyor… Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik çıktı, ardından SSCB ile komünizm ve ABD ile kapitalizm çatıştı… Sonra ABD ve Japonya ekonomik bir savaş yaptı.

Şimdi sıra Medeniyetler Çatışması, yani Yeni Haçlı Seferi’ne geldi. Ama altını çizelim: Din, bu sefer çok donanımlı ve geçmişten ders alarak geldi.

II. Ortaçağ’ın temeli şu: Bu sefer bilimi de arkasına alarak insanlığa tamamen hakim olmak…

Dikkat edin, Batı’daki politikacıların söylemlerinde dini mesajlar ön plana çıkmaya başladı. Amaç, teokratik bir dünya düzeni altında belki de sonsuza kadar insan suratının bir çiz­me altında ezilme si. Bu açıdan çok önemli bir noktaya geldik fakat birsoru akla takılıyor. Bu güçler çatışması içinde İsrail çıkarları ile Batı çıkarları çatışmıyor mu?

Ben Batı’nın İsrail’i kullandığını düşünüyorum…

Envanjelikler şuna inanır: Kader engellenemez ama hızlandırılabilir.

Onların mantığına göre, Ortadoğuda büyük bir İsrail dev­leti kurulması gerekiyor. Mesih gelsin diye… Armageddon savaşı yapılacak. Bunu bile bile İsrail’e yardım ediyorlar.

Hakan Yılmaz Çebi: Bugün İsrail’de, Meciddun Dağlarında bir bölge var. Bu bölgede özel bir mezarlık var. Bu me­zarlıkta yatabilmek için 1995 yılında ödenen para 100 bin do­lardı. Düşünebiliyor musunuz; bir Amerikan Yahudisi’nin küçük bir toprağa, üstelik mezara ödediği para bu. Bunlar yer­yüzünde bir kıyamet savaşı yaşanacağını bilen insanlar. Haliy­le de insanlığın yeniden dirileceğini, ancak ahirette ilk dirile­cekleri yerin Kudüs yakınlarındaki Meciddun Dağlarındaki mezarlık olduğuna inandıkları için bu parayı veriyorlar. Üste­lik burası Armageddon denilen büyük savaşın çıkacağı yer. Diğer taraftan, Türkiye’de de birçok iş adamının öldükten son­ra mezarlarındaki kemiklerinin ortadan kaybolmasının arka­sında bu neden vardır. Yani asli gördükleri topraklarına rücu etmiştir namzetler.

Orkun Uçar: Kutsal mekanlar, şehirler her zaman çok önemlidir. Bizim için Kabe sadece Hac mahalli olması nedeniyle önemli değildir. Kuran’ı Kerim’de, ‘biz dünyayı Kabe’nin altın­dan uzattık’ deniyor. İlk ibadethane. Kudüs var, İstanbul var, önemli şehirler var; Şam var, Semerkant var, Buhara var.

Hakan Yılmaz Çebi: Bir yerin kutsal olmasının yanında jeostratejik, jeopolitik bir önemi de olabilir. Uluslararası ilişki­lerde ve askeri terminolojide “Hinterland”, kalp sahaları deni­len merkezler var. Dünya hakimiyeti için önemli merkezler buraları. Bu konuda Prof. Dr. Ramazan Özey’in ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun gerçekten pek değerli çalışmaları var. Bu kalp sahaları, dönem dönem değişebiliyor; ancak Türkiye, üç aşağı beş yukarı her zaman bu kalp sahasının içerisinde olmuş bir ülke. Özellikle İstanbul’uyla. Jeostratejik ve jeopoli­tik çalışmalar da bunu gösteriyor.

Dünya tarihine baktığımızda dünyanın özellikle 30. ve 45 paralelleri arasında şekillendiğini görüyoruz. Neden? Çünkü dünya ikliminin en uygun olduğu kuşak burasıdır. Dünyanın en önemli ülkeleri ve birçok başkent de bu paraleller arasında sıralanır. Hatta birbirini teğet olarak kesen onlarca başkentin bir ipe dizilmiş gibi sıralanması da hayli ilginçtir. Bu arada dünyanın gelmiş geçmiş mistik bölgeleri de yine bu sahada. Mu ve Atlantis Uygarlıkları da bu paralellerde yer alıyordu. Bugün Bermuda Şeytan Üçgeni dediğimiz bölgenin yanı sıra Tibet’teki gizem şehri LHASA da bu paralelde yer alır. LHASA şehrinin gizemi ve eski dünya tarihiyle ilgili bilgiler Lobsang Rampa’nın “3. Göz” kitabında detaylarıyla anlatılır.

Bu arada tarihi eserlerde yeryüzünün kaderinde etkin rol almış 8 şehirden bahsedilir. Bu sekiz şehir; Mekke, Medine, Kudüs, Bağdat, Şam, Semerkand, Buhara ve İstanbul… Bu 8 şehrin, dünyanın kaderini belirlediği ifade edilir. Ayrıca bu eserlerde bu 8 şehrin dördünün cennette de bulunduğu ifade edilir. Bunlar; Mekke, Medine, Şam ve Bağdat’tır.

Orkun Uçar: Mesela Mekke’nin diğer şehirlerden farkını da belirtmek gerek. Dünyada kurulan ilk şehir olduğu iddia edilir.

Hakan Yılmaz Çebi: Dünya’nın, Güneş’ten kopan bir par­çayla oluştuğu kabul edilmiştir. Güneşten kopan ve dünyayı oluşturan ilk kopma noktasının Kabe’nin bulunduğu yerden olduğu iddia edilir. Yani sadece Allah’ı hatırlatan, Hz. İbra­him’in inşa ettiği, Hac mahalli değil. Bir de dünya hayatının başlangıç noktası. Yani dünyanın kodlarının çözüldüğü yer. Tersi de olabilir, dünyanın kodlarının bulunduğu yer de diye­biliriz.

Orkun Uçar: Kudüs’te de Hz. Muhammed’in Miraç a çıktığı mekanda ayak izleri var. Ayrıca Hz. Süleyman’ın yaptırdı­ğı Mabed var. Kudüs’te Kuran’ın da kutsiyet atfettiği özellikler var. Ancak Kız Kulesi’yle ilgili iddialar da var.

Hakan Yılmaz Çebi: 1800’lü yılların sonlarında yayınlanmış eski bir kitap var. “Enternasyonal Kavga ve Kızıl Ya­hudi Kadrolar”.

Bu eserin yanında Barış Pirzade imzalı ince bir kitap da az sonra aktaracağımız bilgiler yer alıyor. Hatta Barış Pirzade, eserinde YAHUDİ KAREASI diye bir başlık at­mış. Bu “kareası” oluşturan 4 şehirden bahsederken İstanbul’a da yer veriyor.

Diyor ki Pirzade:

Dünya hakimiyeti şu dört şehirden idare edilir:

Londra – Altın Borsasının kontrol edildiği şehir.

New York – Dünyanın Sosyal ve İktisadi yaşamının belir­lendiği şehir.

İstanbul – Balkanlar, Avrasya ve Ortadoğu kontrol merke­zi.

Ve bu üçünün oluşturduğu hakimiyet sahası, Kudüs Mer­kezi.

Diğer taraftan eski tarihlerde İstanbul’un adlarından biri­nin “Dasitan” yani “İlahların Şehri” olduğu söylenir. Neticede, İstanbul üzerine hep bir kutsiyet atfedilmiş. Üstelik bu şehir Hz. Muhammed tarafından da övülmüş ve O’nu fetheden Türk-İslam hakanı ve ordusu yüceltilmiştir.

Az evvel 8 hususi şehirden bahsederken Kudüs ve İstan­bul’u da saymıştık. Eski tarihi kitaplarda İstanbul ve Kudüs arasında geçen tarihi bir hadiseden bahsedilir. Her eşyanın olduğu gibi şehirlerin de ruhu vardır. Eskiler bur tarz varlıkla­rın şahıs planında değerlendirilmelerini “şahsı manevi” olarak nitelendirirler. Yani cansız sanılan varlığın şahıslaşması…

İstanbul’un da böyle şahıs planına geçtiği bir andır ve fet­hedilen acılar içinde olan Kudüs’le alay eder. O’na kendisinin üç tarafının denizlerle kaplı olduğunu hatırlatıp fethedilemeyeceğini söyler. Kudüs’ün yaralı kalbi bu sözler üzerine iyice kanar. Bu kibirlenmesi üzerine Hakk’ın gazabını çeker İstanbul. Ve ahir zamanda iki zillet yaşayacağı söylenir. Bu bilgiyi aktaranlar bu zilletlerden birinin İstanbul’un gemilerle kara­dan fethedilmesiyle boynunun ölçüsünü pek acı aldığını söy­lerlerken, ikinci zilletin de bugün yaşadığımız İstanbul’u İs­tanbul yapan değerlerden sıyrılıp, şehri ‘kötü yola düşmüş bir kadın’ gibi kullanmamızı gösterirler.

İstanbul, Hz. Muhammed’in övdüğü bir İstanbul değildir artık. Sürekli taciz edilen namuslu bir kadın gibidir.

İstanbul, 21. yüzyılın metafizik savaşının yaşandığı çok önemli bir şehir. Bu şehre giren de çıkan da sanki üçüncü bir göz tarafından izlenir! Ve İstanbul’un insanlık tarihinin 23. kategorisine başkentlik edeceği söylenir. Nedir bu kategoriler? diyeceksiniz. İnsanlık tarihi boyunca insanların yaşadığı dö­nemleri kategorilere ayırmışlar. Ve günümüzde yaşanan Kategori’nin 23. Kategori olduğu şeklinde görüşler var ortada. Daha önceki 22. Kategori’nin(33) İsrailiyat olduğu ki bu rakam onlarda “Sevginin Birliği” manasında gizemli bir rakamdır. Şimdi yaşanacak olanın 23. kategori olmasıyla dünyada yeni bir dönem başlayacağı ifade ediliyor.

Kur’an yeryüzüne 23 yılda indi. Bu 23. Kategori, Kuran’ın yeryüzünde ilmen yaşanacağı bir dönem olacak deniyor. Buna ek olarak bir bilgi daha eklemek gerek. İnsanlık tarihi boyunca (ki biz Hz. Ademi 65 milyon yıl önce dünyaya gelmiş olarak kabul ediyoruz) jeomanyetik kutuplar 114 defa yer değiştir­miştir. Yine bu rakamla ilgili olarak Kuran 114 Ayettir denile­rek bir takım tevafuklara işaret ediliyor.

Bu arada jeomanyetik kutupların değişmesiyle birlikte dünyadaki yaşam sahaları Ortadoğu’ya kayıyor. İskandinavya ülkeleri dediğimiz, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerin yıllar geçtikçe yaşanmaz hale geleceği ifade ediliyor. Hatta Türki­ye’nin de kısmen biraz daha soğuyacağı bu bilgiler arasında. Yeni yaşam sahalarının Ortadoğu’ya kayacağı, buraların daha çok yağış alacağını duyunca aklımıza Hz. Muhammed’in bir hadisi geldi:

“Çöller vaha olmadan kıyamet kopmaz.”

Bu yüzden kıyamete yakın İstanbul ve Ortadoğu’nun de­ğeri artacak tabi bu bölgelerdeki metafizik gelişmeler ve efsa­neler de anlam kazanacak. Aynen Kızkulesi için olduğu gibi. Klasik olarak Kız Kulesi ile ilgili bilinen iki üç rivayet var. En bilineni, Kral Baba çok sevdiği prenses kızının rüyada öleceği­ni görmesi üzerine onu ölüm meleğinden kaçırıyor. Kız kule­sine adeta hapsediyor. Ancak yılan her tedbire rağmen üzüm sepeti içinde gelip, kızı sokup öldürüyor. Yani bir yönüyle ölümden kaçılmıyor.

Diğer taraftan, Kız Kulesi’nin bilinen 2500 yıllık bir tarihi var. Bir dönem karakol olmuş, bir dönem fener görevi görmüş, bir dönem zindan. Bunun dışında efsanelere bile girmeyen bir söylenti daha vardır. Bu kız kulesinin aslında 2500 yıllık tari­hinden daha eski bir hatırasıdır belki de.

Bu kulenin bir anıt taşı olduğu söyleniyor. İki deniz, Ka­radeniz’in ve Marmara’nın birleştiği yerde ne arar bu kule? Bilmediğimiz başka bir mesajı var. İki denizin birleştiği yer… Bu iki denizin birleştiği yerde, kritik buluşmalar yapılır. İki deniz iki derya adamın buluşma yeridir burası.

Hz. Musa dememiş miydi Allah’a “benim gibi bir derya yarattın mı” diye? “Yarattım ancak onun ilmi senin ilmin gibi değil” denmiş ve Hz. Hızır’dan bahsedilmişti. Musa, “bu nasıl ilimdir” diye bu ilmi temsil eden adamı bulmak için yanındaki Yuşa’yla birlikte yollara düşmüştü. Sözde yanında getirdiği ölü balığın canlanmasını işaret kabul edecek, öyle bulacaktı onu. Uyudu, balık canlandı ve suya karıştı. Yolda akılları başı­na geldi, geri döndüler ve Hızır’la buluştular. Nerde mi? Kız Kulesinin olduğu yerde. O yüzden de Hz. Yuşa, bu kuleye te­peden bakan Beykoz sırtlarında yatmaktadır.

Buranın hikayesi, yani yazılmayan hikayesi sadece böyle  bitmiyor. Bir de bu kulenin altında pek değerli hazinelerin ol­duğu, yitik bir şehirden bahsediliyor. Adalar civarında tespit edilen yitik bir şehrin, bu şehrin uzantıları olduğu birileri tara­fından ifade ediliyordu. Hz. Hızır’ın, Kız Kulesi ve Beyazıt Cami’yi sık sık ziyaret ettiği de verilen bilgiler arasında.

İstanbul’un çeşitli yerlerinde çeşitli amaçlarla dikilmiş taş­lar vardır. Teşvikiye’de, Sultanahmet’te dikilen bu taşların ya­nında Karaköy’de Ziraat Bankasının limana bakan ön yüzünde Hiram Usta’nın heykeli vardır. Üstelik elinde zihin yonttuğu çekici de vardı. Bu taşlar süs olsun diye dikilmediler elbette. Hepsinin derin bir anlamı vardır. Taşların zamana çok iyi direnebildiklerini daha önce belirtmiştik. İşte bu taşlar yüzyıllar evvelinden belli bir gayeyi gerçekleştirmek için yollanan in­sanların buluşma ve strateji geliştirme taşları olmuştur. Bir yönüyle de koloni oluşturma, çoğalma yerleri. Eğer bir taş siv­ri ve süngü şeklindeyse, üremeyi temsil eder. İstanbul’da, Tuzla’da özel bir kamu kurumunun bahçesinde bile bu tarz taşlar vardı. Bu taş, “burada üreyeceksin, hakimiyet kuracaksın” an­lamındadır. Diğerlerinin daha farklı anlamları vardır.

Yahudilikte dik, uzunlamasına dikilen iki sütün çok ö- nemlidir. Dişilik ve Erkekliği temsil eder ve “J” ve “B” adlarıyla temsil edilir. Bugün bu simgeleri bir içki markası olarak gö­rebiliriz.

Orkun Uçar: Bu topraklarda birkaç açıdan büyük bir zen­ginlik var. Fırat ve Dicle arasında yer alan ve ‘kıyamet savaşı’na sahne olacak büyük bir zenginlik var. Daha önce de söz ettiğimiz gibi, geleceğin enerji kaynağı olan Hidrojen için ‘Bor’ gerekiyor. Dünya Bor rezervinin yüzde 85’i bu topraklarda. Su’yun nasıl bir değer olduğunu ise “Su Savaşları” senaryola­rından anlayabiliriz.

İşte böyle bir gerçeği insanlara iletmek gerekiyor. Neden bu topraklar üzerinde bu kadar gizli planlar var ve niye bu kadar komplo teorisinden bahsediliyor? Bunların altında bir gerçek olmadığına inandırılmaya çalışılıyoruz. Burada çok büyük bir düzen var, yani siyasi olarak da bunun etkilerini gördüğümüz entrikalar söz konusu.

Hakan Yılmaz Çebi: Şeytan, tahakküm kurduğu insanlara kendini inkar ettirir. Çünkü açığa çıkmaması gerekir. Hiç kim­se alkolik olduğunu kolay kolay kabul etmez, çünkü tedaviyi reddedecektir. Eskiler bu varlıklara “habis-i ervaha” diyorlar. Habis; pis, kirli ruhlar.

Habisi ervaha ile iç içe geçmiş insanlara bakın, hayatların­da sözde pek realist pek materyalist tavır içindedirler. Cin, ruh dediğinizde gülerler; hatta onlar Ortaçağ’da kaldı diye düşü­nürler. Ancak özel dünyalarına çekildiklerinde hepsinin bir Astrolog’u, yıldız yükselticisi, medyumu, büyücüsü vardır. En ufak yatırımları bile onlara danışmadan hareket edemiyorlar. Bu kadar habis ruhlarla iç içe geçmelerine karşı dışarıda son derece pozitif bilime inanır gibi görünürler.

Yıllarca masonluk adı altında dünyada örgütlenen Siyo­nist çobanların tornadan geçirdikleri adamların hepsi kariyerli, akademik lisanlı adamlar değil mi? Niye 33. derecelik bir şifre­leme kullanıyorlar? Niye önlük takarlar, niye bu önlüklerin önünde örs ve çekiç vardır? Niye hep yeraltı faaliyetlerine yeltenirler. Ritüellerinde karanlık odalarda tütsüler, insanların boynuna geçirilen ipler vb. argümanlar vardır. Niye ellerini, göğüs ceplerine atarlar?

Kullandıkları hipnoz ve telkinlerden olsa gerek, insanlar bugün uykudalar. Rabbi sınıfından bir haham, “Biz hiç kimse­yi Yahudi yapmayız, çünkü seçkin olan biziz; ancak Yahudi gibi düşündürürüz” demişti. “Biz adamı zihinde Yahudi ya­parız” der gibi bugünkü toplumun zihinsel haritasını çizmişti.

Orkun Uçar: Hz. Musa, Hz. Hızır der ki; biz senin ne yap­tığını anlamak için senle seyahat etmek istiyorum. Hızır benim neyi neden yaptığımı bilemezsin, sabredemezsin diyor ama Hz. Musa ısrar ediyor.

Seyahate başlarlar. Bir nehir kıyısına gelirler. Karşıya geçmeleri gerekiyordur. Orada nemrut karısı olan bir balıkçı vardır. Karısının itirazlarına rağmen bu yolcuları karşıya geçi­rir. O sırada oğluyla beraber geçmişlerdir.

Karşı kıyıya geçince hava kararmıştır. Balıkçı burada kala­lım, der.

Gece sabaha karşı kalkan Hızır, Hz. Musa’yı uyandırır. Hadi gel gideceğiz, der ve eline aldığı taşla kayığın dibine za­rar verir.

Hz. Musa; balıkçı bize iyilik etti, sen ne yaptın adama? Malına zarar verdin, diye tepki verir.

Hızır o zaman yolculuk için söz verdiği sabrı hatırlatır.

Bir köyden geçerken, köylüler buna çok kötü davranır. Peşlerine askerler düşünce kaçmaya başlarlar ama bu sırada Hızır tehlikeye rağmen durup, yıkılmakta olan bir duvarı ta­mir eder.

Bir deniz kıyısına gelirler, çok güzel bir çocuğa onu çok şımartacak şekilde davranan bir ailesi vardır. Hızır gelir, o gü­zel çocuğu herkes sevecek zannederken sert bir tokat vurarak öldürür, artık Hz. Musa dayanamamaktadır,

“Sen ne yaptın?” der. “Artık ayrılacaksak ayrılalım, bak!” der, “bize iyilik etti balıkçı, kayığını mahvettin, bize kötü dav­ranan köyden geçiyorduk, duvarlarını yaptın, bu güzel çocuğu öldürdün. Niye yaptın?”

Hz. Hızır, “Tamam anlatayım,” der.

“O balıkçının kayığına zarar verdim, çünkü öbür kıyıda savaşa hazırlanan bir kralın askerleri buldukları her sağlam kayığı alıyorlardı. O yüzden ona bıraktım. Duvarı tamir ettim, çünkü duvarın altında iki öksüzün, annesi babası tarafından çocuklara bırakılan hazinesi vardı. Duvar zamanından önce yıkılıp, hazine ortaya çıksaydı, o hazineyi köylüler el koyacak­lardı, İşte bu nedenle tamir ettim. Ve bu güzel çocuk, herkese zulmedecekti. Güzelliğini bozdum ki, zalim olmasın.”

Hızır aleyhisselamla ilgili en güzel hikayelerden biri bu­dur.

Hakan Yılmaz Çebi: Hızır’ı, Kehf Suresi’nde layıkıyla ta­nıyoruz. Ancak Anadolu’da sıkışanların derdine koşan, noel baba gibi biri olarak düşünülmüştür. Hızır, Hz. Zülkarneyn’in teyzesinin oğlu ve bir harp sanatı uzmanı, başkomutandır. Türk askeri tarihinde pek çok hatırası vardır. Türk tarihi bir yönüyle Hz. Hızır ve kuvvetleriyle yazılmıştır. Üstelik bu ko­nuda “Ladikli Ahmet Ağa” diye yeni bir kitap çıktı. Konya Ladik’te yaşayan bu Ümmi Gayb Askeri’nin bu ilmi nasıl aldı­ğı ve askeri operasyonlarda nasıl kullandığının onlarca hatırası vardır. Bu alemde bir Tayy-i mekan hadisesi vardır. Adeta bir ışınlanma. Konya Ladik-Washington arası dört dakikadır. La­dikli Ahmet Ağa için. Üstelik gittiği yerlerden ufak tefek hediyeler de getirir.

Zira onlar günahlarının ağırlığından toprağa çakılmış in­sanlar değildir. Onlar akıllara gitmiş bir şekilde kuma, kirece, çimentoya çalışan insanlar olmadıkları için hayatın tüm boyutları kendilerine açılmıştır. İttihatçıların üstelik iman sahibi itti­hatçıların anlayamadığı Abdülhamid Han Hazretleri de bu il­me sahiptir. Lakin anlatamaz. 31 Mart vakasını bastıracak gü­cü olmasına rağmen bastıramamasının sebebini açıklayamaz. Yanında bir Ebül Hûda vardır. Herkes onu bir tasavvuf velisi sanır. Oysa başka bir boyuttur o.

O boyuttan Teşkilatı Mahsusa çıkar. Birilerini işine gel­mediği için Yıldız İstihbaratı hep herkes jurnalci oldu diye lekelenmeye çalışılır.

Yeryüzünde metafizik savaş sanatının öğreticisi. O yüz­den Ricali Gayb dediğimiz âlemin Genel Kurmay Başkanı, Hz. Hızır’dır. Hz. Hızır, ilmiyle yer yüzündeki negatif gizli ilimlere karşı kontr-savaş stratejilerini öğretir. Kimisi bu savaşı bile­rek oynar, kimisi bilmeyerek; kimisi zaman zaman bilir, zaman zaman bilmez. Metafizik Kontr-savaşın da bir ilmi ve bu ilminin ritüelleri vardır. Bu ritüeller içerisinde bazı insanlar ruhlar aleminden desteklendikleri, “melami birlikleri” denilen yeryüzü birlikleri de vardır. Bu “Melamilik” meselesi “Melami Tarikatıyla” karıştırılmamalıdır. Bu “melami birliği”, fizik bedende yaşayan insanlardan oluşur. Hz. Hızır Aleyhisselam ve onun onay verdiği insanlar tarafından seçilir. Seçildikten sonra bu gizli ilimlerle iştigal eden insanlar tıpkı bir askeri bir­likteki sınıflara ayrılır gibi sınıflara ayrılarak hizmet ederler…

Karşılarındaki negatif, “habisi ervaha” kuvvetlerinin de metafizik savaşçıları vardır.

Daha önce İsrail’de bir metafizik istihbaratçının daha doğmadan evvel nasıl tespit edildiğini ve 6 yaşından itibaren nasıl yetiştirildiğini söylemiştik. Bu çocukların hayatı, gün gün, saat saat rapor edilir. Dönemin en önemli, üstün ilimleri kendilerine verildiği gibi, son derece yeterli bir vücuda, fikri ve zihni ve fiziki gelişime sahip olmaları için sportif faaliyetler düzenlenir. Yiyeceklerine çok dikkat edilir. Eğilimleri araştırılır. Eğer kana eğilimliyse bu çocuk, ileride iyi bir suikastçı ve tertipçi olur. Bu çocuk bilime, elektroniğe eğilimliyse elektronik istihbaratçı veya stratejist-akademisyen istihbaratçı olarak değerlendirilir. Hiçbir işte başarılı olamıyorsa, bunları da po­püler kültür ikonu yaparlar. Kimilerini de muhbir olarak kul­lanırlar.

Muharref Tevrat’ta ajanlığın kutsal bir meslek olduğuna vurgu yapılmıştır. Fahişelik, bu meslek için önemlidir. Bu yüzden Muharref Tevrat’ta bu vazifeyi ifa eden bir takım ka­dın isimleri vardır; Ester, Hanna gibi… Reklamlarda, kadın cinsel obje olarak kullanılır. Bu dünya emperyalizminin zihin­leri güdüleme metodudur. 19. yüzyılın sonlarından itibaren “zaaf ilmi” diye bir ilim ortaya çıkardılar. İnsanların zaaflarını ortaya çıkarmak ve bu zaaflar üzerinden iş yapmak bilimsel bir çalışma oldu.

Tekrar Hz. Hızır konusuna dönecek olursak; bu ilim, insanlara rüyada da verilebilir, el verme şeklinde de olabilir. Bir yiyecek verilip yenilmesiyle birlikte seçilen kişinin vücudunda çeşitli hareketlerin, çeşitli animasyonların husule getirilmesiyle de açığa çıkarılabilir.

Bu ilmi kullanmaya selahiyat verilmiş insanlar her türlü şekil ve şemal altında çalışabilir. Son derece şık takım elbiseli kravatlı bir adam olduğu gibi, çaycı da olabilir, Belgrad or­manlarında ağaç kavuğunda yaşayan bir şimşirci, tahtakaşık oyucusu da olabilir.

Bu adamlar bazen Pentagon’daki ‘yuvarlak masa’ toplan­tılarını Edirnekapı mezarlığında da kurabilir. Kutsal gecelerde Davos zirvesi gibi Mekke’de Zemzem Kuyusu’nun başında da olabilirler. Yeri gelmişken bu konuda yaşanmış bir hadiseyle mevzuyu özetlemek istersek, velilerden Mesnevi Han Rıza Efendi’ye ait bir vakayı Milliyet gazetesinin 11 Nisan 1975 ta­rihli nüshasından alarak nakletmek yeterlidir sanırız. Bu vakada adı geçen Binbaşı ileride ordumuzun tanınmış generalle­rinden olmuştur.

“Rıza Efendi bazı meczuplar gibi harap kıyafetli bir adam imiş. Aklı nereye eserse oraya gider, nerede isterse orada otururmuş. O sırada bilardo oyunu İstanbul’a yeni gelmiş, bazı gazinolar kahveler bu masalardan edinerek müşterilerinin eğlenmesini sağlarlarmış. Tabii bu arada bayağı müşteri çekerlermiş.

Beyazıd’da Kahveci Ali Efendi de bu bilardo masasından bir ta­ne edindiği için o zaman ‘Serasker Kapısı’ olan şimdiki İstanbul Üniversitesi binasındaki subaylar fırsat buldukça gelir, burada bilardo oynarlarmış.

Rıza Efendi her gün öğleden sonra bu kahveye gelir, bir kenara oturur, kendi alemini yaşarmış. Bilardo meraklısı Binbaşı onun kılık kıyafetini harabatlığın tenkit ederek kahveciye:

Böyle pis herifleri buraya ne diye sokuyorsun? Defet şunu! demiş.

Kahveci:

Efendim, bu adamı buraya ben çağırmıyorum. Kendi geliyor, ona buradan git diyemem. Bir kenarda oturur, bir kahve içer. Çubu­ğuna tütün basar, çubuğuna bir ateş koyarım, bu benim borcumdur. Kah erken bırakır gider, kah kahve kapanıncaya kadar kalır. Bazen gitmez, üstüne kahveyi kilitler giderim. Sabah gelir, kilidi açar, içeri girerim ki ortalıktan kaybolmuş.

Binbaşı bu cevaptan pirelenir. Bir akşam geç vakte kadar kalarak Rıza Efendi’yi takibe karar verir. Kahve kapanacağı zaman Rıza Efendi kalkar, Binbaşı da arkasına düşer. Şehzadebaşı yolu ile Edirnekapıyı boylar… Rıza Efendi önde, Binbaşı arkada Edirnekapı’dan kale dışına çıkarlar. Zifiri karanlık bir gece, hafif bir rüzgarla salla­nan selviler çatırdıyor. Rıza Efendi mezarlığa girer, karanlığa dalar; Binbaşı, eli tabancasında takip eder. O sessizlik içinde Rıza Efendinin sesi duyulur:

Esselamunaleyküm.

Mezarlarda bir hareket olur, beş on ses selama karşılık verir.

Ve Aleykümselam…

Binbaşı bulunduğu yerde titremeye başlar, fakat merak korkuya galebe çalar. Bir kenara sinerek bu ölüler âleminin (Berzah Âlemi) ne konuşacaklarını dinlemeye başlar.

Bir ses:

• Ey ihvan! der, bu gece Moskof keferesinin İslamlara olan teca­vüzlerinden bahsedelim. Bu kafire bir ders vermek gerekti, ne çare ki devlet onu cezalandıracak kudrette değildir.

O zaman başka bir ses:

Öyleyse der, ona Japon kavmini musallat edelim.

Binbaşı daha fazla dayanamaz. Oradan evvela yavaş uzaklaşır ve bulvara çıkınca koşarak evine varır.

Ertesi gün tabiatıyla tüm olanları asker arkadaşlarına anlatır. Subaylar ve diğer memurlar ertesi gün Ali Efendinin kahvesine do­larlar. Kimse bilardo oynamaz, herkesin gözü yine bir kenarda çubu­ğunu tüttüren Rıza Efendidedir. Ondan olağanüstü bir hareket bek­lerler…

Rıza Efendi çubuğunu bitirir, ayağa kalkar, gözleri kalabalığın içinde Binbaşıyı arar. Onu görünce eli ile işaret eder:

– Gel, gel… Buraya gel!.. Paşa, der; Rus-Japon harbine hazır ol!..

Ve kapıdan çıkar gider. Sene 1904… Rus-]apon Harbi vuku bulmuş ve Rusya mağlup olmuş, Binbaşı da Paşa olmuştur. ”

Orkun Uçar: Tüm bu gelişmeler ışığında medeniyetlerin ve uygarlıkların dayanaklarından ve güç aldığı noktalardan da bahsetmek gerek. Özellikle uzun yıllar İslamiyet’in bayraktar­lığını yapan Türkler’in manevi olarak üstlendikleri veya üstlendirildikleri(!) bir misyonu dile getirmek de mümkün. Türk­lerin manevi besin kaynaklarından bahsederken son yıllarda ortaya atılan İslam peygamberi Hz. Muhammed’in Türk olma iddiaları da bizce tartışılmaya değer.

Hakan Yılmaz Çebi: Şimdi bu konu peygamberlik mües­sesinin evrenselliğini bilerek ele alınması gereken bir konu. Zaten başka türlüsü akıllı bir insanın işi olmaz. Üstellik Hz. Muhammed tüm insanlığa gönderilmiş bir rehberdir. Bütünle­yici ve kuşatıcıdır. O yüzden o zamana kadar gelen tüm pey­gamberleri ve getirdikleri O’nun muhteşem şahsında muaz­zam bir eser haline gelmiştir. Bu yönüyle bizler Hz. Muham­med’in etnik kimliğiyle ilgili söylentileri ancak bir Halk Bilimi Kültürü olarak ele alırız, yoksa bunun dışında evrensel bir Peygamber olma özelliğinin dışında başka bir mana cüreti kimse göstermez, gösteremez de.

Hepimiz Hz. Ademin soyundan geliyoruz, ancak bir takım söylentilerin ilmi gerçekliği medenice tartışılabilmeli elbet.

Hz. Muhammed’in Hz. Nuh’un oğlu Yafes, onun da oğlu Türk’ten ve yine Hz. İbrahim’e kadar gelen silsileyle olan bağından bahsedilir. Bu konu zaman zaman bir takım araştırmacılar tasavvuf büyükleri hatta siyasiler tarafından dillendirilir. Ancak kimse detaylar üzerinde ilmi bir araştırma yapmak istemez. Bunun en önemli sebebi tüm kainatın O’nun yüzü suyuhürmetine inşa edilmesi, bu yönüyle yeryüzüne ait beşeri ai­diyetinin çok ehemmiyete alınmaması. Ancak bilinse ne olur? Haşimoğullarından, Adnanoğullarından daha aşağılara inilip soyu şeceresi tam ifade edilse; ha keza Hz. Muhammed, Hz. Nuh’un oğlu Türk’e kadar şeceresi dayandırılsa kıyamet mi kopar?! Maksadı aşmadan tartışılmasında hiçbir zarar oldu­ğunu düşünmüyorum.

O yüzden bu tarz bilgiler halkın içinde hep binlerce yıl yaşar ancak kitaplarda ciddiyetle ve genişçe yer almaz. Bu konu­yu ilk defe Beyazıt Camisi’nin avlusundaki Tarihi Çınaraltı çay bahçelerinin birinde bir yazardan dinlemiştim. Eski bir yayı­nevi sahibi olan yazar arkadaşım, beni değerli tarihçi ve yazar Dursun Gürlek ile tanıştırmıştı. Dursun Gürlek, Hz. Muham­med ve sülalesinin ve bölge insanlarının ”Arabi müteharabi” olarak adlandırıldığını hem anlatmış hem de bir kitabında yazdığını söylemişti. Bu konuyu daha önce Türk Mitolojileri dersi aldığım öğretmenlerimden de duymuştum.

Daha sonra bu konuyu kendisi bir halk bilgesi ve bir dönem Erzurum eşrafının en tanınmış âlimlerinden birinin de oğlu olan Nurullah Bilgin’e sordum. Nurullah Bilgin, ilmi gös­termemekte çok dirense de; konuyu açtığımda, güldü. Muhyiddin İbni Arabi Hazretleri’nin Türkçe’ye şerh edilmemiş Osmanlı’dan da bahsettiği bir eserinde bu konuyu şu şe­kilde irdelediğini söyledi. Hatta Miraç’taki birçok sırlara da yine bu kitaba dayanarak genişçe değindi. Bu sırlar arasında bugün kullanılan Türkiye Cumhuriyeti bayrağı da vardı. Bu kutsal bayrak, günü geldiğinde ortaya çıkacak bir milleti tem­sil ettiği için gösterilmişti. Ve yine Nurullah Bilgin, Allah’ın Resûlüne, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet gibi Türk ulula­rının ruhlarının gösterildiğini de sözlerine eklemişti. Tabii bunların hepsini Muhyiddin İbn-i Arabi Hazretlerinin eski yazma eserlerine dayanarak söylüyordu.

Türk tarihiyle ilgili bilgileri mitoloji, efsane olmaktan çıka­ran analiz eden çok güzel bir çalışma yapıldı. Bu eser, araştırmacı-yazar Nihat Çetinkaya’ya ait; “Kızılbaş Türkler”. Bu kitapta da ve eski siyer eserlerde, zaten Hz. Muhammed’in tebliğe başladığı ilk dönemlerde Türk yurtlarına yönlendiril­diği ifade edilir. Niye Allah’ın Resûlünü sürekli olarak Türk yurtlarına gönderip uzaklaştırmak istediler?.. Niye İran, Irak, Suriye diyarlarına değil de Türk yurtlarına, Orta Asya’ya. Ne­yi ima ediyordu bu insanlar?.. Niye sürekli olarak kendisine Türk yurtları gösterilerek Etrak; Etrak deniliyordu?..

Bunların hepsi çok önemli işaretler. Tabii bu konuda çalışmalar da var

Araştırmacı Nihat Çetinkaya’nın, aynı eserinde kaynakları da göstererek verdiği önemli bir bilgi var. Bu bilgide, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin efendimizin evladı Zeynel Abidin haz­retlerinin Türklerle birlikte daha 6 aylık bir bebekken Türk yurtlarına emanet edildiğinden bahsedilir. Hz. Hüseyin kendi­si için Altay’lardan gelen 7 “Kıyat Borçıgın”ın (Eski Türklerde kırmızı yüzlü, ela gözlü savaşçılara verilen isim. Eski Türk inanışında bu fiziksel özellik onların iyi bir savaşçı olduğunun göstergesiydi.) teklifini kaderde şahadetini gördüğü için red­detmiştir ama oğlunu onlarla birlikte bu yedi Türk bahadırına emanet etmiştir. Neden?..

Kıyat Borçıgınlar’la İlgili şöyle söylenir:

Fizyolojilerine bakıldığında kızılımtrak yüzlü ve ela gözlü insanlardır. Eski Türkler, yıllarca sahada mücadele ederek edindikleri savaş sanatında bu insan tipinin en iyi savaşçı tipi olduğunu tespit etmişler. Onların çok iyi savaştıklarını bildiklerinden savaşın en kızıştığı anlarda insanlar bunların arkasına saklanarak savaşırlarmış. Kıyat, bugün kullandığımız “Kıyak” anlamında. Borçıgın ise Bahadır, yiğit demek.

Türkler, bu fizyolojide bir çocuk dünyaya geldiğinde onu özel savaşçı olarak yetiştirirlerdi. Osmanlı’da da Akıncılar’ın en önemli kolu olan ‘Deliler’ de bu tip insanlardan seçilirdi. Bugün bir benzetme yaparsak, bu birlikleri kamuoyunda bili­nen adıyla “Bordo Bereliler” olarak nitelendirebiliriz.

İşte bu 7 genç böyle. Elit bahadır yani bir anlamda özel kuvvetler Hz. Hüseyin efendimize gelerek, kendisini Altaylar’a getirmek için “ulularından” emir aldıklarını söylüyorlar Sanki arada bir metafizik istihbarat var gibi. Nitekim binlerce kilometre uzaklık bugünkü gibi ne İnternet var ne de telefon. “Biz bilgilendirildik senin başına böyle bir olay gelecekmiş, yaimam, gel misafirimiz ol, toprağına dön, yani başımızın tacı ol” deniyor kendilerine. Fakat Hz. Hüseyin Efendimiz gözleri­ni kaderlerin yazıldığı levh-i mahfuza çeviriyor; bilmeyenler için bu semalara nazar etmektir, başına geleceklerin “kazay-ı mübrem” yani tehir edilemez kader dairesinde olduğunu söy­lüyor ve kendilerinden oğlu Zeynel Abidin’i almalarını rica ediyor. Üstelik Hazreti Zeynel Abidin de çok hasta. Ve sevgili İmam emaneti teslim ettikten sonra gönlü müsterih olarak Al­lah’ın Resûlünün torunu olduğunu ispatlayarak kahramanca şahadet şerbetini içiyor.

Akabinde Allah’ın Resûlünün o pak kanı torunu üzerin­den bir kez daha Türk kanıyla birleşiyor. Bu kandan ortaya çıkan Horasan Erenleri birer “Derviş istihbaratçı” olarak Hoca Ahmet Yesevi’nin işaret ettiği her yerde hakkın ve hakikatin bal arısı oluyor. Netice de ahilik teşkilatı gibi özel harpte “be­yaz propaganda” kolonileri dedikleri bir çok teşkilat bu işçi bal arılarıyla kuruluyor. Bu yapı koskoca Osmanlı Devlet-i Âlisini husule getiriyor. Ve bugün bu kan Türkiye Cumhuriyeti top­raklarında yaşıyor.

Halkın içerisinde halkın profesyonelleri var, halk adamları var. Ve bunlar bir Üniversitenin belki önünden geçmemiş in­sanlardır ve belki bunlar kütüphanelerde olan kitaplar değil kütüphanelerin üstünde olan kitaplardan beslenmiş insanlar dır. Bu insanlarla konuşturduğunuzda, dünyayı bütüncül bir zekâyla algıladıklarına tanık olursunuz. Bunlar bir milletin gerçek tarihini bilirler. Ve bizlerin bu insanlara ulaşıp tarihi efsaneden, mitolojiden temizleyerek ilmi verilerle kontrol ede­rek yeniden yazmamız gerektiğine inanıyorum. Bakın ilahi kitaplarda “Ad Kavmi, Semud Kavmi, Lut Kavmi, Nuh Kav­mi, Medyen” halkı adında helak edilen birçok kavimden bah­sediliyor.

Ve bunlara mürebbilik yapsın diye gönderilen Peygam­berlerin isimleri. Yeryüzüne bizlerden daha yüksek teknoloji­lere sahip uygarlıklar getirildiği ifade ediliyor ve kainatın sa­hibi söylüyor bunları. Akabinde de, sonumuzun onlarınkinden farklı olmayabileceği konusunda uyarılıyoruz. Bu defa en azından bizler, kendi yavrularından dönemde bu filmi kötü bitirmemeliyiz.

1975 yılının Mart ayında “İnsan ve Mucizeler” adı altında Türkçemize çevrilmiş bir kitap yayımlandı. Kitapta, insanların hayatlarındaki mucizevi olayları ve metafizik kuvvetlerle bağ­lantılarını örnekler vererek anlatıyordu. Yazar Werner Keller, kitabın sonunda şöyle diyor: “2000 yıl önce güneş ilkbahar noktasında balık burcuna girmiş­ti. O zaman simgesi balık olan Hıristiyanlık kültürü dönemi başla­mıştı. 2000 yıl önce de Tevrat’ın bildirdiğine göre Yahudilerde en değerli kurban hayvanı olan koç egemenliğini yürütüyordu. Ondan da 2000 yıl önce her şey Boğa simgesine bağlıydı, o zamanların en saygın varlığı boğa olan Mısır kültürü mutluluğa erişmiş durum­daydı. Uzak Doğu nun bu geleneğini izleyerek şimdi sıra yeni bir döneme gelinmiştir. İlkbahar noktası Balık Burcundan başka bir sim­geye doğru kaymaya hazırlanıyor. Kova simgesine, bu Kova Burcu Çağı insanların kendilerini yenileyerek ruhsal temellerin üzerine görkemli yapısını yükselttiğini görecektir.

Önümüzde insanlığın yıldızının parlayacağı bir dönem var!”

Olaya kendi bakışımızdan ya da kendi ideolojimizden de­ğil, kendi dini düşüncemizden değil, insanlık ilmi açısından değerlendiriyoruz. Yıllar önce bir bilim adamı bunları derle­miş, toparlamış. Bugün insanlar aynı şeyleri söylüyor. ”Önümüzde insanlığın yıldızının parlayacağı bir dönem var!” diyor. İn­sanlık bu ilmi artık ilmi enstitülerde değerlendirmelidir ve ya­şatmalıdır.

Herhalde insanlığın yeni tarihi bu ilimlerin sahaya indirilmesiyle yeniden derlenmeye başlayacak ve bunu güneşin doğmadan evvel dağlara vuran şavkı gibi görebileceğiz.

Kara Divan / Orkun Uçar – Hakan Yılmaz Çebi

Kitabın giriş bölümü

Görseller sonradan ilave edilmiştir.

 

Yayınlanan: Eğitim
Bunu beğenen ilk kişi ol.