Beğeniler
Köroğlu Destanı
Bolu beyi, en güvendiği seyisi olan Yusuf’a: “Çok hünerli ve değerli bir at bul.” emrini verir. Seyis Yusuf, uzun süre Bolu Beyi’nin isteğine uygun bir at arar. Büyüdüklerinde istenen niteliklere sahip olacağına inandığı iki tay bulur ve bunları satın alır. Bolu beyi bu zayıf tayları görünce çok kızar ve seyis Yusuf’un gözlerine mil çekilmesini emreder. Gözleri kör edilen ve işinden kovulan Yusuf, sıska taylarla birlikte evine döner.
Oğlu Ruşen Ali’ye verdiği talimatlarla tayları büyütür. Babası kör olduğu için Köroğlu takma adıyla anılan Ruşen Ali, babasının isteğine göre atları yetiştirir. Taylardan biri olağanüstü bir at haline gelir ve Kırat adı verilir. Kırat da destan kahramanı Köroğlu kadar ünlenir. Seyis Yusuf, Bolu Beyi’nden intikam almak için gözlerini açacak ve onu güçlü kılacak üç sihirli köpüğü içmek üzere oğlu ile birlikte pınara gider. Ancak, Köroğlu babasına getirmesi gereken bu köpükleri kendisi içer, yiğitlik, şâirlik ve sonsuz güç kazanır. Babası kaderine rıza gösterir ancak oğluna mutlaka intikamını almasını söyler. Köroğlu Çamlıbel’e yerleşir, çevresine yiğitler toplar ve babasının intikamını alır. Hayatını yoksul ve çaresizlere yardım ederek geçirir.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Karca Bey Destanı
Eskilerde, yüzyıllar ötesinde Kafkas denilen büyük hanlıklar yurdunda, yaşardı bir kavim, beyleri başlarında. Birlik beraberlik içinde yaşarlardı. Ağıllara sığmaz koyunları. Her yılda birlikte yaptıkları toyları.
Kar, tipi ve boran dolu bir gece, Bey`in bir oğlu oldu, toy eterce. Karda doğan o çocuğa. Karça oğlan adı koydular. Bu isim, “kar gibi” anlamına geliyordu. Karca Bey, babasının kontrolünde, topluma örnek olacak bir kişi, bir lider olarak yetişmekteydi. Ama, ne yazık ki acı günler gelip çatmış, Moğol sürüleri bütün Kafkasya’yı talan etmeye başlamıştı.
Ovalara sığmayan Kara Moğol orduları geliyor. Koşuyorlar, saldırıyorlar sağa sola. Doğudan esen bir uğursuzluk fırtınası gibidir Moğol sürüleri. Halk, bu fırtına önünden kaçmaktadır bölük bölük. Karca Oğlan’ın bey babası güneşin doğduğu yöne dikmiş gözlerini. Halkına buyruk verir: “Haydi göçelim bu diyardan.” Tan yeri ağarmadan kalktılar yataklarından gözlerinde yas. Terk ettiler eski yurdu yürekleri sızlayarak. Önlerinde koyun sürüleri, yılkıları. Yol yürümekten takatsiz düştü kadınları, çocukları. Ne zorluklar, ne sıkıntılar çektiler o bitmez tükenmez yolculukta. Çok zayiat vermişlerdi, bitmiş tükenmişlerdi, Gün gelip de Kırım eline vardıklarında Bey dedi ki: “Artık burada durak verelim.”
Haftalarca, belki aylarca süren çileli yolculuk noktalanmış, Moğolların zulmünden kaçan Karaçaylılar, Kırım`da yerleşmeye, yaşamaya karar vermişlerdi. Kendilerine evler, ağıllar yaptılar. Ne var ki, burada da aradıkları huzuru bulamadılar. Onlar dağlardan gelmişti, yine yüksek dağların karlı tepelerine yollanmalıydılar:
Derken, bir gün bilge kişiler toplandı. Karar verdiler: “Yine yol göründü bize.”
O güzelim evler, büyük ağıllar geride bırakıldı. Beyleri başlarında, dağların göründüğü yerlere doğru göçe başladılar. Ne kadar sürdü bu yolculuk, kimse bilmez. Sonunda ulaştılar hayallerini süsleyen Kafkas Dağları’na. Karca Oğlan büyümüş, Karca Bey olmuştu. Onunla birlikte Tram, Navruz ve Adurhay adlı üç yiğit de Karaçayın beyleri idi. “Burada ömür boyu rahat yaşarız” diyorlardı. Ama, ovalardan gelen Kabartaylar, rahat bırakmadı onları. Sayıları azdı, güçleri yetmezdi Kabartaylara karşı koymaya. Köle gibi yaşamak da yakışmazdı onlara.
Karar verdiler: “Yine göç kalkacak. Karaçay halkı için daha emin bir yer bulunacak.”
Çaresiz, halk yine düştü yollara. Ulaştı yolları Kafkaslar`da Arhız denilen bir ovaya. “İşte şimdi bulduk! Burada gelişir, büyük millet oluruz” dediler. Hemen yeniden evler yapmaya, ağıllar kurmaya başladılar. Lakin, yine geldi Kabartay beylerinden dört elçi. Dediler: “Beylerimizin emridir, vereceksiniz bütün mallarınızı. Esir olarak götüreceğiz çocuklarınızı.”
Karca Bey öfkeli. Beylerini topladı, danıştı. Sonra, “Çare yok, gideceğiz” dedi. “Ama bir gün güçlenecek ve bize bu sıkıntıları verenlerden hesap soracağız”
Ve bir gün yine göç kalkar Karaçay obasından. Lakin öyle bir yere konarlar ki, veba hastalığı kol gezmekte. Nice binler bu hastalıktan öldü. Kalanlar, kendilerine emin bir yer bulmak için yollara düştü.
Derken, uzaktan Elbruz Dağları gözükür. Karaçaylıları büyüler “Mingi Tav” adını verdikleri Elbruz Dağları. Yalçın kayalıklar, karlı zirveler, geyikler ve binbir çeşit hayvanı ile dağların eteklerinde halı gibi serilen zümrüt ovalar.
Karca Bey, beylerle toplantı yapar. Halk bıkmış, usanmıştır göç kaldırmaktan. Karar çıkar oybirliği ile: “Karaçay halkı, artık hiçbir yere göç etmeyecek. Mingi Tav etrafında yerleşecek.” Yerleştiler. Herkes istediği yere evlerini yaptı, yurt tuttular. Bir zaman mutlu yaşadılar. Tasa yok, düşman korkusu yok, hastalık yok buralarda. Derken, Kabartay beylerinden Kazıybek çıktı geldi ordusuyla. Talan etti ortalığı, yaktı yıktı Karaçay`ı. Gençleri esir aldı. Mallarının hepsini önüne katıp götürdü.
Karca Bey`de artık sabır kalmamıştı. Dağları aşarak ulaştı Gürcü beylerine. Anlattı başlarından geçeni. Asker ve silah istedi. Dedi ki: “Gün bugün… Yardım edin bize…” Gürcü beyleri yardım etmeye karar verdi Karca Bey’e. Bir zaman sonra Karca Bey, güçlenen ordusuyla Kabartay`a girerek Kazıybek`in ordusunu büyük bir yenilgiye uğrattı. Karaçay`dan aldıkları bütün malları ve esirleri geri aldı. Sonra Kazıybek ile bir daha birbirleriyle savaşmamak, ömür boyu dost geçinmek için bir anlaşma yaptı.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Manas Destanı
Destan Hakkında Kısa Bilgi
Bu muhteşem Türk Destanının tamamı 400.000 mısradır. Bir Kırgız destanıdır. Müslüman Kırgızlarla Putperest Kalmuklar arasında mücâdeleleri anlatır. Bununla beraber Manas Destanı’nın dokuzuncu yüzyılda, Kırgızların Yenisey Kıyılarında devlet kurmağa başladıkları sırada oluşmuş olduğunu ileri süren ilim adamları da vardır. Manas’ın, tarihte gerçekten var olduğunu gösterir izler görülememiş ise de, Kırgız-Kalmuk mücadelelerinde göz doldurmuş bir Kırgız yiğidinin, belki de bir Kırgız Beyinin adı ve yiğitliği ile bu destana konu olduğunu düşünebiliriz.
Manas Destanı, Kırgızların bir bakıma ansiklopedisi gibidir. Manas Destanı’nda Kırgızların bütün gelenek ve göreneklerini, törelerini, inanışlarını, görüşlerini, başka milletlerle olan ilişkilerini, masallarını ve ahlak anlayışlarını bulmak mümkündür. Manas Destanı’nın bütününü söyleyenlere Manasçı, bir kısmını söyleyenlere Ircı denilir. Manasçılar, destanı anlatırken kendi zamanlarının etkisi altında kaldıkları olaylar ile kendi duygu ve düşüncelerini de ustaca katmışlardır.
Manas Destanı’na ilk defa, Kazak-Kırgız yöneticisi olan Rus aslından Franel tesadüf etmiştir. Daha sonra Çokan Velihanof 1856 yılında destanı dinlemiş fakat destanın en uzun parçasını Radloff yazıya geçirerek 1885te yayınlamıştır. Destanın en önemli bölümlerini Manas, Manas’ın oğlu Semetay, Manas’ın torunu Seytek, Colay ve Töştük’ün hikâyeleri teşkil etmektedir. Colay ve Er Tostuk hikayeleri ile ilgili bölümlerin Colay adında bir Manas’çıdan derlendiği sanılmaktadır.
Destanın Bölümlerine Göre Özeti
1) Yeditör adını taşıyan yerde Boyun Han oturmaktadır. Boyun Hanın oğlu Kara Han ve onun oğlu Çakıp Han (Yakûp Han) adıyla anılır. Çakıp Han, Alma Ata ırmağının gözesinde, Sungur Yuvası denilen yerde yerleşmiştir; Çakıp Han’ın hiç çocuğu yoktur. Bir gün Tanrıdan bir oğlan çocuk ister, onun yiğitler yiğidi olmasını diler. Tanrının izni ile bir oğlu olur. Oğlu olduğu için de Tanrıya güzel bir kısrak kurban eder. Dört Peygamber gelip çocuğa ad kor, adına Manas, der.
Manas dile gelir, babasına: “Ben İslâm yolunu açacağım, inanmayanların malını yağmalayacağım” deyince Çakıp Han, çok eski arkadaşı olan Bakaya haber gönderir çağırır. Baka gelince Manas’ın söylediklerini Ona nakleder, bu söz üzerine Baka: “Pek güzel söz” der: “Hemen atlanalım, Çin’e akın edelim, Pekin yolunu bozalım!”
Dediği gibi yaptılar.
Çakıp Han’ın oğlu genç Manas ise on yaşına gelince ok attı, on dört yaşına basınca Hân Evini basıp yıktı, Hân oldu. Kâşgar’dan bütün Çinlileri sürüp Turfana tıktı, Turfandaki Çinlileri sürdü, Aksu’ya attı.
2) Kalmuk Han’ın oğlu Almambet’in Müslüman oluşu, Er Kökçe’ye sığınışı, Er Kökçe’den de ayrılıp Manasa gelişini anlatır:
Yerin yer suyun su olduğu çağda… altı atanın oğlu gavur, üç atanın oğlu Müslüman idi. O zaman Kara Han’ın oğlu Amambet doğdu, hemen büyüdü ve Müslüman oldu. Babasını Müslüman olmadığı için öldürdü, kaçıp geldi Müslüman beylerinden Er Kökçe’ye sığındı. Er Kökçe’nin kırk yiğidi vardı. Bu kırk yiğit, Beylerinin bu Kalmuklu’ya, Almambet’e çok iltifatlar edip onu yanından ayırmadığını görünce kıskandılar, kıskanınca da Almambet hakkında dedikodular çıkarıp yaydılar. Bu yüzden Almambet ile er Kökçe Bey’in arası bozuldu. Almambet kalkıp Manas’ın Bey evine geldi. Manas da Almambet’i büyük iltifatlarla karşıladı. Manas, Almambet’i çok sevdi.
3) Manas ile Er Kökçe’nin savaşmasını anlatır: Manas’ın çerileri Er Kökçe’nin ilini yağma ederler. Savaşta Er Kökçe yenilir. Ardından Çakıp Han, oğlu Manas’ı evlendirmek ister. Kız aramağa başlar. Temir Hanın kızı olan Kanıkey’in, Manas’a uygun bir evdeş olduğunu sağlık verirler. Temir Han da kızını Manas’a vermek istemektedir. Fakat Temir Hanın baş danışmanı bu evlenmeye engel olmağa çalışır. Bu yüzden düğün esnasında kavgalar olur, ucu savaşa ve yağmaya varır. Sonunda baş danışman Mendibay Manas’ı zehirler Manas ölür. Manas’ın ölümü ailesini yoksulluğa, sıkıntıya ve felâkete düşürür. Atı, doğanı ve köpeği mezarının başında ağlarlar; Manas’ın canını bağışlaması için Tanrıya yalvarıp yakarırlar. Manas’ın kırk yiğidi vardır ama hepsi de beylerini unuturlar. Tanrı, Manas’ın hayvanlarının bu bağlılığı karşısında onların duasını kabul eder; Manas dirilir. Eskisi gibi, eskisinden daha güçlü bir şekilde iline ve töresine hizmet eder.
4) Kökütey Han’ın yas törenini anlatır: Kökütey Han hastalanır. Son nefesini vermeden önce vasiyetini yapar. Ardından da ölür. Kökütey Han’ın ölümü üzerine komşu milletlerden yas töreni için çağırılanlar olur; herkes gelir. Büyük bir yuğ töreni yapılır. Törenin biteceğine yakın konuklar arasında bir kavga başlar, sonu savaşa varır. Manas ile Müslüman olmayan Colay Han arasında süren savaş uzayıp gider.
5) Göz Kaman’ı anlatır: Çakıp Han’ın, küçükken Kalmuklara esir düşen ve Moğolistan’a götürülüp orada büyütülen Göz Kaman adlı bir kardeşi vardır. Göz Kaman Moğolistan’da, Kalmuklar arasında büyütülüp orada bir Kalmuk kızıyla evlendirilir; beş oğlu olur; bir gün oğullan ile birlikte asıl yurduna döner. Kalmukça konuşmaktadır.
Manas, hem amcasını hiç görmediği ve o güne kadar tanımadığı, hem de amcası Kalmukça konuştuğu için onu casus zanneder: yakalayıp zincire vurur. Bunları yaptıktan sonra böyle bir amcası olup olmadığını anlamak için babasına haber gönderir. Colay Han haberi alınca sevinir ve kardeşini hoş tutması için oğluna emir verir. Fakat Manas’ın annesi ile karısı da Göz Kaman’dan hoşlanmamışlar hele Kalmukça konuşmasını büsbütün yadırgamışlardır. Bu yüzden birlik olup hep beraber Çakıp Hanın buyruğunu hiçe sayarlar. Yalnız Manas babasının buyruğunu dinleyip amcasına iyi davranır, hatta amcası ve oğullan için büyük bir şölen verir. Fakat Göz Kaman’ın oğullan bu şölende bir kavga çıkarıp Manas’ı döverler.
Manas, Kalmuklara karşı sefere çıktığında amcasının oğullan Kalmukça bildiği için onlardan yararlanmak ister. Gökçegöz’ü Kalmuklara casus olarak gönderir. Gökçegöz Kalmuklar tarafına geçer geçmez Manas’a ihanet eder. Manas bunun üzerine Almambet’i gönderir. Almambet’in yardımıyla Manas savaşı kazanır. Bir çok ganimetler alır, dönerken yarı yolda Gökçegöz ile karşılaşırlar Gökçegöz Manas’ı, kırk yiğidi ile birlikte zehirler. Kırk yiğit ölür. Manas’ı, karısı Kanıkey kurtarır. Mekke’den erenler gelir, Kanıkey’e yardım ederler.
Manas iyi olur olmaz Mekke’ye gider; dua edip Tanrıya yalvararak kırk yiğidinin dirilmesini sağlar. ”
6) Semetey’in doğumunu anlatır. Manas artık ihtiyarlamıştır. Ak atı halsiz düşmüş zayıflamıştır. Manas kırk yiğidini yanına çağırır. Ölümünden sonra doğacak olan oğluna iyi bakmaları için vasiyet eder ve Manas ölür. Manas için büyük bir yuğ töreni yapılır, yas tutulur. Çakıp Han Kanıkey’e haber göndererek Manas’ın kırk yiğidinden biri olan Abeke’ye Onu beğenmezse Köbeş’e varıp evlenmesini buyurur. Kanıkey’in doğumu yakındır:
– Kızım olursa dediğini tutar evlenirim, gel gelelim oğlum olursa evlenmek şöyle dursun ne Abeke’nin suratına ne de Köbeş’in yüzüne bakarım, diye cevabını gönderir.
Kanıkey’in bir oğlu olur. Dediğini yapıp kimseyle evlenmez. Ötekiler Kanıkey’in oğlunu öldürmek isterler. Bunu öğrenen Kanıkey oğlunu alıp babası Temir Han’ın ülkesine kaçar. Yolda türlü sıkıntılar çeker, başına gelmedik kalmaz”. Sonunda Temir Hanın ülkesine varır, Bey Evine ulaşır.
Temir Han kızına ve torununa kavuşunca pek çok şölenler verir. Torununa ad konulması için bütün il halkını toplar fakat çocuğa kimse bir ad bulup da koyamaz. Ansızın, nerden geldiği bilinmeyen aksakallı bir ihtiyar görünür, uzun uzun dualar eder; Temir Han’ın torununa Semetey adını verir. Semetey büyür. Baba yurduna dönmek ister. Yola çıkacağı sırada annesi Kanıkey:
-Baka’ya selam söyle, ne söylerse sözünü tut, dışına çıkma, diye tembih eder.
Semetey, baba ocağına döner. Çakıp Han sağdır; torunu Semetey’in, annesine yapılan eziyetlerin acısını çıkaracağını, öç alacağını sanarak korkar. Bu yüzden Semetey’i zehirlemeğe karar verir. Kararını uygulayacağı sırada durumu öğrenen Semetey hem Cakıp Hanı, hem de Abeke ve Köbeş’i öldürür.
7) Semetey’in baba ocağına yerleştikten sonrasını anlatır: Semetey, baba ocağına dönüp öz yurduna yerleştikten sonra, Kalmuklar üstüne akınlar yapmak için hazırlıklara başlar. Babasının, hayatta kalan kırk yiğidini çağırıp toplar. Der ki: – Akın yapmamız gerek; at sürüleri ve ganimet almamız gerek! Bu sözden sonra sefere çıkar. Fakat kırk yiğit, kendi aralarında toplanıp konuşurlar:
– Bizden öncekiler yetmiş yaşına vardı; bizden sonrakiler altmışına ulaştı. Biz, bu Semetey’in babasına hizmet ettik, şimdi de oğluna hizmet edeceğiz, ihtiyarladık artık. Semetey, bizi bu ihtiyar hâlimizde yüce dağ başlarından aşırmak diler, çağlayanlı sulardan geçirmek diler; bizi öldürmeğe kastetmiştir, dönelim! dediler. Semetey’in buyruğunu dinlemediler, geri döndüler, kaçtılar.
Semetey, babasından kalma kırk yiğidin ardından yetişip onlara tatlı söz söyledi, alttan alıp yalvardı. Semetey, onca sözden sonra babasından kalma kırk yiğide söz geçiremeyince onları öldürür. Bu arada, Acubey ile Almambet’in birer oğulları olmuştur. Semetey, bu çocukları kendisine kardeş edinir.
Birinin adını Kançura ötekinin adını Külçura koyup öyle çağırır. Kançura ile Külçura da büyürler. Büyüyünce Semetey’e hizmet etmeğe başlarlar. Bir gün gelir, Semetey, Kançura ile Külçura’ya, Akın Han’m kızı Ay Çürek’i evlenmek üzere kaçırmak istediğini söyler ve onlardan bu iş için hizmet ister. Bunun için de Akın Han’ın ülkesine sefere çıkılması gerektiğini anlatır. Dediklerini yaparlar, Ay Çürek’i kaçırırlar. Gel gelelim Ay Çürek’in bir de nişanlısı vardır ki Kökçe oğlu Ümetey dîye bilinmiştir. Bu Kökçe oğlu Ümetey, Ay Çürek’in kaçırılışını kendisine yediremez. O da karşılık olarak Semetey’in sürülerini yağmalar. Bunun üzerine aralarında bir savaş başlar. Birbirlerini karşılıklı olarak yağmalayıp dururlar. Sonunda Semetey, Kökçe oğlu Ümetey’e barış teklif eder. Savaştan yorulan Ümetey de bunu kabul eder.
Ümetey’le yaptığı barıştan biraz rahatlayan Semetey, başka bir sefere çıkmak için hazırlandığı sırada bir düş görür. Düşünü karısı Ay Çürek’e anlatır. Ay Çürek düşü yorumlayıp:
– Sen bu sefere çıkma, der. Çıkarsan başına bir felâket gelecek.
Fakat Semetey inatçıdır. Boş sözlere kulak asacak türden değildir. Karısının düşünü yorumlamasına karşılık:
– Düş dediğin şey saçmalıktır!., diye karşılık verdi.
Böyle demesine rağmen, düşünün hayra yorulması için de babasının ruhuna en iyi kısraklarından birini kurban eder. Arkasından Er Kıyas’ın ülkesine akın başlar. Akının en kızışmış zamanında Almambet’in oğlu Kançura, Semetey’e ihanet eder ve onu yakalayıp Er Kıyas’a götürür. Semetey’e ihanet etmeyen Külçura’yı da köle olarak kullanırlar. Bu sırada Ay Çürek bir oğlan çocuk doğurmuştur. Ay Çüreğin bir oğlan çocuğu doğurduğunu duyan Er Kıyas, çocuğu yaşatmak istemez. Öldürtmeğe çalışır. Oğlunu kurtarmak isteyen Ay Çürek Er Kıyası korkutur:
– Eğer sen benim oğlumu öldürtürsen ben de seni babam Akın Han’a şikâyet ederim, ülkeni alt üst ettirir öcümü alırım, der.
Er Kıyas korktuğu için çocuğu öldürtmeyip kendine evlât edinerek yanında alıkoyar. Halkını toplayıp çocuğa ad koymak ister. Fakat kimse bir ad bulamaz. Aksakallı Aykoca derler bir ihtiyar vardır, sonunda o gelir, Ay Çürek’in oğluna Seytek adını verir.
Seytek de büyür, delikanlı olur, yiğit olur. Külçura’yı koruyup kölelikten kurtarır. Er Kıyas öldürülür. Bunlardan sonra Seytek baba yurduna, öz ocağına döner. Babasına ihanet eden Almambet’in oğlu Kançura, Seytek’in baba yurduna Bey olmuştur. Üstelik Seytek’in babaannesi Kanıkey’e koyun güttürüp çobanlık yaptırmış, işkence etmiştir. Durumu görüp öğrenen Külçura, Kançura’yı yakalar ve Kanıkey de onu öldürür. Baba yurduna yerleşen Semetey ise Taşkent’ten Talas’a kadar yayılan geniş ülkeleri yönetimi altına alıp oraların Hanı olur.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Göç Destanı
Uygur ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi.
Hulin Dağında da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının arasında yaşayan halk bu ışığı gördü ve ürpererek takip etti. Kutsal bir ışıktı, kayın ağacının üstünde kaldığı müddetçe kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu.
Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı. İçinden beş küçük çadır, beş küçük odacık halinde meydana çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk vardı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı ve onlar bu mukaddes çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.
Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin' di, ondan sonrakinin adı Kutur Tigin, üçüncüsününki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin ve beşincisinin adı Bögü Tekin'di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan halk, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Bögü Han en büyükleri idi hem de ötekilerden daha güzel, daha zeki ve daha yiğit görünüyordu. Bögü Tekin' in hepsinden, her hususta üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Bögü hanı hakan olarak seçtiler. Büyük bir törenle Bögü hanı tahta oturttular.
Böylece yıllar yılı kovalamış ve bir gün gelmiş Uygurlara bir başkası hakan olmuş.
Bu hakanın da galı Tekin adında bir oğlu varmış.
Hakan oğlu Galı Tekin' e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien' i almağı uygun görmüş.
Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien, sarayını Hatun Dağında kurdu. Hatun dağının çevre yanı da dağlıktı ve bu dağlardan birinin adı da Tanrı Dağıydı, Tanrı Dağının güneyinde de Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası.
Bir gün elçileri, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien' in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki:
— Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri zayıflatıp yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız.
Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien' e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Hâlbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün Uygur Ülkesinin saadeti bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk Yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu düşmana verilirse bu bütünlük parçalanarak ve Türkeli'nin bütün saadeti de yok olacaktı.
Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürülecek cinsten değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun ve kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca da üzerine sirke döküp parça parça ettiler. Her bir parçayı da ülkelerine taşıdılar.
Olan o zaman oldu işte. Türkeli'nin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra da bu düşüncesiz Hakan öldü. Ama Onun ölümüyle ülke felaketten kurtulamadı. bir Çin prensesi uğruna çekinmeden feda edilen yurdun bir kayası, Türkeli'nin felaketine sebep oldu. Halk rahat ve huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, mahsuller yeşermez oldu.
Günlerden sonra Türk Tahtına Böğü Han'ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, ehli yaban, çoluk çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden:
— Göç!.. Göç!..
diye çığrışmaya başladı. Derinden, inilti, hüzün dolu, çaresiz bir çığrışmaydı bu. Yürekler dayanmazdı.
Uygurlar bunu bir ilahi emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılar. Nihayet bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler ve bunun için bu yerin adını da Beş-Balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Bozkurt Destanı ve Ergenekon Destanı, Büyük Türk Destanı'nın bir parçasıdır ve Gök Türkler çağını konu alır. Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı'nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, Ergenekon Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı'nın bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Destanı'nın devamı, Ergenekon Destanı'dır.
ERGENEKON DESTANI
Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türklerin üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi.
Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: Türkler'e hile yapmazsak halimiz yaman olur!
Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler.
O çağda Türklerin başında İl Kağan vardı. İl Kağan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kağan'ın bir de Tokuz Oğuz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oğuz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: Dört bir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım. Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu.
Türklerin vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye Ergenekon dediler.
Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oğuz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oğuz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.
Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtla varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.
Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir. Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı'nın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.
Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt'un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon'dan çıktılar.
Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türklerin bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kağanı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.
Ergenekon'dan çıktıklarında Türklerin kağanı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler gönderdi; Türklerin Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türklerin buyruğu altına girene kadar. Bunu kimi iyi karşıladı, Börteçine'yi Kağan bildi; kimi iyi karşılamadı, karşı çıktı. Karşı çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti'ni dört bir yana egemen kıldılar.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Bozkurt Destanı ve Ergenekon Destanı, Büyük Türk Destanı'nın bir parçasıdır ve Gök Türkler çağını konu alır. Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı'nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, Ergenekon Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı'nın bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Destanı'nın devamı, Ergenekon Destanı'dır.
Bozkurt Destanı
Bozkurt Destanı, Çin kaynaklarında kayıtlıdır ve iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Ama bu ikisi arasında pek az fark vardır.
Birinci Söyleyiş
Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan Gök Türkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu.
Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı.
Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar.
Bu baskında düşmanlar bütün Gök Türkleri yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.
Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı.
Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, birçok çocukları oldu. İçlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşina oldu.
İkinci Söyleyiş
Hunların bir boyu olan ve adına Aşina denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı.
Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar.
Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; bırakıp gittiler.
O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı.
Zamanla Bozkurt'un beslediği çocuk gürbüzleşti.
Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Aşina soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi.
Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle genci yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu!
Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi.
Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu.
Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti.
Aradan çok yıllar geçti. Aşina boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Oğuz Kağan Destanı
[...] Yine günlerden bir gün Ay Kağan'ın gözü parladı, doğum ağrıları başladı ve bir erkek çocuk doğurdu. Bu çocuğun yüzü gök; ağzı ateş (gibi)kızıl; gözleri ela, saçları ve kaşları kara idi. Perilerden daha güzeldi.
Bu çocuk anasının göğsünden ilk sütü emdi ve bir daha emmedi. Çiğ et, çorba ve şarap istedi. Dile gelmeye başladı: kırk gün sonra büyüdü, yürüdü ve oynadı. Ayakları öküz ayağı gibi [kuvvetli]; beli kurt beli gibi [ince]; omuzları samur omuzu gibi; göğsü ayı vücudu gibi [kuvvetli] idi. Vücudu baştan aşağı tüylü idi. At sürüleri güder, ata biner ve av avlardı. Günlerden, gecelerden sonra yiğit oldu. [...]
O çağda, orada büyük bir orman vardı; bir çok dereler ve ırmaklar vardı. Buraya gelen avla ve burada uçan kuşlar çoktu. Bu ormanın içinde büyük bir gergedan vardı. At sürülerini ve halkı yerdi. Büyük ve yaman bir canavardı. Ağır bir eziyetle halkı ezmişti. Oğuz Kağan cesur bir adamdı. Bu gergedanı avlamak istedi. Günlerden bir gün ava çıktı. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanla ava gitti. Bir geyik ele geçirdi, onu söğüt dalı ile bir ağaca bağladı ve gitti. Sonra sabah oldu. Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki gergedan geyiği almış.
(Oğuz Kağan bu defa) bir ayı yakaladı. Onu, altın kemeri ile ağaca bağladı ve gitti. Ertesi sabah, tan ağaran çağda yine geldi. Gördü ki canavar ayıyı da almış, götürmüş.
(Bu defa) o ağacın dibinde kendisi durdu. Canavar gelip, başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile canavarın başına vurarak onu öldürdü. Kılıçla başını keserek, alıp gitti.
Tekrar (aynı yere) geldiği zaman gördü ki bir sungur (aladoğan) canavarın içerisini (iç organlarını) yemektedir. Yay ile, ok ile sunguru öldürdü, başını kesti. Ondan sonra dedi ki: Canavar geyiği yedi, ayıyı yedi, kargım onu öldürdü. Çünkü kargım demirdendi. Canavarı sungur yedi, yay ve okum onu öldürdü. Çünkü okum bakırdandı.
Gene günlerden bir gün, Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı ve gökten bir gök (mavi) ışık düştü. Güneşten, aydan daha parlak bir ışıktı. Oğuz Kağan (bu ışığa doğru) yürüdü. Gördü ki, ışığın ortasında bir kız oturuyor. Çok güzel bir kız. Başında ateşli ve parlak bir beni yardı. Altın kazık (demir kazık yıldızı) gibiydi. Öyle güzel bir kızdı ki, gülse mavi gök gülüyor, ağlasa mavi gök de ağlıyordu.
Oğuz Kağan onu görünce usu (aklı) gitti. Onu sevdi ve aldı. Onunla yattı ve dileği oldu. Kız hamile kaldı.
Günlerden gecelerden sonra (kızın gözleri) parladı. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne de Yıldız adını koydular.
Gene bir gün Oğuz Kağan ava gitti. Önünde, bir göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız vardı. Yalnız oturuyordu. Çok görümlü (güzel) kızdı. Gözü gökten daha gök (mavi) idi. Saçları dere gibi dalgalı, dişleri inci gibiydi. O kadar güzeldi ki, yeryüzü insanları onu görse "Ay ay, ah ah, ölüyoruz!" diye sütten kımız olurlardı.
Oğuz Kağan onu gördükte usu (aklı) gitti, yüreğine od düştü. Onu sevdi, aldı. Onunla yattı, dileği oldu. Kız dölboğa (hamile) kaldı.
Günler ve gecelerden sonra (bu hatunun da) gözleri parladı ve üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz adını koydular.
Ondan sonra Oğuz Kağan büyük bir toy verdi. Halka yarlıg gönderdi. Çağırılan halk, birbirine danıştı ve geldi. Oğuz Kağan kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Türlü yemekler, türlü şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler.
Toydan sonra Oğuz Kağan beğlere ve halka yarlıg verdi. Dedi ki:
Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun bize uran, Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan, Daha deniz, daha müren, Güneş tuğ olsun, gök kurıkan.
Gene ondan sonra, Oğuz Kağan dört yöne yarlıg yolladı. Bildiriler bildirdi ve elçilerine verip gönderdi. Bu bildiriler şöyle yazılmıştı:
"Ben Uygurlar'ın kağanıyım, yerin dört bucağının kağanı olsam gerektir. Sizlerden baş eğmenizi istiyorum. Kim benim ağzıma bakarsa (ağzımdan çıkan emirlere uyarsa), hediyelerini kabul eder, onu dost bilirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim, onu düşman tutar, çeri çıkarıp baskın yapar ve astırırım, yok ederim!"
Gene o çağda, sağ yanda, Altın Kağan denen bir kağan vardı. Bu Altın Kağan Oğuz Kağan'a elçi gönderdi. Pek çok altın, gümüş, yakut taşlar, pek çok mücevher yollayarak bunları Oğuz Kağan'a saygı ile sundu. Onun emirlerini dinledi ve iyi vergilerle dostluğunu sağladı.
Sol yanda Urum denen bir kağan vardı. Bu kağanın çerileri çok çok, balıgları (şehirleri) çok çok idi. Bu Urum kağanı Oğuz Kağan'ın yarlığını (buyruğunu) dinlemezdi. "Ben onun sözünü tutmam" derdi.
Oğuz Kağan gazaba gelerek onun üzerine yürümek istedi. Tuğlarını kaldırıp askeriyle onun üzerine yürüdü.
Kırk gün sonra Muz Dağ (Buz Dağ) denen dağın eteğine geldi. Burada çadırını kurdurdu ve uyudu.
Ertesi gün, tan ağarırken, Oğuz Kağan'ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli, büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt, Oğuz Kâğan'a dedi ki, "Ey, ey Oğuz! Sen Urum üzerine yürümek istiyorsun, ey ey Oğuz, ben de senin önünde yürümek İstiyorum!"
Ondan sonra Oğuz Kağan çadırını durdurdu ve gitti. Gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt yürümekte ve kurdun ardı sıra ordu ilerlemektedir.
Gök tüylü, gök yeleli bu büyük kurt, bir nice gün gittikten sonra durdu. Oğuz dahi çerisi ile durdu. Burada İtil Müren denen bir deniz vardı. Bu itil Müren'in yanında, bir kara dağ önünde vuruşgu (vuruşma, çarpışma) oldu. Okla, kargı ile, kılıçla vuruştular.
Çerilerin arasında vurulan çok oldu. Halkın gönüllerinde kaygı çok oldu. Tutuşma ve vuruşma öyle yaman oldu ki, İtil Müren'in suyu zencefre gibi kıpkızıl oldu. Oğuz Kağan yendi. Urum Kağan kaçtı.
Oğuz Kağan, Urum Kağan'ın kağanlığını ve halkını aldı. Ordusuna canlı cansız pek çok ganimet düştü.
Urum Kağan'ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beğ idi. Bu Uruz Beğ, oğlunu dağ başında, derin ırmak arasında, iyi tahkim edilmiş bir şehre yolladı. Dedi ki: "Şehri korumak gerek, sen şehri iyi sakla (koru), vuruşgulardan sonra bize gel."
Oğuz Kağan bu şehre yürüdü. Uruz Beğ'in oğlu ona çok çok altın, gümüş yolladı. Dedi ki: "Ey Oğuz Kağan, sen benim kağanımsın. Babam bana bu şehri verdi ye 'şehri korumak gerek, şehri benim için sakla ve vuruşgulardan sonra gel' dedi. "Babam sana kızdı ise bu benim suçum olur mu? Ben senin buyruğunu yerine getirmeye hazırım. Bizim kut'umuz (devletimiz, mutluluğumuz) senin kut'un olmuş. Bizim uruğumuz (soyumuz) senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer verip buyurmuştur. Ben sana başımı, kut'umu (devletimi) veriyorum. Sana vergi verir, dostluktan çıkmam" dedi.
Oğuz Kağan yiğidin sözlerini güzel gördü, sevindi ve: "Bana çok altın yollamışsın, şehri iyi saklamışsın (korumuşsun)" dedi. Onun için ona Saklap adını koydu ve dostluk gösterdi.
Ondan sonra Oğuz Kağan çeri ile gene İtil denen ırmağa-geldi, İtil büyük ırmaktır. Oğuz Kağan onu gördü ve "İtil suyunu nasıl geçeriz?" dedi.
Çeri arasında iyi bir beğ vardı. Adı Uluğ Ordu Beğ idi. Akıllı bir erdi. Gördü ki bu yerde çok çok ağaç var. O ağaçları kesti, üzerlerine yatıp geçti.
Oğuz Kağan sevindi, güldü ve: "Sen burada beğ ol, senin adın Kıpçak (oyulmuş ağaç) olsun" dedi.
Yine ilerlediler. Ondan sonra Oğuz Kağan, gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu tekrar gördü. Gök Kurt Oğuz Kâğan'a dedi ki:
"Şimdi sen çeri ile burada atlan, atlanıp halkı ve beğlerini götür, ben önden yürüyüp sana yol göstereceğim."
Tan ağardığında Oğuz Kağan gördü ki erkek kurt çerinin önünde yürümektedir. Sevindi, ilerledi.
Oğuz Kağan bir alaca aygır ata binerdi. Bu aygır atı çok severdi. Yolda bu aygır gözden yitip kaçtı. Burada büyük bir dağ vardı. Bu dağın üstünde de don ve buz vardı. Dağın başı soğuktan ap-aktı. Onun için adı "Buz Dağ"dır Oğuz Kağan'ın atı işte bu Buz Dağ'ın içine kaçtı. Oğuz Kağan çok üzüldü.
Çeri arasında, kahraman bir er beğ vardı. Ne Tanrı'dan ne şeytandan korkardı. Yürüyüşe, soğuğa dayanıklı bir erdi. O beğ dağa girdi, yürüdü. Dokuz gün sonra Oğuz Kâğan'a aygır atı getirdi. Buz Dağ çok soğuk olduğundan, o beğin vücudu karla kaplanmıştı. Ap aktı. Oğuz Kağan sevinçle güldü. Dedi ki: "Sen buradaki beğlere baş ol, senin adın ebediyen Karluk olsun."
Böyle dedi ve ileri gitti.
Yolda giderken büyük bir ev gördü. Bu evin (sarayın) duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirdendi. Kapalı idi ve açkısı (anahtarı) yoktu.
Çeride pek becerikli bir er vardı. Adı Tömürdü Kagul idi. Oğuz Kağan ona yarlıg (emir) verdi: "Sen burada kal ve çatıyı aç, (Kal, aç), açtıktan sonra orduya gel" dedi. Bundan dolayı ona Kalaç, (Kal, aç) adını koydu ve ilerledi.
Gene bir gün, gök tüylü, gök yeleli erkek kurt, yürümedi, durdu. Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Burası tarlasız, çorak bir yerdi. Buraya "Çürçet" diyorlardı. Büyük bir yurt idi. Atları çok, öküzleri ve buzağıları çok, altın ve gümüşleri çok, cevahirleri çok çoktu.
Burada, Çürçet Kağan'la halkı Oğuz Kağan'a karşı geldiler. Vuruş-tokuş (vuruşma-çarpışma) başladı. Oklarla, kılıçlarla vuruştular. Oğuz Kağan üstün geldi ve Çürçet kağanını öldürdü, başını kesti ve Çürçet halkını kendisine bağladı. Vuruşgudan sonra Oğuz Kağan'ın çerisine, nökerlerine (maiyetine) ve halkına öyle çok ganimet düştü ki, yüklemek ve götürmek için at, katır ve öküz az geldi.
Oğuz Kağan'ın çerisinde, akıllı, iyi, becerikli bir er vardı. Adı Barmaklıg Coşun Billig idi. Bu becerikli kişi bir kağnı yaptı. Kağnı üzerine cansız malları yükledi, baş tarafına canlı malları koştu. Çektiler, gittiler. Oğuz Kağan'ın nökerleri ve halkı, hepsi, bunu gördüler ve şaştılar. Onlar da kağnı yaptılar. Bunlar, kağnı yürümekte iken kanga! kanga! diye bağırıyorlardı. Onun için onlara Kanga adını koydular.
Oğuz Kağan kağnıları gördü, güldü ve (o becerikli erine): "Kanga kanga ile cansızı canlı yürütsün, Kangaluğ sana ad olsun, bunu da kağnı belirtsin" dedi, gitti.
Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli kurt ile Sindu (Sind, Hind), Tangut, dahi Şam yönlerine atlanıp gitti. Çok vuruşgudan, çok tokuşlardan (vuruşma ve çarpışmalardan) sonra oraları aldı ve kendi yurduna kattı. Hepsini yendi, bastı.
Yine, söz dışında kalmasın ve belli olsun ki, güneyde Barkan denen bir yer vardır. Ulu, varlıklı bir yurttur. Çok sıcak bir yerdir. Burada çok avlar, çok kuşlar vardır. Altını, gümüşü, mücevherleri çoktur. Halkının yüzleri kapkaradır.
İşte bu yerin kağanı Masar denen bir kağandı. Oğuz Kağan onun üstüne atlandı, çok yaman bir vuruşgu oldu. Oğuz Kağan yendi, Masar Kağan kaçtı. Oğuz onu hükmü altına aldı, yurdunu ele geçirdi, gitti. Oğuz Kağan'ın dostları çok sevindiler, düşmanları çok kaygılandılar. Oğuz Kağan sayılamayacak çok nesneler, yılkılar aldı. (Sonra) yurdunun, evinin yoluna düştü, döndü.
Gene, söylenmeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan'ın yanında ak sakallı, ak saçlı, uzun akıllı (tecrübeli), yaşlı bir kişi vardı. Anlayışlı, doğru bir insandı. Oğuz Kağan'ın tüşimeli (veziri, danışmanı) idi. Adı (unvanı) Uluğ Türk (Ulu Türk) idi.
İşte bu Ulu Türk, günlerden bir gün, düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu, altın yay gündoğusundan ta günbatısına dek uzanmıştı. Üç gümüş ok da güneye doğru gidiyordu. Uykudan sonra düşte gördüğünü Oğuz Kağan'a anlattı ve dedi ki: "Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, sana dirlik hoş olsun, Gök Tanrı düşümde ne verdiyse gerçek olsun. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna (nesline, soyuna) bağışlasın!"
Oğuz Kağan Ulu Türk'ün sözünü beğendi. Onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne uydu.
Ondan sonra, ertesi gün, büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve dedi ki:
"Ey oğullarım, benim gönlüm av diliyor, (ama) kocamış olduğum için cesaretim yoktur, Gün, Ay, Yıldız! Tan yönüne sizler varın! Gök, Dağ, Deniz! Tün yönüne sizler varın!"
Ondan sonra (oğulların) üçü tan (doğu) tarafına, üçü de tün (batı) tarafına vardılar. Gün, Ay, Yıldız, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda bir altın yay buldular. Bunu alıp babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve dedi ki:
"Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göğe kadar atın!"
Gök, Dağ, Deniz de, çok avlar, çok kuşlar avladıktan sonra yolda üç gümüş ok buldular. Bunları aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü ve okları üçe böldü. Dedi ki:
"Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı. Sizler oklar gibi olun!"
[...]
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Şu Kalesi; Balasagun yakınlarında, genç bir Hakan olan Şu tarafından yapılmış bir kaleydi. Ne var ki Hakanın sarayı Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da, o çağların en güçlü, en büyük ordusu bulunuyordu. Şehir varsıldı. Öyle ki, her gün, Şu Hakanın sarayının önünde, ordu beyleri için 365 nöbet vurulurdu.
Bu sıralarda, bir ismine de "Zülkarneyn" denilen Makedonya Kralı İskender; ünlü Doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine doğru önüne neresi gelmişse ordusunu yenmiş, ülkesini ellerinden almıştı. İskender, Semerkand'e kadar gelmiş ve burayı da geçip Türklerin yaşadığı ülkelere doğru ilerlemişti.
İskender'in, Balasagun'a ve Şu Kalesine doğru yaklaşmakta olduğunu, genç Hakan Şu'nun gözcüleri gelip bildirdiler. Dediler ki:
"İskender denilen, gün batısından kopup gelen bir kral, ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne gelen ülkeleri dize getirmiş, yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Savaşalım mı?"
Genç Hakan, ordu habercilerini dinlemez gibi göründü. Çünkü çok daha önce, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsin diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden, gizlice gidip Hucend Irmağı'nın kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri haberden, Hakanlarının kaygılanıp yerinden kımıldamadığını gördükleri için de şaşmışlardı. Hakanın gönlü rahattı.
Hakan Şu'nun bir havuzu vardı; gümüştendi. Bu işten çok iyi anlayan ustalara yaptırmıştı. Her yere taşınabilecek biçimdeydi. Bunun için Hakan da gümüş havuzunu, sefere bile çıksa yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su doldurtur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar, onlarla oyalanırdı, eğlenirdi.
Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini izlemek Hakan'ı dinlendirir, dinlenir iken seferle ulusunun geleceği ile ilgili taşanları hazırlardı.
Haberciler geldikleri zaman yine gümüş havuzunda yüzen ördeklerle kazları izleyip dinleniyordu.
Habercilerin:
- Nasıl buyurursunuz? İskenderle savaşalım mı? diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu, havuzda yüzen kazlarla ördekleri gösterdi:
- Görüyor musunuz, Kazlarla ördekler suda nasıl güzel güzel yüzüyor; nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar? dedi.
Haberciler, Hakanlarının bu sözünü olağandışı karşıladılar; ona kuşku ile baktılar. "Herhâlde Hakanımızın hiç bir hazırlığı yok; ne yapacağını bilemiyor." diye düşündüler. O sırada İskender, Hucend Irmağı'nı geçmişti.
Vakit, gece yarısına geliyordu. Hucend Irmağı'nın kıyılarında gözcülük yapıp devriye gezen Genç Hakanın en güvendiği kırk yiğit, yıldırım hızıyla atlanıp Şu kalesine geldiler; gece vakti İskender'in Hucend suyunu geçip Balasagun yolunda ilerlemekte olduğunu Şu'ya haber verdiler.
Daha önceki habercilerin haberlerini dinlerken kılı bile kıpırdamayan Hakan Şu, yiğitlerin sözü üzerine birden gece yarısı göç davulunun çalınmasını buyurdu. Davulun çalınmasıyla birlikte, Doğuya doğru hızla yola çıktı.
Bu durum, halkı şaşırttı. Hakanın, gündüzün hiç bir hazırlıkta bulunmadan böyle gece vakti göçü başlatması üzerine korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp, buldukları ata atlayan halk Hakanla birlikte yola düştü. Sabah olurken, şehirde hemen hemen hiç kimse kalmamıştı; bomboş ve dümdüz bir ova görünüyordu.
Bütün halkın, Hakan Şu'nun arkasından gitmiş olmasına karşın, gece vakti binecek hiçbir şey bulamayan yirmi iki kişi, ne yapacağını bilemeden Şu Kalesi'nde kalmışlardı.
Bu yirmi iki kişi, ne yapacaklarını düşünürken yanlarına iki kişi daha geldi. Kap kaçakları toplamışlar, sırtlarına yüklenmişler, öyle taşıyorlardı. Yorgundular. Yine de pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi burada kalıp beklemelerini söylediler. Ayrıca:
- İskender dedikleri her kim ise, burada uzun süre kalamaz: geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır, diye ısrar ettiler.
Bu yüzden bu iki kişinin ismi "Kalaç" oldu, kaldı; bu iki kişiden olan çocuklar ve torunları "Kalacı" ismiyle anıldılar. Ne var ki bu iki kişi, öteki yirmi iki kişinin sözlerini dinlemedikleri, bırakıp gittikleri için İskender'in geldiğini görmediler.
İskender gelip de uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce: "Türk mânend" dedi. "Bunlar Türk'e benziyorlar" demişti. Bu yüzden yirmi iki kişinin soylarının ismi "Türkmen" olarak kaldı. Giden iki kişi gittikleri için tamı tamına Türkmen sayılmadılar. Yirmi dört boydan yirmi ikisi "Türkmen", kalan ikisi "Kalaç" diye bilindi.
Bu olaylar gelişe dursun, öte yandan Şu Hakan ordusu ve yanında gidenlerle birlikte Çin sınırına kadar yürümüşlerdi. Çin'e yakın Uygur iline vardıklarında Şu, İskender'i artık karşılayabilecek durumda olduğunu, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğini, kendi soydaşları arasında bulunduğu için İskender'den daha güçlü bir duruma geldiğini düşündü. Bir kısım askerini ayırarak, içlerinden en gençlerini seçerek İskender'in üstüne yolladı. Veziri, gidenlerin hepsinin genç olduğunu, deneyimlerinin olmadığını ileri sürdü. Başaramazlarsa sonucun kötüye varacağını söyledi. Şu Hakan vezirine hak verdi ve yaşlı, deneyimli bir Subaşını askerleriyle birlikte gönderdi.
Bunlar, bir zaman sonra İskender'in gönderdiği öncü birliklerle karşılaştılar. Türk erleri, İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok kanlı bir baskındı bu; ölüm kalım konusuydu. İskender'in öncü birlikleri bozguna uğradı. Türk erlerinden biri, İskender'in askerlerinden birini bir kılıçta ikiye bölmüş, askerin kemerine bağladığı altın dolu bir kemer parçalanarak içindeki altınlar yere saçılmış ve İskender'in askerinin kanıyla bulanmıştı. Ertesi sabah güneş ışıkları, bu kanlı altınları parıldattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp "Altın Kan!. Altın kan!." diye bağırıştılar. O günden bu yana, bu baskının yapıldığı yere yakın bulunan bir dağın ismi "Altun Han Dağı" oldu ve öyle söylenip geldi.
Baskından sonra Şu Hakan ile İskender bir daha savaşmadılar, barış yaptılar. Barışın sonu her iki taraf için de iyi sonuçlar verdi. Birbiri ardınca şehirler yapılmaya başlandı. Uygurlar ile öteki Türk boyları şehirlere yerleşti. Şu Hakan da Balasagun'a döndü. Şu kalesini sağlamlaştırdı, şehri geliştirdi. Bütün bunları yaptıktan sonra bir de tılsım koydu. Bu tılsım öyle bir tılsımdı ki her yanda duyuldu. Leylekler bu şehre geldikleri zaman tılsım yüzünden daha öteye geçemediler, şehri aşamadılar.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Alp Er Tunga Destanı
İran padişahı "Minûçehr"in ölümünü haber alan Turan padişahı Peşeng, İran aleyhine savaş açmak için Türk ulularını topladı: "İranlılar'ın bize yaptıklarını biliyorsunuz. Türkün öç alma zamanı gelmiştir" dedi. Oğlu "Alp er tunga"nın içinde öç duygularıyla kaynadı. Babasına: "Ben arslanlarla çarpışabilecek kişiyim. İran'dan öç almalıyım" dedi. Boyu servi gibi, göğsü ve kolları arslan gibi idi. Fil kadar güçlü idi. Dili yırtıcı kılıç gibi idi.
Savaş hazırlıkları yapılırken Türk padişahının öteki oğlu "Alp Arız" saraya gelip babasına: "Baba! Sen Türkler'in en büyüğüsün. Minûçer öldü ama İran ordusunun büyük kahramanları var.İsyan etmeyelim. Edersek ülkemiz yıkılıp gider" dedi. Peşeng, oğluna şöyle cevap verdi: "Alp er tunga avda arslan, savaşta savaş filidir. Bahadır bir timsahtır. Atalarının öcünü almalıdır. Sen onunla birlik ol. Ovalarda otlar yeşerince ordunuzu "Amul"a yürütün. İran'ı atlarınıza çiğnetin. Suları kana boyayın."
Baharda Türk ordusu alp er tunga'nın buyruğunda İran üzerine yürüdü.Dehistan'a geldi.İki ordu karşılaştı. Türk kahramanlarından Barman İranlılar'a doğru ilerleyip er diledi. İran kumandanı ordusuna baktı.Gençlerden kimse kıyışamadı. Yalnız kumandanın kardeşi Kubâd atıldı. Fakat yaşlıydı. Kardeşi ona dedi ki: "Barman genç,arslan yürekli bir atlıdır.
Boyu güneşe kadar uzanmıştır.Sen yaşlısın. Kan, ak saçlarını kızartırsa yiğitlerimiz ürker".Fakat Kubâd dinlemedi: "İnsan av, ölüm onun avcısıdır" diyerek savaşa çıktı. Barman ona: "Başını bana veriyorsun. Biraz daha bekleseydin daha iyiydi.Çünkü zaten senin hayatına kasdetmiştir" dedi. Kubâd: "Ben zâten dünyadan payımı almış bulunuyorum" diye karşılık vererek atını saldırdı.Sabahtan akşama kadar uğraştılar. Sonunda Barman kargı ile Kubâd'ı devirerek zaferle Alp er tunga'nın yanına döndü. Bunu görünce İran ordusu ilerledi. İki ordu birbirine girdi. Cihanın görmediği bir savaş oldu. Alp er tunga üstün geldi. İranlılar dikiş tutturamayıp dağıldılar. İran padişahı iki oğlunu memlekete göndererek kadınları Zâve dağına yollattı.
Türk ve İran orduları iki gün dinlendikten sonra üçüncü gün Alp er tunga yeniden saldırdı.İran büyükleri ölü ve yaralı olarak savaş alanını doldurdular. Geceleyin İranlılar bozuldu.Bunu görünce İran padişahı ve başkumandanı Dehistan kalesine sığındılar. Alp er tunga kaleyi kuşattı. İran padişahı kaleyi bırakıp giderken ardına düşen Alp er tunga onu tutsak etti.
İran'a tâbi Kâbil ülkesinin pâdişahı olan kahraman Zâl İranlıların yardımına geldi. Büyük savaşlar yaparak Türk ordularını bozdu. Bundan öfkelenen Alp er tunga, tutsak bulunan İran pâdişahını kılıçla öldürdü. Öteki tutsakları da öldürecekti. Fakat kardeşi Alp Arız onu vazgeçirdi. Tutsakları 'Sarı'ya göndererek hapsettirdi. Kendisi de Dehistan'da 'Rey'e gelerek İran tacını giydi. İran ülkesinde padişah oldu. Fakat Sarı'daki tutsakların kaçmasına sebep olduğu için kardeşi Alp Arız'ı öldürdü.
İran tahtına Zev geçtiği zaman iki ordu yine karşı karşıya gelip beş ay vuruştular. Ortalıkta kıtlık oldu. Sonunda insanlık bitmesin diye barış yaptılar. İran'ın şimal ülkeleri Turan'ın oldu.
Fakat Zev ölünce Alp er tunga yine İran'a saldırdı. Kardeşi Alp Arız'ı öldürdüğü için babası kendisine dargındı. Fakat yeni İran padişahı da ölüp İran tahtı yine boş kalınca Turan padişahı Peşeng, oğlu Alp er tunga'ya yine haber yolladı.
Ceyhun'u geçerek İran tahtına oturmasını bildirdi.İranlılar Türk ordusunun geleceğini duyunca korkup Zâl'e başvurdular Zâl artık kocadığını söyleyerek oğlu Rüstem'i yolladı. İki ordunun öncüleri arasındaki çarpışmada Rüstem Türkler'i yenerek Keykubâd'ı İran tahtına çıkardı.
Asıl orduların çarpışmasında ise Rüstem,Alp er tunga ile karşı karşıya geldi. Alp Er Tunga'yı yenecekken Türk bahadırları onu kurtardılar. Rüstem bir hamlede 1160 Türk kahramanı öldürdüğü için Türkler yenildiler. Ceyhun'u geçtiler. Alp er tunga babasının yanına döndü. Babasını barışa kandırdılar. Barış yaptılar.
İran tahtına Keykâvus geçtikten sonra Araplar isyân ettiler.Fakat galip gelen Keykâvus bir ziyafette sarhoş edilerek bağlandı. Bu haber İran'ı karmakarışık etti.Alp er tunga büyük bir orduyla Araplar'ın üzerine atılarak onları yendi. Türk ordusu İran'a yayılarak herkesi tutsak etmeye başladı. İranlılar yine Zâl'den yardım istediler. Zâl,Araplarda tutsak olan Keykâvus'u kurtarıp onların ordularını da kendi ordusuna kattıktan sonra Türkler'e yöneldi. Kanlı bir savaşta Turanlıların yarısı öldü. Alp er tunga yenilerek kaçtı.
Bir gün İran'ın yedi ünlü pehlivanı Rüstem'e Turan'a giderek Alp er tunga'nın avlağında avlanmayı teklif ettiler. Sirahs civarındaki bu avlağa gidip yedi gün kaldılar. Alp er tunga bunu duyunca ordusuyla geldi. Teke tek dövüşlerde Türk pehlivanları İranlılar'dan üstün geldilerse de işe Rüstem karışınca yedi pehlivan ile birlikte Türk ordusunu dağıttı. Hatta az kalsın Alp er tunga da tutsak oluyordu.
Keykâvus İran'da eğlenceler,aşk oyunları ile uğraşırken Alp er tunga Türk atlılarıyla ilerledi. Bu haber Keykâvus'a geldi. Oğlu Siyâvuş ile Rüstem'i Türkler'e karşı yolladı. Türk öncülerini yenerek Belh kalesini aldılar. Bu sırada kötü bir rüya görüp bunu tabir ettiren Alp er tunga, beğlerin fikrini de alarak İranlılar'la barış yaptı. Onlara rehineler verdi.
Buhara,Semerkand ve Çaç şehirlerini bırakıp "Gang" şehrine çekildi.Fakat bu barışı istemeyen Keykavus, Rüstem'e ve Siyâvuş'a kızıp kötü muamele ettiğinden Rüstem kendi ülkesine çekildi. Siyâvuş da Alp er tunga'ya sığındı. Türkler'in payıtahtı olan Gang şehrine kadar büyük saygı görerek geldi. Kendini çok sevdirdi. Hatta Türk kahramanlarından 'Piran'ın kızı ile ve biraz sonra da Alp er tunga'nın büyük kızı olan güzel 'Ferengis' ile evlendi. Pîran'ın kızından bir oğlu oldu. Adını Keyhusrev koydular.
Bir müddet sonra,Siyâvuş'u çekemeyenler Alp er tunga'ya aleyhinde sözler söylenerek aralarını açtılar.Siyâvuş öldürüldü. Bunun üzerine Rüstem yine ortaya çıktı. İlk çarpışmada Alp er tunga'nın oğlu 'Sarka'yı öldürdüler.Alp er tunga bunun öcünü almak için bizzat yürüdü. Fakat savaşı İranlılar kazanarak onu Çin denizine kadar kaçırdılar. Rüstem Turanlıları nerde bulduysa öldürüp altı yıl Turan'da kaldıktan sonra çekilip yurduna geldi.
Alp er tunga Turan'ın yakıldığını, Türkler'in öldürüldüğünü görünce kan ağladı. Öç almaya and içti. Ordu toplayarak İran'a girdi. Ekinleri yaktı.İran'a hakim oldu. Kıtlık çıkararak İranlılar yedi yıl açlıktan kırıldılar. Bunun önüne geçip İran'ı kurtarmak için Keyhusrev'e tahtı bıraktı. Keyhusrev, Alp er tunga'dan öç almak için ordusunu hazırladı.
Fakat bu ordu daha Alp er tunga ile karşılaşmadan bozuldu.Keyhusrev yine ordu yolladı.Türkler'den Bazur adında birisi büyü yaparak dağlara kar yağdırdı. İranlılar'ın elleri tutmaz oldu. Böylelikle İran ordusunu doğradılar. İranlılar yine Rüstem'i yolladılar. Harikulade savaşlardan sonra Rüstem Türk ordusunu bozup Türk ordusunda bulunan Çin hakanını da tutsak etti.
Alp er tunga bu haberi alınca pek üzüldü. Uluları toplayıp danıştı. Bunlar: "Ne yapalım! Çin, Saklap orduları bozulduysa, Turan ordusuna bir şey olmadı. Anamız bizi ölmek için doğurdu" dediler. Alp er tunga hazırlığa başladı. Oğlu 'Şide' onun maneviyatını yükseltti. Bu savaşa Turan ordusu tarafından, Çin dağlarında oturan "Püladvend" adında bir Çinli de ordusuyla iştirak etti. İran pehlivanlarını yendiyse de sonunda Rüstem'e yenildi. Bunun üzerine Turan ve İran orduları çarpıştı.
İranlılar kazandı. Alp er tunga kaçtı.Bundan sonra Keyhusrev dünyanın üçte ikisine hakim oldu. Bir gün sarayında şarap içerken Turan, sınırından İranlılar gelip Turanlılar'ın kendilerine zarar verdiğini söylediler. Keyhusrev bu işi halletmek için İran kahramanlarından 'Bijen' i gönderdi.Bijen sınırda ve Turan tarafındaki bir ormanda, yanındaki güzel kızlarla eğlenen 'Menîje'yi gördü. Menîje, Alp er tunga'nın kızıydı. Birbirlerini sevdiler. Menîje onu Turan'a, sarayına götürdü. Alp Er Tunga bunu duyunca çok öfkelendi. Bijen'i kuyuya hapsetti.Kızını da kovdu. İran padişahı genç kumandanının gelmediğini görünce yine Rüstem'i yolladı.
Rüstem tüccar kılığında Türk pâyitahtına kadar gitti.Bijen'i kurtardığı gibi Alp Er Tunga'nın da sarayını basarak onu kaçırdı, Menîje'yi İran'a gönderdi. Alp Er Tunga ise yeniden ordu yığarak yürüdü.İran ordusunun arkasında 'Bîsütun' dağı vardı.Yine Rüstem'in sayesinde İranlılar bu savaşı kazandılar.Alp er tunga, Karluk'a kadar kaçtı. Beğlerine dedi ki: "Ben dünyaya buyruğumu geçiriyordum.Minûçehr zamanında bile İran Turan'a denk olamamıştı.
Fakat bugün İranlılar hayatımı sarayımda bile tehdit ediyorlar. İyi bir öç almayı düşünüyorum.Bin kere bin bir Türk ve Çin ordusuyla yürüyelim" Toplanmaya başladılar. Fakat bizzat Alp er tunga'nın iştirak etmediği ilk savaşı İranlılar kazandılar. İran padişahı Asıl Alp er tunga'yı yok etmek istiyordu. Yeniden her yandan ordular toplayarak ilerledi.
Alp Er Tunga bin kere bin ordusunun üçte ikisini toplamıştı. 'Beykend' şehrinde oturuyordu.Karargâhında pars derisinden çadırlar vardı. Kendisi altınlı ve mücevherli bir taht üzerinde idi. Karargâhın önünde birçok kahramanların bayrakları dikili idi.
İleriye gönderdiği ordunun bozulduğunu duyunca başı döndü. Öç almadan dönmemeye and içti.Oğlu 'Kara Han' a ordusunun yarısını vererek Buhâra'ya gönderdi. Oğullarından Şide (ki asıl adı Peşeng idi), Cehen, Afrâsiyab, Girdegîr ve oğlu İlâ'nın oğlu Güheylâ bu orduda idiler. Çigil, Taraz, Oğuz, Karluk ve Türkmen ler çerisini teşkil ediyordu. İki ordu karşılaşınca ilk önce İran padişahı Keyhusrev'le Alp er tunga'nın oğlu Şide teke tek dövüştüler. Şide öldü. Alp er tunga duyunca saçlarını yoldu. Ertesi gün iki ordu akşama kadar savaşıp ayrıldılar.
Daha ertesi gün yine çarpışıldı. AlprEr Tunga kükremiş gibi saldırıyordu.İran'ın büyük pehlivanlarından birkaçını öldürdü. Keyhusrev'le Alp er tunga karşı karşıya geldiler. Fakat Turan pehlivanları onun İran padişahıyla dövüşmesini istemeyerek atının dizgininden tutup geri götürdüler. O gece Alp er tunga ordusunu alıp Ceyhun'un ötesine geçti.
Kara Han'ın ordusuyla birleşip Buhara'ya geldi.Biraz dinlendiler. Sonra pâyıtahtı olan Gang'a geldi. Bu şehir cennet gibiydi. Toprağı mis,tuğlaları altındı. Her yerden ordular çağırdı. Bu sırada casusları Keyhusrev Ceyhun'u geçti diye bildirdiler. Keyhusrev ilk önce Suğd'a geldi. Bir ay kalıp itaate aldı. Yine ilerledi. Türkler İranlılar'a su vermiyorlar,ordunun arkasında yalnız kalmış İranlı bulurlarsa öldürüyorlardı. Keyhusrev de önüne çıkan saray, kale, erkek, kadın en bulursa yok ediyordu.
İki ordu 'Gülzâriyun' ırmağı kıyısında karşılaştılar. Birbirine girdiler. Alp er Tunga'nın ordusundan Keyhüsrev'e korku gelmişti. Ordunun arkasına çekilip Tanrıya yalvardı.Derhal fırtına kopup tozları Turan ordusuna doğru atmaya başladı. Türkler bozuldular. Fakat Alp Er Tunga kaçmak isteyenleri öldürerek ordusunu durdurdu.Dönüp iyen savaştılar. Gece çökünce iki ordu ayrıldı.
Alp er tunga ertesi günü yine çarpışacaktı. Fakat kendisine gelen haberci oğlu Kara Han'ın ordusundan yalnız Kara Han'ın sağ kaldığını bildirdi.Bunun üzerine ağırlıklarını bile toplamadan hızla ordusu ile çöle atıldı.
Rüstem'i vurmak istiyordu.Keyhusrev bunu Rüstem'e bildirdiği gibi kendisi de onun ardına düştü.Alp er tunga, Gang'a gelip Rüstem'e baskın yapmak istediyse de onun tetikte olduğunu görerek vazgeçti. Şehre girdi.
Bu kalabalık şehrin kalesi o kadar yüksekti ki üstünden kartal bile uçamazdı. İçinde yiyecek boldu.Her köşesinde kaynaklar, havuzlar vardı.Havuzlar bir ok atımı boyunda ve eninde idi.Güzel bahçeleri, saraylarıyla bir cennetti. Alp er tunga ordusuyla Gang'a kapandı.Çin padişahına da mektup yazıp yardım diledi.Keyhusrev de ordusuyla gelerek Rüstem'le birleşti.
Kalenin çevresine hendekler kazdırdı.Odunlar yığıp katranla ateş verdiler.Duvarlar yıkıldı. Şehire hücumla girdiler.Herkesi öldürdüler.Alp er tunga sarayının altındaki gizli yoldan 200 beği ile kaçarak kurtuldu.Çin padişahının yanına gitti. Çin hakanı büyük bir ordu hazırlamıştı. Bunu duyan Türkler her taraftan Alp er tunga'nın yanına gidiyorlardı.
Keyhusrev Gang'a,bir kumandan bırakıp Alp er tunga'nın üzerine yürüdü.Karşılaştılar.Alp er tunga ona bir mektup yazarak insanlardan uzak ve kendisinin beğeneceği bir yerde teketek dövüşmeği teklif etti.
Keyhusrev kabul etmedi.O gün iki ordu akşama kadar çarpıştı. Gece olunca Keyhusrev ordusunun önüne hendekler kazdırdı. Bir kısım kuvvetlerini Türk ordusunun gerisine gönderdi.
Türkler gece baskını yapıp hendeğe düştüler.Arkalarındaki kuvvetler de pusudan çıktı. Türk ordusunu yendiler.Alp er tunga kalan çerisiyle çöle çekildi. Keyhusrev Gang'a döndü. Çin padişahı da Keyhusrev'den korkarak ona elçi gönderdi.
Keyhusrev, Alp er tunga'yı bir daha yanına almamak şartı ile onunla barıştı.Alp er tunga bunu işitince perişan bir halde çöle çekildi. Zere denizine geldi.Bu, ucu bucağı olmayan bir denizdi. Orada bir gemici vardı:"Ey padişah! Bu derin denizi geçemezsin. 78 yaşındayım. Bunu, bir geminin geçtiğini görmedim" dedi.
Alp Er Tunga, "Tutsak olmaktansa ölmek yeğdir" diye cevap verdi. Bir gemi yüzdürttü.Binip yelken açtılar. "Gangıdız" şehrine vardılar. Alp er tunga orada "geçmişi düşünmeyelim. Talih yine buna döner" diyerek yatıp uyudu.
Keyhusrev, Alp er tunga'nın suyu geçtiğini haber aldı.Hazırlıklar yaparak birtakım ülkeleri aldıktan sonra Zere denizinin kıyısına geldi. Yedi ayda denizi geçtiler. Gangidiz'i aldı. Bulduklarını kestilerse de Alp er tunga gizlice kaçtı.
Keyhusrev buradan Turan'ın payıtahtı oldu. Gang'a geldi. Alp er tunga'yı soruşturdu. Kimse bilmiyordu. Halbuki bu sıralarda o yiyeceksiz, içeceksiz dolaşıyordu. Kayalık bir dağın tepesindeki bir mağarayı kendine ev yapmıştı.
Bu mağarada insanlardan uzak yaşayan 'Hûm' adında biri vardı. Bir gün mağarada bir ses işitti. Alp er tunga kendi kendine tâliine yanıyordu. Bu sözlerin Türkçe olmasından yabancının kim olduğunu anlayan Hûm ona hücum ederek tutsak etti. Fakat o yine kaçarak suya atıldı. Hile ile Alp er Tunga'yı sudan çıkararak öldürdüler.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Her şeyden önce su vardı. Yer, ay, gök, güneş yoktu. Sadece Tanrı Kayra Han (Kuday)vardı, ancak yalnızdı ve canı sıkılıyordu, sudan gelen bir ses ona "yarat" dedi.O da kendi gibi birini yarattı ve ona kişi dedi. İkisi de birer kara kaz gibi su üzerinde uçuyorlardı. Tanrı Kayra Han bir şey düşünmüyordu. O sırada Kişi, yeli bulup suyu dalgalandırdı. Kayra Han'ın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrı'dan güçlü olduğunu sandı; daha yüksekte uçmak istedi. Ama uçamadı; suya düşüp dibe battı. Boğulmak üzereydi. Bana yardım et ! diye bağırıp Kayra Han'dan yardım istedi.
Tanrı Kayra Han izin verdi, Kişi su yüzüne boğulmadan çıktı. Sonra Tanrı, 'Sağlam bir taş olsun ! dedi. Suyun dibinden bir taş yükseldi. Kayra Han ile Kişi, bu taşın üzerine oturdular. Kayra Han, Kişi'ye Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar ! diye buyruk verdi. Kişi, Tanrı'nın buyruğunu yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Kayra Han'a götürdü. Kayra Han, Kişi'nin getirdiği toprağı suyun üzerine serperken Yer olsun ! diye buyurdu.
Buyruk yerine geldi, yeryüzü yaratıldı. Kayra Han, yine Kişi'ye Suya dal, suyun dibindeki topraktan çıkar ! diye buyruk verdi. Kişi, suya daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu; bir avucundakini Kayra Han'dan gizlemek için ağzına attı. Dileği, Kayra Han'dan gizli kendine göre bir yer yaratmaktı. Avucundaki toprağı getirip Kayra Han'a uzattı. Kayra Han, toprağı suyun üzerine serpip genişlemesini buyurdu. Kayra Han'ın suya serptiği toprak gibi, Kişi'nin ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe başladı. Kişi korktu; soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı. Ancak, nereye kaçsa yanı başında Tanrı Kayra Han'ın varlığını hissediyordu. O'ndan kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrı'ya yalvarmağa başladı: Tanrı ! Gerçek Tanrı ! Bana yardım et. Kayra Han, Kişi'ye Ağzındaki toprağı ne için sakladın dedi. Kişi, Kendime yer yaratmak için saklamıştım diye yanıt verdi. Kayra Han da, Öyleyse at ağzından ve kurtul dedi. Kişi'nin ağzındaki toprak yere dökülürken küçük tepeler oluştu. Kayra Han, Artık sen günahlı oldun dedi, Bana karşı geldin. Kötülük düşündün. Bundan sonra sana uyanlar, senin gibi kötülük düşünenler senin gibi kötü kişi olacak; bana uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve aydınlık yüzü görecek. Ben, gerçek Kurbustan adını almışımdır; bundan sonra senin adın da Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun.
Yeryüzünde, dalsız budaksız bir ağaç yeşerdi. Kayra Han, bu dalsız budaksız ağaçtan hoşlanmadı. Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun ! dedi. Dalsız budaksız ağaç birden dokuz dallı oldu. Kayra Han, Dokuz dalın herbirinin kökünden, birerden dokuz kişi türesin; bunlar dokuz millet olsun ! dedi. Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duydu. Nedir acaba diye düşündü. Kayra Han'a gürültünün nedenini sordu. Kayra Han, Ben bir hakanım, sen de kendince bir hakansın. İşittiğin gürültüyü yapanlar benim insanlarımdır ! dedi. Erlik, Kayra Han'dan bu insanları kendisine vermesini istedi. Kayra Han, Olmaz ! diye karşıladı; Sen git kendi işine bak !
Erlik'in canı sıkıldı. Hele bir gidip şu insanları göreyim diyerek kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Kayra Han bunları nasıl yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye düşündü. O düşüne dursun, insanlar ağacın yemişlerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlar, öte yandakilere ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu. İnsanlar, şu yanıtı verdiler: Tanrı bize o yandaki yemişlerden yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrı'nın izin verdiği, ağacın gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, yasak yandaki yemişleri yemememiz için bekçilik ediyor. Bu yanıt, Erlik'i sevindirdi. Erlik Körmös, insanlardan Doğanay (Törüngey) denilen erkeğe yaklaştı. Ona Kayra Han size yalan söylemiş. Asıl, yasakladığı yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir deneyin; göreceksiniz dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına girdi; ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak yemişlerden yedi. Doğanay'ın karısı Ece (Eje), yanlarına geldi. Erlik, Doğanay ile Ece'ye de yasak yemişlerden yemelerini söyledi. Doğanay, Kayra Han'ın sözünü tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Ece dayanamadı, yedi. Yemiş çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü. Doğanay ile Ece'nin tüyleri birden döküldü. Utandılar. Kaçıp, herbiri bir ağacın ardına saklandılar.
Kayra Han oraya geldi. İnsanlar, kaçışıp bir köşeye gizlenmişlerdi. Kayra Han, Doğanay ! Ece ! Doğanay ! Ece ! diye haykırdı, Neredesiniz ?. Doğanay ile Ece Ağaçların arkasındayız dediler, Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz. Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kayra Han, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde herbirine ayrı cezalar verdi. Şimdi sen de Erlik'ten bir parça oldun diyerek yılana verdi ilk cezayı. İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip öldürsünler ! dedi. Ece'ye döndü, Sen, Erlik'in sözüne uydun. Yasak yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın. Doğanay'a da şöyle diyerek cezasını verdi: Erlik'in gösterdiğini yedin. Benim sözümü dinlemedin, Körmös Erlik'in sözüne uydun. Onun adamları onun dünyasında yaşar, Karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös (Şeytan, Erlik) bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek. Kayra Han, Erlik'e de kızdı. Benim adamlarımı niçin aldattın ? diye sordu öfkeyle. Erlik Ben istedim, sen vermedin dedi, Ben de senden çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım. İçip içip esrirler (sarhoş olurlar) ise birbirlerine düşürüp döğüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım. Kayra Han da, Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan Karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum diyerek Erlik'i cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden ceza verdi. Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok dedi, Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra size Gök Oğul'u (May-Tere) göndereceğim.
Gök Oğul, insanlara birçok şey öğretti. Arabayı da Gök Oğul yaptı. Ot köklerini, yenilebilecek otları insanlara öğretti. Erlik, Gök Oğul'a yalvardı: Ey Gök Oğul, bana yardım et. Kayra Han'dan izin dile. Yanına çıkmak istediğimi söyle. Yardım et bana. Gök Oğul, Erlik'in dileğini Kayra Han'a iletti. Kayra Han aldırış etmedi. Gök Oğul, altmış yıl yalvardı.
Sonunda Kayra Han, Erlik'e haber gönderdi: Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin ! Erlik, söz verdi. Kayra Han'ın katına çıktı. Baş eğdi. Beni kutsa. Bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım diye yalvardı. Kayra Han, izin verdi. Erlik, kendisi için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere yerleştirdi; kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık oldular. Kayra Han'ın en sevgili kullarından olan Ulu Kişi (Mandı-Şire), bu duruma çok üzüldü. Üzüntü içinde düşündü: Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde sıkıntı çekip yoruluyor. Erlik'in adamları ise, göklerde keyfedip duruyor. Ulu Kişi, bu üzüntü içinde Erlik'e savaş açtı. Erlik, daha güçlü çıktı. Ateş ile vurup Ulu Kişi'yi kaçırdı. Ulu Kişi, Kayra Han'ın katına çıktı. Kayra Han, Nereden geliyorsun ? dedi. Ulu Kişi, Erlik'in adamlarının gökte oturması, bizim adamlarımızın ise yeryüzünde binbir güçlük içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlik'in yandaşlarını yere indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaştım. Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı diye üzgün ve ağlamaklı yanıt verdi. Kayra Han, üzülmemesini söyledi. Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez dedi, Erlik'in gücü senden çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün Erlik'in gücünden üstün olacak. Ulu Kişi'nin yüreği serinledi, rahat rahat uyudu.
Gün geldi, Ulu Kişi güçleneceğini anladı. O gün Kayra Han, Ulu Kişi'yi yanına çağırdı. Var git. Güçlendin artık. Erlik'in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin dedi, Sana, kendi gücümden güç verdim. Ulu Kişi şaşırdı: Yayım yok, okum yok. Kargım yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim?. Kayra Han, Ulu Kişi'ye bir kargı verdi. Ulu Kişi, kargıyı alıp Erlik'in göklerine gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini kırdı geçirdi. Erlik'in gökleri parça parça oldu, yeryüzüne döküldü. O güne değin dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrı'nın özene bezene yarattığı güzelim yeryüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu, ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi, sivri kayaların üstüne düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar hayvanların ayakları altında kaldılar.
Erlik, varıp Kayra Han'dan kendine yeni bir yer istedi. Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin; barınacak yerim kalmadı dedi. Kayra Han, Erlik'i yerin altındaki Karanlıklar ülkesine sürdü. Üzerine yedi kat kilit vurdu. Burada gün ışığı, ay ışığı görmeyesin. Üzerinde sönmez ateşler olsun. İyi olursan yanıma alır, kötü olursan daha derinlere sürerim dedi.
Bunun üzerine Erlik, Öyleyse ölmüş kişilerin canlarını bana ver; gövdeleri senin olsun, canları benim dedi. Kayra Han, Hayır, onları da sana vermeyeceğim dedi, İstiyorsan kendin yarat. Erlik eline çekiç, körük ve örs aldı. Vurmağa başladı. Her vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve kötü ruhlar yeryüzünü doldurdu. Sonunda Kayra Han, Erlik'in elinden çekici, örsü, körüğü aldı; ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kayra Han, kadını tutup yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmeyen, tüyü işe yaramayan Kurday denilen kuştur. Kayra Han, erkeği de tutup yüzüne tükürdü. O da bir kuş olup uçtu; adına Yalban kuşu dediler.
Bu olanlardan sonra Kayra Han, insanlara Ben size mal verdim, aş verdim. Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz de iyilik yapın. Ben, göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim dedi. Yardımcı ruhlarına döndü: Gün Aşan (Şal-Yime); sen, içki içip aklını yitirenleri, körpe çocukları, tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al; kendini öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları, başkalarına kötülük edenleri koruma. Benim için, bir de hakanları için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir. İnsanlar ! Size yardım ettim. Kötü ruhları (körmösler) sizden uzaklaştırdım. Kötü ruhlar size yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama onların yiyeceklerinden yemeyin; yerseniz, onlardan olursunuz. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, ama yine geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın. Geri döndüğümde iyiliklerinizin, kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Ağca Dağ (YapKara), Ulu Kişi ve Gün Aşan kalacaklar; size yardımcı olacaklar. Ağca Dağ ! Gözlerini dört aç. Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak isterse, Ulu Kişi'ye söyle; o güçlüdür. Gün Aşan ! Sen de iyi dinle. Kötü ruhlar, yeraltındaki Karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar. Çıkarlarsa, hemen Gök Oğul'a bildir. Ona güç verdim. O, kötü ruhları koğar. Alma Ata (Bodo-Sungkü), Ay'ı ve Güneş'i bekleyecek. Ulu Kişi, yeryüzünü ve gökyüzünü koruyacak. Gök Oğul, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak. Ulu Kişi, sen de kötü ruhlarla savaş. Güç gelirse benim adımı çağır. İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin (sincap) vurmayı, hayvan beslemeyi öğret.
Sonra, Kayra Han uzaklaştı. Ulu Kişi, Kayra Han'ın sözlerini yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu, sincap vurdu. Gün geldi, Ulu Kişi kendi kendine mırıldandı: Bugün beni yel uçuracak, alıp götürecek. Bir yel geldi, Ulu Kişi'yi uçurup götürdü. Bunun üzerine Ağca Dağ insanlara Ulu Kişi'yi Tanrı Kayra Han, yanına aldı. Artık, onu bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak. Nereye isterse oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın. Kayra Han böyle istedi dedi. İnsanları kendi haline bırakıp o da gitti.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
İnsanların Diğer Beğendikleri
2
Beğeniler
Tanınmış kişi
Sayfa Yöneticileri
-
Sevim KaraKurucu