Beğeniler
Ben Kirke Konusu, Kitap Yorumu ve Kısa Özet | M. Miller
Ben Kirke konusu itibarıyla Antik Yunan tanrılarının büyülü mücadelelerini anlatan mitolojik bir roman. Eser, son dönemde ön plana çıkan büyülü gerçekçiliğin farklı bir uygulaması. Nitekim Miller, Ben Kirke romanında küçük karakterlerle büyük ve efsunlu bir dünya kuruyor. Ayrıca bu yazımızda da Ben Kirke romanı hakkında yorum ve kısa özetimizi bulabilirsiniz.
Yazar, mitolojik bilginin kurmaca ile buluştuğu eserinde âdeta sessiz bir bakış açısına ses veriyor. Yani tarihin bize bıraktığı mirastan harika bir romantizm çıkarıyor. Bu romantizm zaman zaman tarihî gerçeklerin çarpıtıldığı postmodern bir bakışa evriliyor.
Ben Kirke feminist bir roman: Eser bize tarihî hikâyelerin romantik ve Odysseia‘nın feminist bir bakış açısı ile anlatıldığı son dönem trendine uygun bir örgü veriyor. Nitekim bu durum bazı okurlar tarafından kitabın en eleştirilmesi gereken yönü olarak görülüyor. Yazarın diğer mitolojik romanı ise Akhilleus’un Şarkısı.
Siz de bu yazımızı okuyarak Ben Kirke romanının konusu, özeti ve yorumları hakkında bilgi edinebilirsiniz. Öyleyse kitapla ilgili detaylara geçelim.
Kirke Karakteri ve Konusu
Kirke, eski dünyanın en önemli uğraşı alanlarından olan simya güçlerine tutkun “tip” zincirlerini kıran kadim olduğu kadar yeni bir karakter. Bu yönleriyle roman, çocukluğumuzdan itibaren alıştığımız basmakalıp peri masalı çizgisinin dışında sıra dışı bir anlatı özelliği kazanıyor. Ayrıca insanın arkadaşlık ve beklenti yönetimine kadim bir tarihçe yazıyor. Romanın sonunda hem iyi hem de kötü olarak nitelendirilebilecek bir sonun bulunması bu durumun en büyük kanıtı.
Ben Kirke romanının konusu nedir?
Romanın konusu, Yunan mitolojisinde büyücü bir tanrıça olan Kirke’nin mitolojik hayatıdır. Nitekim Kirke, Yunan mitolojisinde yalnızca Odysseia’da değil, Argonautika anlatısında da anlatılan önemli bir figürdür. Kirke, romanda ilahi bir bakış açısına hükmetmektedir. Bu durum zaten mitolojik anlatıların olmazsa olmazıdır
Eserin olay örgüsü nasıl kurgulanmıştır?
Ben Kirke, kolaj tekniğinin incelikle işlendiği bir eserdir. Eserde Homeros ve Ovid gibi şahsiyetler olay örgüsünde bir araya getirilmiştir. Bu da romanın içerisindeki postmodern etkilenmelerdendir.
Yazarın romanda nasıl bir üslubu var?
Yazar romanda şiirsel bir üslubu tercih ediyor. Romanda ölümlüler ile tanrılar arasındaki karmaşık ilişki oldukça net bir dille ifade ediliyor. Gizemli söylem, mistik bir atmosferde böylelikle okurlara ulaştırılıyor.
Romanın Odysseia ile ilgisi nedir?
Kimilerine göre roman Odysseia’nın modern bir uyarlamasıdır. Bununla birlikte roman kurgusu, postmodern bazı etkiler sebebiyle klasik olay tarihçiliğinin dışında bir örgüye sahiptir. Bu da kurmacanın gücünü artırmaktadır.
Roman neyi düşündürüyor?
Roman Olimposluların ve Titanların dünyasını yeniden keşfetmemizi sağlarken özellikle toplumdaki kadın imajı ve savaşın açtığı yaralar hususunda okurları yeniden düşünmeye sevk ediyor.
Ben Kirke Konusu: Kitabın Kısa Özeti
Ailesi tarafından kutsal güçleri küçümsenen tanrıça kızı Kirke, çevresindekiler kadar güzel ve yetenekli değildir. Bu nedenle dışlanmaktadır. Kirke, bir balıkçıyı tanrıya dönüştürdüğü anda kendi güçlerinin farkına varmıştır. Her ne kadar aşkı uğruna bir adaya sürgün edilmiş olsa da bura onun için kendini keşif sürecinin bir başlangıcı olur. Bu andan itibaren Kirke’nin aşkı için ihtiraslı mücadelesi başlar.
Roman boyunca anlatıcı insan olmanın hakikatine vurgu yapan birçok duyumsamadan bahseder:
Yüreklerimizde gerçekte ne olduğu bilinseydi, kaçımız affedilirdi?
M. Miller
Tüm bu duyumsamalar aslında olay örgüsünün bir parçasıdır. Bu durum Kirke’nin hikâyesini incelikli kolajlarla Zincire Vurulmuş Prometheus, Daidalos ve Kronos gibi klasik Yunan hikâyeleriyle bağlar. Böylelikle klasik olanla yeni olan iç içe geçer. İşte Miller’in romanda yakaladığı başarı da burada gizlidir.
Ben Kirke Konusu İtibarıyla Sürükleyici Bir Kitap
Ben Kirke akıcı ve oldukça sürükleyici bir roman. Romanın olay örgüsündeki tılsımlı yalınlık size kendinizi tarih öncesi bir düş ülkesinde gibi hissettiriyor. Kanşav Şimşek, kitabın dili ile ilgili şunları paylaşıyor:
Kitabın dili çok güzeldi. Cümleler yumuşak, derin ve sürükleyici. Konusu mitoloji olan bir kitap olmasına rağmen okurken zorlanmıyorsunuz, tarif ettiği fantastik dünyayı gözünüzde canlandırabiliyorsunuz ki mitolojik bir kitapta bunu yapabilmesi yazarın kalitesini gösteriyor. Özellikle Yunan tanrılarına ve mitolojiye ilgi duyuyorsanız kitabı çok seveceksiniz. Eleştireceğim tek noktası kitabın kurgusu sanırım, bazı yerleri çok iyiydi ama daha iyi bir son ve daha sürükleyici bir hikâye akışı beklerdim yazardan. Cevaplanmamış, yarım kalmış birçok noktası var hikâyenin. Tabii bu eleştiri, yazar bir devam kitabı çıkartırsa tamamen geçersiz olur. Çünkü o zaman hikâyede yarım kaldığını düşündüğüm yerler tamamlanmış olur. Kirke’yi tanımak güzel bir deneyimdi benim için kesinlikle sıraya alın.
Kanşav Şimşek
KİTAPTAN ALINTILAR
Ben Kirke romanında yer alan bazı güzel alıntılar aşağıdadır:
Benim daha iyi bir fikrim var. Canımın istediğini yapacağım.
(…)
Hayatım boyunca trajedinin beni bulmasını beklemiştim. Bulacağından hiç kuşkum yoktu çünkü başkalarının hak ettiğimi düşündüğünden daha fazla arzum, isyanım ve gücüm vardı, yıldırımları üstüne çekecek şeylerdi bunlar.
(…)
Ama yalnız bir yaşamda, bir başka ruhun sizinkinin yanına damladığı ender anlar vardır, yıldızların senede bir defa yeryüzüne sürünüp geçmesi gibi.
(…)
Gençken, dünyadaki bütün duyguları ilk hissedenin biz olduğumuzu zannederiz.
Ben Kirke’den
Madeline Miller kimdir?
Miller, 1978’de Boston’da doğdu. Üniversiteyi Brown Üniversitesinde klasik edebiyat okudu. Aynı alanda yüksek lisans da yaptı. Daha sonra liselerde Latince, Yunanca ve Shakespeare dersleri verdi. Aldığı eğitimler sayesinde klasik Batı edebiyatı hakkında önemli bir uzmanlığa ulaştı. Bu üzmanlık seviyesi romanlarına da yansıdı.
Chicago Üniversitesinde doktora yaptıktan sonra Miller, drama üzerine çalışmaya başladı. 2012’den sonra Cambridge’te yaşadı. Burada öğretmenlik yaptı. Eserlerinde David Mitchell, Lorrie Moore, Anne Carson ve Virgil’den etkilendi.
KAYNAKÇA
Bookmarks: Circe: Alex Preston
Bunu beğenen ilk kişi ol.
TARİHİN İZİNDE
Gelişmenin önünü kim tıkıyor? Bizim anladığımız anlamda anonim ilişkileri getirecek bir şehir toplumu, demokratik yapı yerleşemiyor. Bütün sorun bu. Bu rezaleti besleyen en büyük şey, fakirlik. Üretim yok. İran, Türkiye'den daha fazla kitap okuyanı, entelektüelleri olan bir ülke. Ama bu memlekette gerçek anlamda bir şehirleşme, protelerleşme yok. Üretimin olmadığı yerde zenginleşme de olmuyor, adil gelir dağılımı olmuyor. Bizim gibi artık değişim yoluna girmiş, çoktan kırsal sayılmaktan çıkmış toplumlar bile komşularında neler olacağını kolay tahmin edemiyorlar. Lübnan ve Filistin'de neler olacağı açık, ama Irak'ta, Mısır'da neler olacağını tahmin etmek zor. Türkiye kendi modelini nasıl yaratabilir? Türkiye'nin modeli kendine göre zaten çizilmiş. Demokrasi olacak, Avrupa Birliği'ne girecek. Gençler memleketi terk ediyorlar, ama Avrupa'dan çok Amerika'ya gidiyorlar. Bu, çok önemli bir nokta. Türkiye aslında model diye düşündüğü Batı'yı da çok iyi tanımıyor, kendini de çok iyi tanımıyor. İleride böyle bir garip kombinasyona gideceğiz. Irak Savaşı, Orta Doğu'nun tekrar dizayn edilmesini hangi şekilde etkiler? Irak Savaşı'nın arkasından İran'a da hatta Türkiye'ye de el atılacağı söyleniyor. Bu çok kötümser ve belki de propagandistlerin söylemi. Ama Amerika, Irak'ı düzenlemekle kalmayacak. Yeni coğrafyalar çizecek. Bunlardan bazıları Türkiye'de kazançlı çıkabilecek. Bizim ordumuz bölgenin en kuvvetli ordusu. Türkiye savaşa girerse çok şey değişir. Sonunda nasıl bir zarar alır, nasıl bir repitasyon bozukluğuna uğrar bunu bilemeyiz. Orta Doğu'da Türkiye herkesin ittifak duyacağı bir müttefik. Herkesin problemi var. problem çözümünde yanında güçlü bir ülke istiyor. Türkiye'nin konumu bu. Türkiye çok büyük bir tüccar oldu. Arap dünyasında bunu yapan yok. Sanayi bakımından, üretimi bakımından bölgede sözü geçen bir ülke olacak. TARİHİMİZİN GERÇEKLERİ DAHA ORTAYA ÇIKARILMAMIŞTIR Tarihçinin karşısına çıkan engellerden bir tanesi siyasi fikir hürriyetidir. Siyasi fikir hürriyeti bizde sadece ve sadece devlet ve onun polisi, savcısı tarafından kısıtlanıyor gibi algılanır ve öyle gösterilir. Siyasi fikir hürriyetini baltalayanlar bizde bizzat vatandaşların kendileri, hattâ hürriyetperver geçinen zümrelerdir. Halkın yüzde 50'si belki 60'ı Türkmen'dir. Belki % 10'u Kıpçak Türkü gerisi muhtelif etnisitelerden. Ve bu bir Osmanlılık içinde kaynamış gitmiş. Burada bir milliyetçilik yapmak zorundasınız, tarih sizi bu noktaya getirmiş, orada bir seçim hakkı yok; biz Türk milliyetçiliği yapalım mı yapmayalım mı, diyemezsiniz. Çünkü tarih bu toplumu en azından 1877-78 ve 93 muharebesinden beri buna zorluyor. Yani imparatorluk yıkılır, o ayrı, fakat anavatan topraklarımızı kaybetmeye başladığımız an milliyetçilik gelir. Orada artık Osmanlılık iflas etmeye başlar. Ondan kaçamazsınız. Bunları nasıl okuyacağınız da bir engel. Bazı tarihçilerimiz vardır, diyorlar ki mesela, “Osmanlılar Arapça kullanmış, Farsça kullanmış”. Hâlbuki Osmanlı'nın Arapça bileni, bugün bizim İngilizce bilenimiz kadar yoktur. Bunun sıkıntısını çekmişlerdir. İşte diyorlar ki, “Dilimiz ihmal etmiş”. Ne edecek? Başka dil bildiği yok ki adamın. Yine diyor ki, “Yobazlar çok hakimdi, bizi geri bıraktırmışlar”. Evet bir yobaz var. yobazsız toplum olmaz, ama Osmanlı, yobazı kılıçla bir anda da kaldırmayı bilendir. Türkiye bugün Latince ve klasik Yunan filolojisi olmayan bir memleket. Bu memlekette kimse Yunanca ve Latincenin kayda değer uzmanı değildir, bir iki arkadaşımız hariç. Burada bir Latin, Yunan uzman zümresi yoktur. Oysa bu kültür, memleketin tarihi bir dönemidir değil mi? Bu yüzden Batı kültürüne inememiştir. Hıristiyanlık bilmeyiz. Bizde hiçbir şekilde Hıristiyan uzmanı yoktur.
Ne gerici denen ne de ilerici denen arkadaşlar arasında iyi bir Hıristiyanlık uzmanımız yoktur. Biz Batılılık ve Batı tarihi falan da bilmeyiz. Yunancasız ve Latincesiz Fransızca, İngilizce aydınların değil, liman hamalı ve otel resepsiyonistlerinin Fransızcasıdır, İngilizcesidir. Türk milleti maalesef tarih bilgisinden uzak, tarih şuuruna sahip olmayan bir millettir. Biz Türklerde bir kronoloji nefreti vardır. Ama kronoloji bilmeden tarih yazılmaz ve bilinmez. Siyasi tarih bilinmeden tarih olmaz, tarihleri bilmeden tarih anlaşılmaz. Şüphesiz ki evvela toplumsal düzeni anlatmak için onlarla konuşacaksın, yani edebiyat tetkikleri yapacaksınız. Bizde edebiyat tarihleri çok zayıftır. Şiire münhasırdır. Hele 19. asra gelince adamakıllı abestir. Yani 19. asır edebiyatını bizim umumi Türk edebiyat tarihi içinde yeri ve ustalığı ne olacağı çok tartışılan adamları incelemekle halledeceğini zannedenler yanılır. Türkiye'de 10 tane edebiyat fakültesi talebesi var ki, onların çoğu da orada niye okuduklarını bilmezler. Tarih eğitimi konusunda sizin farklı bir yaklaşımınız var... Üniversitelerdeki tarih bölümleri lisansüstü hale getirilmelidir. Bunu bir tek Halil Hoca Bilkent'de yaptı. İyi gidiyor mu, bilmiyorum. Fakat başka yerlerde o zihniyet yok. ODTÜ'de yapmak istediler, bölüm yanaşmadı. 18 yaşını bitiren çocuğu, bence tarih okutuyorum diye almak cinayettir. 18 yaşında çocuğu hukuk okutuyorum diye eğitime almak da cinayettir. Bunlar ciddi birimlerdir, bir yaştan sonra bunları öğretmek durumundasınız. Tarih Türkiye'de belirgin bir yüksek tahsil düzeyinden sonra yapılması gereken bir şeydir. Osmanlı tarihi Türk tarihinin üzerine örtülmüş kara bir şal mıdır? Bunlar hurda lafları. Birtakım adamlar bana diyorlar ki, “Efendim, Osmanlı'yı bırakın Selçuklu mühim”. Neden Selçuklu Osmanlı'dan mühim? Adam, “Selçuklu daha liberal” diyor. “İslam'a karşı daha fazla eski kültürümüzü muhafaza etmiş” diyor. Bunlar boş laflar, hiçbir manası yoktur. Yunan, Roma ve Avrupa tarihini kendimizi bilmek ve anlamak için öğrenmeliyiz; çünkü biz onun içindeyiz. Bizim gibi okuması yazması kıt, tarihçiliği sıfıra yakın, cihanşümul tarihçi hiçbir zaman çıkaramamış bir toplum için bu nimettir. Bizde bir de yakın tarih eğitimini vurgulamak gibi bir eğilim başladı. Bu modern Almanya kimliğidir. Oysa böyle bir ülkede sen bunu yaptığın an doğacak tahribatı düşün ki, Almanya II. Harpten sonra faşizm belasını ve faşizm zihniyetini ortadan silmek için yakın tarihi çok okutmaya başladı ve eskiyi sildi müfredattan. Ben bir fakültesinde ders verdiğimde Berlin'de talebeler 1648 Vestfalya Anlaşması'nı bilmiyorlardı. Bakın mesela Rusya hiçbir zaman böyle bir şey yapmadı. Yani, “Ben Sovyet tarihini okuturum, ondan evvelki insan benim için mühim değildir” demedi. Bağımsız devletlerin hiçbirisi niçin bağımsız olduklarını bilmiyorlar ve onun sıkıntısını çekiyorlar. Farkında da değiller, bu gidişle de olamayacaklar. Milli laik uslûplarını inşa edemiyorlar. Tavsiye, hediye ve ceza üzerine kitapla baş başa kalan bir insan, kütüphanenin bir ordu gibi üzerine gelmesinden korktukça, arkasından yürüyen duvardan kaçabilir mi? Okuma özrü, gevezelik özründen geliyor. Türk toplumu, konuşmayı seviyor. Her şeyi konuşarak hallediyor... Dedikoduyu konuşarak, aşk ilişkisini hatta seks ilişkisini bile onunla tarif ediyor. Gayet geniş bir porno edebiyatı var Türkçe’de. İnanılmaz imaj. Bunlar hep gevezeliğe dayanan şeyler. En ilginci edebiyat da böyle konuşuluyor. Ben çocukken, gençliğimde Kuran-ı Kerim'den ayet zikredilerek konuşulurdu. İyi mi kötü mü bilmiyorum, ama şimdi bir değişme var. Eskiden öyle değildi. Çok hıfza, ezbere dayanan bir kültür vardı. Şimdi kayboluyor. Okumayla gelen bir şey. Halen okuma çok kuvvetli değil. Öyle bir kuşaktayız ki, Yunanistan, Türkiye az okuyor. Mesela bunun endüstriyalizmle, hümanizmle de alakası yok. İran çok okuyor. Rusya hep okurdu, okuyor yine. “Avrupa ile Akdeniz arasında Lazio ödülleri” gecesinde İtalyanca yaptığınız konuşmanızda, “...Roma uygarlığı, Avrupa, Asya ve Afrika'ya yayılmış durumdaydı. Karadeniz kıyılarından Cebelitarık'a kadar hepimiz Akdenizliyiz, yani Romalıyız. Arrigo Ruiz'in de dediği gibi hepimiz Roma İmparatorluğu'nun mirasçılarıyız.
İstesek de istemesek de, bilsek de bilmesek de hepimiz Romalıyız” demiştiniz. Bu konuşma barışı ve bir kültür simgesi olan Roma'yı amaçladığı kadar Necip Fazıl'ın “Kökünü inkâr eden dal, dalını inkâr eden yaprak kurumaya ve ölmeye mahkûmdur!” gibi eleştirel göndermelere de maruz kalmıştı. Doğrusu bu mudur? Roma bir uygarlıktır. Yani beşer tarihinin en birleştirici, en sentezci uygarlığıdır. İtalya'yı da aşar. Ben kalkıp, İyonyalıyız demiyorum ki. Bizim askeri özelliklerimiz nereden geliyor? Biz Asyalı, Türkçe konuşan bir kavimiz. Kökenimiz bu. Din olarak da Müslümanlığı almışız ama bütün bunlar eski Pagan İmparatorluğunun birtakım müesseselerini de benimseyip geliştirmemize mani değil. Nitekim aynı uygarlıkla Hıristiyanlık devam etmiş. Ermeni meselesinin yüzyıllar öncesinden bugüne kadar içinde gazı kalmamış bir çakmak gibi cepte taşınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bizim propaganda kültürümüz son derece zayıftır. Bir yazar diyor ki; “Türkün Türk'e Propagandası”. Keşke onu yapabilsen. Yani ben kendi çocuğuma anlatamıyorum bunu. Kendi çocuklarımız anlamıyor jenosidin ne olduğunu. Ermeniler, Bizans'tan sonra Türk İmparatorluğu'nu hoşnutlukla karşılamış ve olabildiğine uyum içinde yaşayan bir cemaat idi. Yunan ayaklanmasından sonra kıpırdanmaya başladı Ermeni tezi. Türkiye'nin Ermeni topraklarında, Ermeniler priority iddia etmişlerdir. Tarihi öncelik yani. Bizim vatanımızda hiçbir zaman çoğunluk değillerdi. Politikayı çoğunluğun olmadığı yerde takip etmek zordur. Temizleyemezsin orayı! Sen kendin azınlıksın. BİZİM AVRUPA Biz kimiz, Osmanlı'nın mirasçı mıyız, değil miyiz? Türk nedir? Osmanlı Türk müydü? Türkler L'empire Ottomane denen renkli imparatorluğun esas aktörü olan bir millettir. Bu bir imparatorluktur ve bu imparatorluğun esası Türktür, dili Türkçedir. Orduda ve bürokrasi de Türkçe kullanılır. Bilhassa ordu çok Türktür. Çekirdek olan muhafız kıtalarının çocukları 15. 16. ve kısmen 17. asırda devşirme usulüyle Balkanların ve Kafkasya'nın köylerinden toplansa da bunlar Türkleştirilir ve Müslümanlaştırılır. İçlerinden Sokullu Mehmet Paşa, Sırp ruhban ailesinden geldiği halde birinci sınıf Müslüman ve Türk olanlardandır. Her halükârda ordunun dili Türkçedir ve Türk toplumunda ordu çok önemli bir müessesedir. Osmanlı cemiyetinde aristokrasi yoktur. Aristokrasi olmadığı için de her sınıftan ve hatta her etnik gruptan gelen insanlar kolayca üst sınıflara kadar tırmanabilir. Bize Türkiye ismini 12. asırda İtalyanlar koymuştur. Ülkenin çoğunluk halkı Türk olduğu için bize Türkiye, “Turckia veya Turchmenia” gibi isimler koymuşlar. Ama biz kendimize ısrarla Rum, Romalı demeye devam ettik. Çünkü bu Roma İmparatorluğu'nun bir devamıdır. İstanbul'u fetheden Fatih de kendisini Kayser-i Rum (Doğu Roma İmparatorluğu) ilan etmiştir. Ama bununla beraber tabii ki o da Türktür. Türkçe şiir yazar, ferman yazar. Ana dili Türkçedir. Türkiye'de Kemalist milliyetçilik modern, kan bağına dikkat etmeyen, doğrudan doğruya kültüre bağlı bir Türkçülüktür ve bunun üzerinde ısrarla durur. Buna uyum sağlamayan bir Türk vatandaşını bu Cumhuriyet kabul etmez. Bu çok açıktır. İstisnası yok mudur? Vardır, Lozan'da tespit edilen gayri Müslimler. Bunların kendi din ve kültürlerine devam etmelerine müsaade edilmektedir. İmparatorlukta olduğu gibi. Türklerde Avrupa'ya, Batı'ya karşı aşağılık kompleksi ile gelen bir hayranlık var. şimdilerde öz güvenimiz biraz yerine gelmiş gibi gözükse de. u kompleksi üstümüzden tam olarak atabilmiş değiliz. Buna bazıları “Osmanlı Kompleksi” diyor. Siz ne dersiniz? Türkler, Avrupalıların sevmediği bir unsurdur. Bu çok açıktır. Çünkü Türkler militan bir kökene sahiptir, askerdir. Yani İranlılar gibi, Araplar gibi Müslüman, pitoresk, literatürü sevilen, egzotik bir unsur değildir. Burnunun dibine kadar gelmiş askeri bir unsurdur. Bu durumda bu toplumun size karşı bir yakınlık kurması kolay değildir. Askeri unsur her zaman için korkutucudur. Sovyetler Birliği'nin en korkutucu yanı komünizm değildi. Komünizmi savunma iddiasında olan Kızım Ordu'ydu. Bunu unutmayın. Ve Türkler bugün de militaristtir ve korkarım öyle de olmak zorunda.
“Toplumlar tarihleri ile yüzleşmeli”diyorlar. Bizim kendi tarihimizde yüzleşmemiz gereken karanlık noktalar var mı? Evet bunlar çok moda. Biz tarihimizle yüzleştik. Kastettiğiniz Ermenistan meselesiyse şükürler olsun bir Ermenistan Cumhuriyeti kuruldu. Çünkü diasporadaki herhangi bir toplumun, yani kültürlü ve üretim yapan bir toplumun devletsiz olması hiç hoş bir şey değildir. Yahudilik bunu asırlar boyunca yaşadı. Ermeniler yaşadı, şimdi onların da devleti var ve başkaları da var, onlar için de istiyoruz. Biz Ermenistan'la otururuz yeniden gözden geçiririz. Bu arada bazılarının dediği gibi bunun resmi tarih olması beni hiç rahatsız etmiyor. Bizim resmi tarihçilerde onların resmi tarihçileri oturur, belki de çok uzun süren bir süreç içinde bu işi tartışırız, bilmediğimiz birtakım şeyler daha ortaya dökülür. Ve biz sonunda okul çocuklarımız için ortak bir çalışma hazırlarız. Bu artık halledilmek zorundadır, o safhaya gelmiştir. Bu yüzden de çok önemlidir. Diasporadaki sorumsuz ve birbirinin dilinden anlamayan gruplarla ve Türk muhalif gruplarıyla bu iş halledilmez. Bu çok ciddi bir sorundur. Çünkü bunun maalesef başka yönlere çekildiği açıktır. OSMANLI BÜYÜK BİR DEVLETTİ Osmanlıyla başlarsak... Osmanlı'nın kuruluş amacıyla daha sonraki amaçlarının birbirleriyle çeliştiği çok söylendi. Bunu Halil İnalcık hoca da çok dile getirdi. Osmanlının kurulma amacıyla sonraki amacı değişmiş midir? Belki Osmanlı İmparatorluğu başında hayat mücadelesi veren bir siyasi içtima idi, sonra bu iş genişleme, yayılma ve cihan hâkimiyeti mefkuresine dönüşmüş; vakıa Osmanlının ilk dönemine ait, böyle bir cihan hâkimiyeti, üniversal hâkimiyet projeleri var. mesela menkıbeler var, ama tabii bu menkıbeleri anlatan kitaplar, yazmalar aşağı yukarı 150 sene sonra kaleme alınmış şeyler. 150 yılda Osmanlılar imparatorluk dönemine girmişler. Onun için kesinlikle net bir şey bilemeyiz. Fakat şöyle bir soru olabilir: Acaba Osmanlı işin başında bu kadar mütevazı mıydı? Yani kendini aşan iddiaları var mıydı bu toplumda? Belki de vardı. Abdülhamid'in Pan-İslam politikasını nasıl yorumluyorsunuz? II. Abdülhamid'in Pan-İslam politikası isabetlidir. Orada yapılmak istenen şu: İslam dünyasında evvela enformasyon topluyor. Kullandığı adamlar doğru bilgi getirecek. Bu çok önemli bir şey... İkincisi oradaki muhtelif kuvvet odaklarını – tarikat olabilir veya modern laik bir eğitim cemiyeti olabilir – etkin bir şekilde etkiliyor ve takip ediyor. Yani biz o kadar kuvvetliyiz ki, diyor ihtiyarın biri, “Padişah, halife ne yapıyor?” diye sormaya başlıyor. Onun kendi sıkıntılı hayatında tutunacağı dal İstanbul'daki halifedir. Çok iyi yetişmiş adamları var. Bu mekteplerden, Mülkiye'den, Galatasaray'dan her yere gidiyorlar. Osmanlı büyük devletlerden biri, bu çok açık, fakat yaptığı şeylerden biri de oradaki Müslümanlara vatandaşlık vererek cemaatler üzerinde çok etkin bir şekilde kontrol etkisini kullanıyor. Bu çok önemli... İnsanları ve kitleleri yerinde tutmalı; güç vermese bile imaj veriyor. Abdülhamid olsaydı, Osmanlı Balkan Savaşlarına ya da Birinci Dünya Savaşı'na girer miydi? Hayır, Sultan Abdülhamid tahtta kalsa kesinlikle böyle bir savaşa girmeyi önlerdi, çünkü kendi çıkarmadığı bir Rus-Osmanlı savaşından dolayı neredeyse Balkanları kaybetti. Böyle bir şeye girmezdi kesinlikle. Birinci Dünya Savaşı'na... Hayır, III. Alexander'la çok iyi anlaşıyorlar. Buna bizde değinilmiyor, çünkü Alexander Rusyası çekiniyor Türklerden. Bunlar pan-İslamist, okullar açtılar, bizimkiler bile okuyor diyor. Birisi yaklaşırsa, bunları ziyaret etmese bile o makbul geliyor onun için. III. Alexander da anlıyor durumu. 1877 Savaşıyla Edirne'ye, hatta Yeşilköy'e kadar gelen ordu hastalıktan, açlıktan kırılıyor. Bir şey elde edilemedi ve Türk ordusunun tahminin ötesinde savaş gücü olduğunu anladılar.
Bir de eski yazı problemi var. Bu zavallı adamlar 70 sene evvelin ayrı bir dünya olduğunu zannediyorlar. Ayrı bir dünya değildir. Köprülü orada yaşıyor, sosyalizm orada yaşıyor. Şefik Hüsnü'nün eski Aydınlık'ta çıkan bir sürü yazısını okuyup anlayamazsın. Hâlbuki Osmanlı İmparatorluğu'nun modern insanı 20. yüzyılın insanıdır, bizimle anlaşabilecek bir insan. Ama onu okuyamıyoruz. Bu milletin, okumuşları, 70 sene evvelinin yazısını okuyamadan gezebiliyor! Bunu ben son derece gülünç buluyorum. Harf devrimi başka, o çok lazımdı, ama bu demek değildir ki, öbürünü de bilmeyeceksin! Türkiye'de sizin okuyup da beğendiğiniz tarihi roman yok mu? Bir ara yakın tarihle ilgili iddia olarak Kemal Tahir, Attila İlhan var. kendi dönemi olmasına rağmen bence Mithat Cemal'in (Kuntay) “Üç İstanbul”u çok iyidir. Tarihi roman türü bizde fazla olmuyor. Çünkü tarih bilinmiyor. Flaubert “Salambo'yu yazarken 300 cilt kitap karıştırdım, sadece Salambo'nun makyajı için” diyor. Yalnız Flaubert, o 300 cilt kitabı Fransa'da bulmuş müsaadenle! Ernest Renan'ın “Fenikelilerin En Önemli Metinleri” adlı ünlü paleografya el kitabı varmış. Bunların olmadığı bir yerde Flaubert çıkar mı, çok rica ederim? OSMANLI ERMENİLERİ Osmanlı Ermenileri hakkında görüşlerinizi anlatır mısınız? Ermeniler Selçuklu İmparatorluğu devrinden beri Küçük Asya'daki Türk Devletiyle ve Müslüman Türk toplumuyla en fazla uyum içinde olan cemaattir; bu yüzden de kendilerine Millet-i Sadıka dendiğini herkes tekrarlar ve bilir. Bunun iki nedeni vardır: Bunlardan bir tanesi, devlet olma kabiliyetlerini kaybetmeleridir. Zayıf durumdadırlar, dağınık durumdadırlar, aşağı yukarı her yerde vardırlar. Anadolu'nun Kafkasya'nın İran'ın batısında ve Anadolu'nun doğusunda her yerde yaşarlar. Şehirlerde otururlar, köylerde otururlar, fakat nüfusça kalabalık değillerdir. Öyle bir bölge gösteremezsiniz ki, orada Ermeniler ekseriyet teşkil etsinler, bu söz konusu değildir. Onun için diğer gayri Müslim milletlerin tersine hâkim idareyle daha iyi ve uyumlu geçinmeyi kabul etmişlerdir. İkinci neden, bir Orta Doğu ve Kafkas milletidirler, ananeleri, görgüleri bizimkine çok benzer; yaşayış biçimleri, ırz namus anlayışları dolayısıyla da Türk toplumu ile çok iç içe girmişlerdir. Sanat ve kültür hayatımızda vazgeçilmez olarak bizimle adeta yapışık ikizler gibi hayatlarına devam etmişlerdir. Ancak Batılılaşma devrinde yaşam biçimleri ve dünyaya bakışlarının değişmesi, devletin idaresindeki zaaflar ve iktisadi fakirleşme ve Ermeniler de bilhassa Yunanlıların örneğine bakmalı gibi bir milli ayaklanma ve milli bağımsızlık fikrine sarılmışlardır. Bir imparatorlukta yaşayan birtakım etnik grupların milliyetçilik çağında ayaklanmaları, bağımsızlık istemeleri normal bir gelişme sayılmalıdır. Ters nokta Ermeniler vatan olarak gördükleri topraklarda çoğunlukta değildiler. Bu çok dikkate şayan, bilhassa Doğu Anadolu'da bir merkezde kalabalık gibi görünüyorlar. Balkan ulusları, Avusturya ve Rusya gibi iki destekleyici kuvvetin yanı başındayken Ermenistan için bunu söylemek çok zordur. Desteğini bekledikleri Batılılar için Ermenistan'ın birincil değil, ikincil, üçüncül öneme sahip bir bölge olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim muhtelif ittifak girişimleri de her zaman ciddiye alınmamış ve Batılı kuvvetler tarafından tehir edilmiştir, hasır altı edilmiştir. Osmanlı Devleti'nin toplum yapısı içerisinde Ermenilerin konumu nedir? Çukurova'da, Doğu Anadolu'da, hatta Karadeniz kıyılarında Trabzon'da, yukarı Mezopotamya dediğimiz bölgelerde, Mardin, Urfa, Diyarbakır gibi yerlerde, Orta Anadolu'da, Sivas'ta uygun miktarda Ermeni yaşar. Halen de nüfus çok azalmış olmasına rağmen, (Türkiye'de Ermeni nüfusu 60 bin civarındadır) İstanbul Ermeni Patriği, Ermeni dünyasında çok önemli rolü olan bir ruhaniliktir.
Ermenilerin 16., 17., 18., yüzyıllarda imparatorluğun mimarisi, imparatorluğun para basımı işleri, imparatorluğun darphane işleri dolayısıyla yükselen bir amira sınıfı vardır.19. yüzyılda Yunan ayaklanmasından sonra hariciyede helal nüfusa karşı bir itimatsızlık doğması nedeniyle Ermeniler onların yerini almışlardır. Bunun dışında Ermenilerin Avrupa'da da belirli merkezlerde kolonileri vardı. Bu da onların beynelmilel ticarete atılmasını kolaylaştırdı. Osmanlı ordusunda kimyagerlik, eczacılık, tabiplik gibi dallarda Ermeni zabitleri rol oynamıştır. O yüzden sırf mülkiyede değil, askerlikte bile terfi ettikleri, hem mülkiyet dalında hem askeri sınıfta yükseldiklerini görürsünüz. Osmanlı hariciyesinde hatırı sayılır miktarda Ermeni grup vardır. Bütün bu dallar, dolayısıyla Ermenilik, imparatorlukta Rumluğun önüne geçmiştir. Hele hele Yahudiliğin durumunu bunlarla mukayese edilecek durumda değildi. Ermeni cemaati, Ermeni münevverleri, bilhassa münevverleriyle memur olanları Türkçe'yi iyi öğreniyorlar, Batı dillerini iyi biliyorlar. Arşivdeki Sicil-i Ahval'ı karıştırdığınız zaman bunu görüyorsunuz. Öte yandan en alaturka yaşayan kimselerdir bunlar. Dolayısıyla bilmeyen biri şöyle baktığı zaman ne fakir Ermenileri, ne zengin Ermenileri, ne okumuş, ne cahil Ermenileri, ne taşralı ne İstanbullu Ermenileri Türkler'den ayıramaz. Doğu'daki Müslüman nasıl yaşıyorsa, ne gibi ön yargıları varsa, ne gibi yaşam, namus kalıpları varsa, Ermeni için de bu doğrudur. İstanbul'un Türk halkı nasıl yaşıyorsa, yaşam biçimi neyse Ermeniler için de bu doğrudur. Ermeni zenginleri ve okumuşları için. Bu bakımdan bu kavmin Türklerle münasebeti üzerinde durmak ilginçtir. Mümkün değildir. Ne zaman bu ortaya çıkmıştır? 1895 Ayaklanmalarında patırtısında Ermeni çete faaliyetleriyle, Taşnaksütyun'un harekâtı ile ve tabii ki, I. Cihan Harbi'nde bu tip komitaların ilerleyen Rus ordusuyla işbirliğiyle olaylar ortamı 1915 tehciri'ne sürüklemiştir. TARİHİ GENİŞ OKUMAK LAZIM Goethe, “3000 yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günü birlik yaşayan insandır” diyordu. Biz gerçekten biliyor muyuz tarihimizi? Gelecek için planlar yapıyoruz. İlerlemek için, kendimizi geliştirmek için, ailemizle rahat bir gelecek yaşamak için, çocuklarımıza iyi bir gelecek vermek için, toplumumuz için, ülkemiz için çalışıyoruz. Ama geleceğe yön verebilmek için geçmişi bilmek gerekmez mi? Ağacın köküne su dökmeden meyve almak mümkün değilse, tarihimizi bilmeden geleceğe adım atmak da mümkün değildir. İslam ülkeleriyle kıyasladığımız zaman durum nedir? İslam ülkeleriyle kıyasladığımızda: Biz tarihiz, devletiz. Burada ordu var, bürokrasi var. bunlar yok İslam dünyasında. Kral Faysal'ın – yazılmadı ama – şöyle söylediği ifade edilir: “Bir buçuk devlet var İslam dünyasında; biri Türkiye, yarımı İran”. Yani öbürlerinde devlet yok, olmadığı görünüyor. Bu çok önemli bir şey. Bunu küçümsemek için söylemiyorum. O bakımdan Türkiye'ye çok da önemli roller düşüyor. Bunu unutmamak gerekiyor. Peki tarih bilincini canlandırmak için neler yapılabilir? Tarih bilinci şu: Bir kere doğru dürüst tarih okuyacaksın. Büyük devletler, büyük milletler gibi tarih okuyacaksın. Dünya tarihine eğileceksin. Muhtelif diller öğreneceksin, öğreteceksin. Türkiye'de o yok. Onu açık söyleyeyim. Türkiye'de bu bilinç yok. Böyle bir tarihçilik yok. Bunu kuranlar zamanında yapmamışlar. Fırsatları dahi değerlendirmemişler maalesef. Hemen lafına gidilir işin. “Efendim felsefe bilmiyor, düşünmüyor” derler. Sen bir kere düşünemezsin. Sana yasak düşünmek. Çünkü sen bir defa lisan bilmiyorsun. Tarihçi dediğin adamın bir defa geçmişle irtibat kurması lazım, konuşması lazım. Türkler arkeolojiyi hakikaten cumhuriyet devrinde benimsediler. Hatta bu bizim Türkler, bir zamanlar iyi bildikleri Arapça, Farsça gibi kültürleri de kaybetmişler bugün. Onu da artık eskiler gibi yapamıyorlar. İbranice bilmiyorlar ki, okunan Kur'an-ı Kerim'in anlaşılması, tefsiri bakımından lazım. Bizden evvel klasik çağın büyük alimleri bunu biliyormuş. İslam alemleri Aramca falan biliyormuş. Bunları yapmadan, yani zamanlar ve mekânlar üzerinde gidip gelmeden bir millet olunmaz. Büyük millete de o yakışır. Bunları yapamayan adamların tarihte rolü olmaz.
RUSYA VE TÜRKİYE Rusya ve Türkiye, tarihte iki eski devlet. Bizim ortak miraslarımız var. Bunlardan bir tanesi Asyalılıktır. Cengizhan devletinden her iki milletin de aldığı şeyler vardır. İkincisi, Rusya'da daha çok durulan bir konu Bizans mirasıdır. Biz tabii ki Müslümanız, fakat Bizans'ın üzerinden zaferle de olsa aldığımız miras vardır. Yani Bizans topraklarını fethettik, imparatorluk kurduk, öbür taraf ise dinini aldı. Kilise medeniyetinin yerini, kanununu aldı. Fakat bunun ötesinde Rusya'yla Türkiye aşağı yukarı 1699 Karlofça Antlaşması'ndan Birinci Cihan Harbine kadar çok uzun süren savaşlar yapmışlardır. Bu savaşların sonunda, Türkiye imparatorluğu erimiştir. Rusya'nın bunda payı vardır. Fakat çok garip bir şey ki, Rusya Osmanlı'dan aldığı bu topraklara bugün pek sahip olamamıştır. Türkler askerdir ve askerlikle batılılaştılar; yoksa oturup da mesela Voltaire okuyup, bunlar da ne ilginç adamlarmış, biz de batılı olalım diye ya da Rembrandt seyredip bunlar da böyle iyi ressamlarmış, biz de böyle olalım diye kalkıp da Batıyı seçmediler. Biz batılılaşmak mecburiyetindeydik. Rusya Türkiye'nin düşmanıydı. Birtakım şeyleri maalesef bunu etkisiyle yapmak zorunda kaldık. Uzun Soğuk Savaş yıllarında Rus etkisi ve tehlikesi Türkiye politikasına yön verdi. O derecede verdi ki, kültürel hayatı bile etkiledi. Bizim uzman gençlerimiz dahi Rusya'ya gelip okuyamadı. Aynı şekilde Rusya'dan da Türkiye'ye öğrenciler gelemedi. Yani bir Rus nesli Türkiye arşivlerine İstanbul'a uğrayamadan Türkoloji yapmak zorunda kaldı. Görülen o ki, Türkiye'nin AB'ye entegrasyonu mümkün değil yakın zamanda. Hiçbir akıllı Türkün bunu düşüneceğini zannetmiyorum. Bu bazı insanların bir hayalidir. Ve ben bu hayali gerçekçi, tahakkuk edebilir bulanlardan değilim. Bugünkü Avrupa medeniyetinin temel kurucularından biri Rusya'dır. Rus edebiyatı, Rus müziği, Rus kimyası ve fiziki, matematiği olmadan bir Avrupa medeniyeti düşünmek mümkün değildir. Ama her şeye rağmen Avrupa, Rusya'yı kendinden saymıyor. İşin garibi de Rusların da Avrupalılara karşı pek istekli bakışı yok. Türkiye'yi de Avrupa'nın kendinden sayması mümkün görülmüyor. Türk kültür merkezi modeli vardır. Cervantes, Goethe Enstitüleri bunlar. Biz İstanbul ve Ankara'da Puşkin Merkezleri istiyoruz. Bunların hiçbiri kurulmadı. Niye kurulmadı? Bunlar lazım. Yani İran İslam Cumhuriyeti'nin bile Farsça merkezleri var. bir sürü insan gidip Farsça öğreniyor. Bunun kurulması lazım. Resmen ve özel fonlarla. İnşallah Moskova'da biz Yunus Emre Kültür Merkezi'ni göreceğiz. Aynı şekilde İstanbul'da Puşkin Merkezleri. Bu hiç tartışılacak bir şey değildir. Hükumet buna niçin fon ayırmıyor ve niçin özel sektörden buna fon yardımları yapılmıyor anlayamıyorum. Bütün İslam ülkelerinde bize karşı saygı ve gıpta vardır. Çünkü biz üreten tek İslam ülkesiyiz. Birilerinin çıkarttığı petrolü satarak geçinmiyoruz veya sefil değiliz. DÜNYANIN BAŞKENTİ İSTANBUL Türk halkı maziden ve mazide yaşadığı mekândan nefret etmektedir. Bunu açıkça itiraf etmemiz gerekmektedir. 1950'lerin insanı maalesef sağlıklı bir zihniyet ve zevk yapısına sahip değildir. Onun için ahşap ev demek fakirlik, sıkıntı, yokluk demektir. Ve insanların şehirli medeni bir yapıya kavuşması lazımdır. Bu medeni yapı nedir dediğin zaman dört köşe beton, geniş bulvarlı evlere özlem duyduğunu açık seçik ortaya koymaktadır. Bunu yapan insanlar, bazılarımızın tekrarladığı gibi, ne Aydın'lı Başbakan Menderes'tir, ne sadece şoförlerdir, ne sadece basit halktır, ne okuma yazma bilmeyenlerdir, ne sadece solculardır. Türk halkı buydu, Türk okumuşu da buydu. Mimari hoca dahi böyleydi. Ayrıca herkes Karadenizli kalfadan bahsediyor, hiç kimse Bayındırlık Bakanlığı'ndaki mimarlardan, üniversitedeki hocalardan bahsetmiyor. Şehri berbat eden birçok yapıda onların imzası vardır. Kalfalar onları acemice taklit ediyor. Nasıl olur da bir şehir bu kadar laubali bir şekilde kendi evlatları tarafından tahrip edilir, sorumsuzca harcanabilir?
İstanbul'un en çok konuşulan Türkçesi de Laleli ve Aksaray'daydı. Bu imar hareketi yüzünden bunlar kalmadı. Dolayısıyla bu İstanbul bir anlayış meselesidir. Bu olmayınca hiçbir şey ifade etmez. Sağcıyız diyor, hiç zannetmiyorum ben, bu şehri sevip Necip Fazıl gibi ciddiyetle baktığını. Solcuyuz diyor; hiç zannetmiyorum ben, Yahya Kemal, Nazım Hikmet veya Orhan Veli gibi severek ve ciddiyetle baktığını. 2010 Başkent projesi diyor. O arada ne güme gittiğini biliyor musunuz? 2007 ve 2008'deki Türkiye Rusya Kültür Hareketleri güme gitti. Güya 2007'de Rusya'da Türkiye yılı, Türkiye'de Rusya yılı olacaktı. Daha önemli bir şey... 2010 başkenti hiçbir şey ifade etmez. Ve 2010 yılı projelerine bakıyorum, hiçbir ciddi iş yok, surlarda ve Süleymaniye'de hayalet binaları yıkma, etrafı düzenleme falan. Kültürel faaliyet zaten oluyor. İstanbul çoktan Avrupa'nın ve dünyanın kültürel merkezlerinden biri haline dönüşmüştür. YAHUDİLİKTE VE MÜSLÜMANLIKTA LAİKLİK OLMAZ Din ile devletin ayrılması Yahudi ve Müslümanlıkta imkânsızdır. Çünkü her iki din insanların 24 saatini ayarlar. Sadece devletle olan ilişkilerini değil özel hayatlarını, nasıl yiyip içeceklerini, nasıl temizleneceklerini, karı-koca arasındaki ilişkiyi ve tabii ki devletle olan ilişkiyi ayarlar. Devlet ve devletin aygıtı olan bürokrasi ve ordu insan hayatının, toplum hayatının vazgeçilmez iki unsurudur. Ve zaten dini görevinizi de yerine getirmek içinde bu ikisinin de ayakta olması, kuvvet olması, kuvvetli olması şarttır. YAHUDİLERİN VE MÜSLÜMANLARIN ŞERİATLARI VE HRİSTİYANLIK Semavi dinler; şüphesiz ibadet, ritüel ve akide yönünden birbirine benzeyen, ama birbirine zıt yönleri olan inanç sistemleridir. İnanç sistemleri mi? Bu kadarla kalsa problem belki bizim alanımızın dışında kalır. Bunlar yaşam sistemidir (yaşam kelimesi öztürkçe olsun diye kullanılmıyor, hayatla farklı şeylerdir. (Hayat: bir zaman kesitinde bize ait olan bir külliyeyi; Yaşam onu yaşama tarzımızı ifade eder. Bu alanda fertlerin hayatını aşan topluma has bir devamlılık söz konusudur). Bu sonuncu iddia; çok laik olduğu ve yaşamın dışına çekildiği, Müslüman aydınlar tarafından iddia edilen Hıristiyanlık ruhlara hükmeder, bunun için eğitimi kullanır; bu nedenle tarihin ve coğrafyanın Hıristiyanca yorumu, Batı'da ateist fertleri dahi etkiler. Hıristiyan insan için zaman, İncil'de tarif edildiği gibidir: “Deus inquit-sit” (Tanrı ol dedi). Zamanları ve mekânları aşan bir vahiy hissi ve iman ise İslam kelamcısıyla ortaya çıkmıştır. Üç Dinin Birbirine Bakışı Hıristiyanlık Yahudiliğe karşı tahammülsüzdür; yeni içtihatlar ve bir tür zorlamayla Hıristiyanlık Yahudiliği tanır ve tahammül eder duruma giriyor. Ama Yahudiliği lanetleyen 325 İznik Konsülü'nün tavrı Hıristiyanların içine işlemiştir. Bu tahammülsüzlük Avrupa'nın laikleşme döneminde de devam etmiş ve ırkçılığa inkılap etmiştir. Temelde Yahudi düşmanı tutum, doğrudan Hıristiyanlık'ta ortaya çıkmış değildir. Öyle olsa, Hz. İsa ve St. Paul (ki kendisi Tarsuslu bir hahamdır) bu dini antisemit ölçüler içinde nasıl kurarlardı? İlk Hıristiyanların Yahudiliği eksik inançlı fakat vahye ve vahdete yakın gördükleri açıktır. Hıristiyanlığın yayılması ile mevcut antisemitizm bu dinin içine girmiştir. İlk Hıristiyanlar daha çok Yahudiler iken, Roma döneminin ünlü Appion'u gibi, Yahudileri kan cürmüyle suçlayan yazarlar ve onların zihniyeti hakim olmuştur. Öte yandan kilisenin gerçek kurucusu St. Paul, Yahudilerin pagan kitleler tarafından küçük görülen ve alay edilen kurum ve adetlerinin hiçbirini almadı. Sünnet, koşer (perhiz ve domuz yasağı gibi) kadın ve erkeğin cinsel hayatı üzerindeki kurallar (sınırlama demiyorum) Hıristiyanlık'ta söz konusu değildir.
St. Paul kitlelere Hıristiyanlığı kolay ve sempatik bir dini uygulamalar bütünü olarak gösterme gayretindeydi ve bunda muvaffak da oldu; asıl önemlisi, Hıristiyanlığa eski pagan Hellen ve Roma dünyasının mabet kültürü ve (ruhban) rahipler hiyerarşisini soktu. Manastır kurumu eski Musevilikte yoktu (Daha doğrusu, münzevi manastır tipi yaşam ve ibadetini Yahudilikte Esseniler gibi gruplar çok sonra ortaya koymuşlardır). Fakat buna rağmen, ruhani bir elit ve ruhban, Yahudilik için söz konusu değildi. St. Paul Yahudi dini ile olan en büyük bağı böylece koparmıştı. Sami dünya Hıristiyanlık için yok olmuştu. Ernest Renan'ın çok sonra verdiği hüküm “Titus'un Kudüs mabedini yakmasıyla, Hıristiyan dini için mutlak ve temiz bir geleceğin başladığı”dır. Bu Yahudi gelenekten ayrılık belki Hıristiyanlığa güç kazandıran unsurdu: Kiliseye göklerin yeryüzündeki niyabetini kazandıran unsur... Hıristiyanlık pagan dünyadan aldığı aşıyla ilk anda kuvvetlendi, ama aynı anda zayıflamaya da başladı; Yahudilik onun karşısında direnen bir iman ve vahye sadakat olarak kaldı. Hıristiyanlık daha ilk asırda anası sayılan bu dine düşman oldu ve pagan Roma dünyasının antisemit tavır, rivayet ve söylemlerini benimsedi. Kilise, Yahudiler' nâkıs ve yanlış; Müslümanları ise kafir olarak görmüştür. Bugün üç dinin sulh için karşılaşmaları, bir diplomasi faaliyetidir. Din dışı amaçlara dayanır veya propagandanın kolaylaşmasını sağlamak içindir. Museviliğin iki dinin saliklerine kefarim diye bakması, kendi açısından doğaldır. Üç dinin mensupları için de müminlerin bulunacağına ve onlar için de selamet olacağına inanan sadece İslamdır. Hıristiyanlık için, kendisi dışındakilere, ne Yahudilere ne de Müslümanlara salah (pax) öngörüldüğünü söylemek mümkün değildir. Son kırk yılın Yahudi aleyhtarlığı Müslümanların arasına Batı'dan ithal olarak girmiştir. Yahudi için Müslümanların nasıl mütalaa edileceği malumdur; zaten kavmi bir dinin mensupları için herkes birdir. Bu nedenle Yahudi gözünde Müslümanlar, Hıristiyan'ın Müslüman’a baktığı biçimde kafir ve sapkın ve ezilmesi yahut mutlak yola getirilmesi gerekli bir taife gibi değildir. Yahudi'ye göre herkes ne kadar mazur ve Yahudilik'ten ve tevhidden uzak mütalaa ediliyorsa, Müslüman'da öyledir. Müslüman ise Yahudi'yi nâkıs görse de Hıristiyan gibi muzır ve lanetli görmez. Aksine insan hayatının yirmi dört saatini tayin eden şeriatın kaynaklarından birincisi bu kavimdir. Yahudilik bir kavmin dinidir, misyoner din değildir. Yahudi doğmayan Yahudi akidesini kabul etse de asıl Yahudi olamaz. Anadan geçen bir dine mensubiyet kaidesi öngörülür. İslam ise beynelmileldir ve insanların kâlû belâ'dan Müslüman olduğuna inanırız. Bununla beraber, vahye dayanan ve vahyin yorumuyla müminlerin yaşamını düzenleyen; ruhban ve kilisenin olmadığı, din adamlarının değil, öğretmen ve din alimlerinin olduğu iki dindir. Müslümanlık ve Yahudilik... Yahudi dini, Yahudi kültürüdür. Bu dinin mensupları, nerede olurlarsa olsunlar, dinleri ve mistisizmleriyle özgün olarak yaşayıp, özgün bir kültür yarattılar. Kilise ise bir Hıristiyan kültürü yarattı mı? Bir bakıma evet, bir bakıma hayır? Ulusal kültürler kilisenin çocuğu değil; belki halklar üstünde bir Hıristiyanlık şemsiyesi var. Doğu'da Hıristiyanlar ayrı kiliseleriyle (Ermeni, Suryani, Kıbti), daha renkli ulusal renklere ve kültürlere sahiptir. Bu, işin sosyolojik yönü... Semavi dinler, içinde farklılıkları barındırmakla birlikte, İslamiyet kadar farklı iklimde yaşayan ve farklı dil konuşan inananları bir çizgiye çekeni yok. Yirminci yüzyıl başındaki bir Amerikan misyoner raporu, Müslümanlığı şöyle tanımlıyor: “Muhammedanizm (!) eğitime ve ilerlemeye manidir ve Müslüman idaresi her yerde, her zaman zorbalık, cehalet ve bağnazlığa dayandığından, idareleri altındaki milletlerin bir çok nesillerden sonra düştükleri durumu değerlendirmek zor olmasa gerek...” (J. L. Barton, Daybreak in Turkey, New York 1908, s. 101). Bugün çok farklı bir görüş yok; bugünkü universalizm, tolerans nutukları, cemiyetlerin dar bir kesimine hitap ediyor; hele sadece daha az konuşan çoğunluğun kilisenin diyalog çağrılarına rağmen, eskisinden fazla farklı düşünmesi için bir sebep yok. İslam dini antisemit değildir. Antisemitizm son asırda ve özellikle 20. asırda Avrupa Hıristiyan dünyasından Müslümanlar'a şırınga ediliyor. İsrail'in Orta Doğu'daki konumu ve politikaları da bunu besliyor
Oysa bu konuda Türkiye Müslümanlığının tarihi miras şuuruna sahip olması ve bu tür içtimai mudhikeden kaçınması gerekir. Buna karşılık, İslam daha başında cihat dolayısıyla, yani universal bir din olarak inancı yayma zorunluluğundan dolayı Hıristiyanlık'ta çatışma ve gerilim içindedir. Son bin sene boyu bu işlevi Türkler yüklenmiştir. O nedenle Türkler ve Hıristiyan dünya arasında diğer Müslüman milletlere benzemeyen bir gerilim vardır. Batı'nın gözündeki Arap ve İranlı Müslüman'la, Türk Müslüman'ın farklı yeri vardır. Türkler'in son asırdaki cihat ve gaza faaliyeti bu intiba ve vaziyet alışta rol oynar. Hıristiyanlığı objektif olarak anlamak için Yahudi kaynaklara en azından Hıristiyanlar kadar Müslüman bilginlerin de yönelmesi gerekir. İslam'ı anlamaya çalışan gayri müslim müsteşrikler içinde en başarılı ve derin hükümler getirenlerin Yahudi bilginler olması tesadüf değildir; anlayış, teknik ve mantık olarak daha yakında durmaktadır. Ama biz üç dini iyi bilmek zorunda olan adamlar olarak, dünyayı tanımaya Judaism tetkikleriyle başlamalıyız ve Hıristiyanlık'la devam etmeliyiz.
APTALI TANIMAK-A. M. Celâl ŞENGÖR
Önsöz
Bu kitabın başlığındaki “aptal” kelimesinin ne anlama geldiğini açıklamakla başlamak istiyorum kitabıma. Araştırdığım tüm sözlükler, aptalın iki anlamı olduğunda hemfikirler: Birincisi, zekâ ve/veya akıl yönünden belli bir ortalamanın altında olan kimse, yani bir sıfat. İkincisi ise, bir hakaret veya küçümseme ifade eden bir ünlem. Benim bu kitapta hiç kimseye hakaret etmek veya kimseyi küçümsemek gibi bir niyetim olmadığı için, benim kullandığım “aptal” kelimesi bir sıfat olup, anlamı yukarıda yazılı olan anlamların birincisidir. Ancak her iki sözlük de aptal tanımı içinde zekâ kavramına atıf yapmaktadırlar. Zekânın tanımı ise son derece güçtür. Belki de en genel şekilde "bireyin yaratıcılık ve anlayarak öğrenme kapasiteleri, bu kapasiteleri kaydedecek hafızası ve bu kapasitenin kullanılma hızı olarak tanımlanabilir. Bunları nicelik olarak ifade edebilecek bir ölçü ilk kez Alman psikoloğu Wilhelm Lous Stern (1871-1938) tarafından 1912 yılında Die psychologisc-hen Methoden der Inteiligenzprüfung und deren Anwendung an Schulkindern (=Zekâ ölçümlerinin psikolojik yöntemleri ve okul çocuklan üzerindeki uygulamaları: Johann Ambrosius Bart, Leipzig,) adlı küçük kitabında geliştirilerek buna Intelligenz-Quotient adı verilmiştir. Daha sonra IQ olarak kısaltılmış şekliyle yaygınlaşan bu terim Türkçeye "zekâ oranı" olarak çevrilebilir. Bu oran insan zekâ ortalamasını 100 kabul etmiştir. Zekânın bileşenlerinin başında doğal olarak bireyin biyolojik yapısı, yani beyin kapasitesi gelir. Bu kişinin veya çevresindeki kişilerin elinde olan bir şey değildir ve tamamen genetik, yani kalıtım tarafından saptanır. Ama diğer bileşenler içinde kişinin içinde yetiştiği ortamın, aldığı tahsilin ve kendisine verilen görev ve sorumlulukların çok önemli yer tuttuğu artık kesinleşmiş sonuçlardır. Cehalet, yani bilgisizlik aptallığı arttıran bir durumdur. Bu kitapta cahil kelimesi sadece "bilgisiz veya az bilgili" anlamlarına gelen ve aynen aptal gibi bağıl bir sıfat olarak kullanılmış olup herhangi bir küçümseme veya hakaret maksadı taşımamaktadır. Ne yazık ki, cahil hem hiç bilgisi yok hem de bilgisi az veya bilgisi yetersiz kavramları ifade eder. Bunları toplu olarak ifade eden başka bir kelimemiz yoktur. Aptal da aynı şekilde akılsız, aklı az, akli yetersiz, zekâsı kıt veya yetersiz anlamlarında kullanılabilir. Dilimizde ne yazık ki "aptal" ve "cahil" kelimeleri aynı zamanda hakaret maksatlı ifadelerin içine alınmışlardır. Bazı toplumlar insanlık ortalaması olarak kabul edilebilecek bir 100'ün üstünde IQ’ye sahip, bazıları ise altında kalmaktadırlar. Her toplumda da zekâ dağılımı belli bir çan eğrisi görünümü sunar. Gelişen toplumsal şartlar, haberleşme, yükselen eğitim düzeyi gibi nedenlerle her on senede bir IQ ortalamasının yeniden ayarlanması gerekmektedir, zira bu ortalama sürekli yükselmektedir (Flynn etkisi). Beslenmesi yeterli ve dengeli, ortamı huzurlu ve eğitimi iyi olan toplumlara ait bireylerin, kötü beslenen, sürekli huzursuz bir ortamda yaşayan ve kötü eğitim alan bireylerden oluşan bir toplumun bireylerinden daha yüksek IQ'larının olması bu nedenle şaşırtıcı değildir.
İNSAN / TOPLUM / TÜRK TOPLUMU Son yıllarda yapılan uluslararası IQ değerlendirmelerinde ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlarının IQ ortalaması 89 ile 90 arasında bulunmuştur. Bunun nedeni basittir: Türkiye rahat besleyebileceğinden fazla bir nüfusa sahiptir ve bu nüfus her yıl adeta patlama şeklinde artmaktadır. Türkiye’de eğitim her düzeyde çok, ama çok fenadır ve giderek daha kötü bir hal almaktadır. Bu eğitim yaratıcılığa değil, ezberciliğe ve biat kültürü oluşturmaya yönelmiştir; okula veya üniversiteye gitmekten maksat öğrenmek değil, diploma kapmaktır. Türkiye’de insanlar huzursuzdur, birbirlerini sevmezler, ahlaksızlık diz boyudur. Aile içi ilişkiler sevgi ve saygıdan çok toplumsal baskı ve ekonomik mecburiyete dayanır. Kendi his ve düşünce dünyası çerçevesinde yaşamak isteyen genç kız ya aile tarafından öldürülür ya da toplumdan aforoz edilir. Aile içi ilişkiler toplum yapısına da kaçınılmaz olarak yansımıştır. Türkiye politikasını ve diğer yönetim alanlarını en yaygın karakterize eden özellik yolsuzluktur. Tüm bu toplumsal davranış bozukluklarının, sosyal hastalıkların ve ahlak düşüklüğünün nedeni Türkiye’nin çok uzun zamandan beri (Atatürk'ün ölümünden beri dense yeridir) yukarıda belirtilen IQ ortalamasına sahip bir toplumdan çıkan yöneticilerle yönetilmesidir. Bu kitapta toplanan yazılarımın tek maksadı, vatandaşlarıma aptal tanıma konusunda yardımcı olmaktır. Aptalı tanıyıp onu sorumlu mevkilerden uzaklaştırmak için kimsenin dahi olmasına gerek yoktur. Onun için bu kitapta ben son on beş yıldır gözlediğim bazı olaylardan yaptığım çıkarımları, tarihten bazı örnekleri veya bazı kuramsal düşüncelerimi anlatan gazete yazılarımı topladım. Bunlar örnekler üzerinde okuyucularıma aptal tanıma konusunda yardımcı olabilir. Yazılar gazete yazısı oldukları için hiçbir ihtisas alanına hitap etmezler; bil'akis sokaktaki insanın anlayacağı bir düzeyde kaleme alınmışlardır. Üstelik her dediğimin doğru olduğunu da iddia etmem mümkün değildir. İnsan ortalamasının altında bir zekâya sahip bir toplum olduğumuzu takdir ederek el birliği ile bunu düzeltmek zorundayız. Aksi takdirde çok yakında tarihin çöplüğüne süpürülür gideriz. Dolayısıyla bu aptal tanıma ve aptalı bizim yaşamımıza etki edecek yerlerden uzaklaştırma işi son derece önemli sorumluluklardır. Kendimizi yönetecek insanların toplum ortalamasını yansıtması değil, o ortalamanın mümkün olduğu kadar üstünde olmasını talep etmeliyiz. Ancak toplumun ortalama IQ'sunun üzerindeki yöneticiler toplumu yukarıya çekebilirler. Kendimize benzedikleri için sempati duyduklarımızı değil bizden üstün olduklarına inandıklarımızı (bize bazen itici gelseler bile) yönetici olarak görmek istemeliyiz. Celal Şengör-Anadoluhisarı, 1 Mayıs 2015 Aptalı Tanımak Oldukça süratli bir şekilde hakkında aptal olduğu yargısına vardığım bir kişinin daha sonra öyle olmadığının görüldüğü herhangi bir vak'ayı hatırlamıyorum. Tersine pek çok kişinin kendisine büyük bir zekâ ve yetenek atfettikleri bazı aptalları hemen herkesten önce tanıdığım haller olmuştur. Bunun için ne gibi kıstaslar kullanılır diye geçenlerde kendime sordum. Bunun cevabını ilk kadın satranç üstadı Zsuzsa Polgar hakkında yapılan bir deneyde buldum. Her üçü de satranç tarihinin büyük isimleri arasında olan Polgar kardeşlerin (üçü de kadın) inanılmaz başarıları, babaları Laszlo Polgar'ın yaptığı bir deneye dayanır. Baba Polgar dehanın yaratılabileceğine inanan bir insandı. Bu nedenle her üç kızını da satranç dehası olarak yetiştirmeye karar verdi. Bu de şaşırtıcı başarısı daha sonra beynin manyetik rezonans görüntülenmesi destekli psikolojik bir incelemeye konu yapıldı. Sonuç şuydu: Polgar'ların başarısının temelinde, örüntü tanıma yatıyordu. Yani herhangi bir satranç oyunu esnasında Polgar’lar rakiplerinin tersine oyunda muhakeme yürütmüyor, muazzam tecrübelerinin kendilerine verdiği sezgiyle hareket ediyorlardı. Herkesin dakikalar, bazen saatlerce süren muhakeme sonunda yapabildiği bir hamleyi, Polgar'lar hiç düşünmeden anında yapabiliyorlardı ve üstelik sonunda oyunu da kazanıyorlardı. Onlar satranç oynarken, beyinlerinde kullanılan kısım, hepimizin yüz tanırken kullandığı kısımla aynıydı. Yani Polgar'lar herkes nasıl tanıdıklarını yüzünü bilebiliyorsa, herhangi bir satranç oyununda karşılarına çıkan durumları “önceden tanıyorlardı”. Bilim yaşamımda edindiğim tecrübe başarılı bilim adamlarının da bu “örüntü tanıma” sayesinde karşılarındaki bir problemi sezgiyle hallettikleridir. Meşhur matematikçi Gauss kendisine sunulan bir problemi sunan kişinin “Ne kadar zamanda bunu halledebilirsin?” sorusuna “Cevabı biliyorum da oraya ne kadar zamanda varabilirim, onu kestiremiyorum” diye karşılık vermiştir. Aptal da bu yöntemle hemen tanınır. Tanınacak örüntünün en önemli ögeleri şunlardır: Bir kişi şunları yapabiliyor mu? • Problemin nedenlerini anlamak, • Problemin herhangi bir detayına saplanmadan, tamamını görebilmek, • Problemi çözecek verilerin doğasını ve nerede bulunabileceklerini bilmek, • Problemin sunumunun ve problemi çözecek verilerin kendi içinde tutarlılıklarını ölçebilmek, • Hızlı çözüm üretmek ve teklif edilen çözüm, eldeki veriyle çelişirse derhal onu terk ederek yeni bir çözümü oluşturmak, • Çelişen verinin çelişmeyen verilerle ilişkisini kurarak, verinin bizzat kendisinin doğruluğunu veriyi baştan toplamaya gerek kalmadan tartabilmek, • Benzer problemleri geçmişte gerçekten çözmüş olmak veya çözülmüş problemlerin çözülme süreçlerini iyi tanımak. Akıllı insan problemin çözümüyle ilgilidir, aptal ise kendi kafasındaki herhangi bir fikri çözüm diye dayatmak ister. Cahil ve Aptal “Uyanabilir” mi? Tarih boyunca cehaletin ve aptallığın eline geçen toplumların kaderleri hep bizimki gibi olmuştur, Zira cahil, çevresiyle temasa geçemediği gibi bizzat kendisi hakkındaki bilgileri de değerlendiremez. Aptal ise, bu veriler kendisine sunulsa bile bunlarla ne yapacağını düşünemez. Cahil ve aptal her türlü eleştiriden korkar, zira bellediği yolun dışında bir yolun varlığını bilmez, olabileceğini düşünemez ve kendisine gösterilse bile değerlendiremez. Bu durumda yapabileceği tek şey, bugün Türkiye’de olduğu gibi, toplumsal terör, yani korku yaratmaktan ibaret olur. Yaratılan korku ortamını kontrol edebileceğini sanır. Ama korkuyla eğilen başlar, en ufak bir sarsıntı ile tekrar dikilebilir ve bilgi ve düşünce geleneğinden yoksun oldukları için ortaya tam bir kaos çıkarabilir. Bugün Belçika müstemleke yönetiminin çekilmesinden sonra Kongo'da ortaya çıkmış olan durum burada söylediklerimin bilebildiğim en güzel örneğidir. Bugün Türkiye’yi yöneten güç, ülkenin tüm dokusu tahrip etmiştir ve etmeye büyük bir hızla devam etmektedir. Bunun nedeni yönetenlerin bilgisizliğidir, cehaletidir. Türkiye tam bir kalitesizlik pazarı haline getirilmiştir. Ordu dışında her toplum sektörü sözüm ona demokrasi adına kalitesizlere teslim edilmiştir. Bugüne kadar ellerine fırsat geçmediğini düşünen bu kalitesizler, toplumdan geçmişin intikamını alırcasına her şeyi, ama her şeyi kendilerine yontmaktadırlar.
Ancak tabiat cahili ve aptalı affetmez. Cahil ve aptalda can durmaz. Beğenmedikleri Darwin Kuramının temeli budur. Tabiat beceriksizi eler. Gelen sel felaketi, depremde nasıl elenebileceğimizin küçük bir provasıdır. Tabiat bize korkunç bir felaket olarak algıladığımız bu küçük provayla bir ikaz göndermiştir. Ama anlayabilene. Cahilin Arkadaşı Olur mu? Uzun zamandır Türklerin niçin birbirlerinden bu kadar nefret ettiklerini düşünür dururum. Bu söylediğim sadece her gün televizyonlarda birbirlerine ağıza alınmayacak sözler söyleyen politikacılar veya aynı şeyi hem televizyonlar önünde hem de gazete sahifelerinde yapan gazeteciler için geçerli değildir: Sözüm ona, ülkenin bilgi ve görgü düzeyi en yüksek kişilerini bir araya getirdiği sanılan üniversitelerde durum aynıdır (gerçi Türkiye’de tek bir üniversite bile olmadığı iddialarını tekrar hatırlatmak isterim). Yakın zamana kadar, giden rektörün geleni mahkemeye vermediği (veya tam tersi, gelenin gideni mahkemeye vermediği) birkaç üniversite arasında kendiminkinin olmasıyla iftihar ederdim. Dört rektör önce bu değişti, bizimkiler de çirkef kervanına katıldılar. Öğretim üyeleri sırf birbirlerini mahkemeye vermekle kalsalar iyi; birbirleri hakkında ne ağır sözler söylüyorlar, ne dedikodular dile getiriyorlar duysanız inanamazsınız. Maşallah son zamanlarda yargı dünyamız da buna katıldı. Türkiye'de hiçbir kurum yoktur ki, mensupları arasında genel bir dostluk, bir yakınlık olsun. Türkiye’de kaç tane uzun ömürlü şirket bilirsiniz? Yoktur. Zira şirketleri oluşturan bireyler, akraba bile olsalar (ve bilhassa akraba iseler) er veya geç birbirlerine düşerler ve altın yumurtasından istifade ettikleri tavuklarını öldürürler. Bu davranış türü tabii genel bir aptallık ürünüdür. Bu aptallık ise zeka eksikliğinden ziyade cehaletin sonucu olarak gelişmiştir. Her şeyden evvel Türkiye insanı tartışmayı bilmez. Fikir ayrılığına düştüğü bir başka kimse ile ortak bir doğru aramak için değil, kendi bildiğinin doğru olduğunu empoze etmek için tartışır. Bilgisi az olduğundan, kendi bildiklerinin kesin doğru olduğunu sanır, Türkiye insanı ayrıca herhangi bir problemini çözerken bulduğu çözümün kendisine başka bir yerde zarar vermeyeceğini veya yapacağının toplumda bir yara oluşturup oluşturmayacağını düşünemez; öğretmen soruya tahammül edemez zira cehaletinin ortaya çıkmasından veya sınıf disiplinini elden kaçıracağından korkar, ama düşünmez ki, soru sormayan öğrenciden adam değil, olsa olsa teyp makinesi olur. Teyp makinalarının yöneteceği toplum ise kendisine ancak sürünebilecek kadar maaş veren, bir türlü kadro bulamayan, ders verdiği dershaneleri bir eğitim yuvasından çok bir hapishaneye benzeten, dünyayı ve kâinatı öğreterek daha rahat ve emin yaşamamızı sağlayan fen bilimleri yerine bizleri kul, köle etmeye planlanmış hurafe öğreten zırvalıkları ders programına koyan bir toplum olur. Gereksiz yere emniyet şeridine dalmaması için ikaz ettiğiniz şoför ya camı açıp size küfreder veya fırsatını bulursa üstünüze yürür, zira benzer bir hatanın günün birinde belki kendisini veya çocuğunu hastaneye yetiştirmek isteyen bir cankurtaranın yolunu bloke ederek ölüme neden olabileceğini düşünemez. Tüm bu nedenlerden ötürü herkes birbirinden nefret eder bu ülkede… Bir bilim insanıyla, uygar insanla, yobaz şu konuda ayrılır: Bilim insanı gerçekten bilmek ister ve bilimin tek kaynağının kendi aklı ve gözlemleri olduğunun farkındadır. Yobaz ise inanmak ister. Onun aklı ve gözleri gerçeğe kapalıdır. Onun derdi inanmaktır. Ama inanmak istediği şey ne kadar zırva olursa olsun fark etmez. Yobaz inanmaya programlıdır. Onun şüphesi, onun "acaba''sı yoktur. Hasan-Âli Yücel'in bir yazısında belirttiği gibi, o “acaba” olmadan demokrat olmak, hatta insan olmak mümkün değildir.
Yaratıcılık mı, Problem Teşhis Etmek mi? Her insan az veya çok yaratıcıdır. Örneğin, Türkiye’de hiç kimse yaratıcılığın eksik olduğunu iddia edemez: Dolmuş kavramını icat etmiş, yasaların dışında yaşayabilmek için herhalde dünyada ender görülen bir yöntemler koleksiyonu oluşturmuş bizimki gibi bir halk az bulunur. Öteye gitmeye lüzum yok: Bir Karagöz’ün, bir orta oyunun kültürel zenginliğinin yanında, anında türetilen mizah zenginliğini düşününüz. Ancak aynı halk, ülkesini tam bir bilimsel çöle çevirmiştir. Cumhuriyete kadar bugünkü Türkiye toprakları içinde yaşayan insanların, insan bilgisine kalıcı katkıları kocaman bir sıfırdır. Yani, Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm izleri tarihten tamamen silinse, bilim dünyasının en ufak bir kaybı olmaz. Hâlbuki aynı halk Cumhuriyetten sonra, bir Hulusi Behçet’in, bir Cahit Arf'ın, bir Ekrem Akurgal'ın, bir ihsan Ketin'in, bir Sedat Alp'ın ve daha nicelerinin şahıslarında bilime pek önemli katkılar yapmış, ayrıca yukarıda bahsettiğim, ne yazık ki her zaman iftihar vesilesi olmayacak yaratıcılık örnekleri de vermiştir. Türk halkının uygarlaşma yönündeki sorunlarını çözemediği gün gibi aşikârdır. Bunun nedenini hep yaratıcılığımızın köreltilmekte olduğuna bağlayıp durmuşuzdur. Problem görmenin iki bileşeni vardır: 1. Eleştirel bir tavır sahibi olmak. Yani her duyduğundan, her gördüğünden kuşkulanmak. 2. Etrafımızda olup bitenler veya ilgilendiğimiz konular hakkında bilgi sahibi olmak. İşte biz bu her iki konuda çuvalladığımız için, problem teşhisi yapamıyoruz. Tabii problemi göremeyince ortada yaratıcı çözüm bulmak için de neden kalmıyor. Her şeyden önce "inanmaya" programlı bir toplumuz. Annemize babamıza inanırız, öğretmenimize inanırız, devlet büyüklerimize inanırız, din kitaplarına inanırız… inanırız da inanırız. Bu inançlarımızın bazıları çok derin ve köklüdür. Mesela anneye inanmak, doğal seçmenin ortaya çıkardığı kalıtımsal bir özelliktir: Yavrunun hayatta kalmasını sağlar. Babaya inanç, ta avcı olduğumuz kaba taş devrinden bize miras kalan bir özelliğimizdir. Onun da hayatta kalmamıza katkısı vardır. Dine inanç, ilkel toplumların sosyal çimentolarından biridir. Çevresinde toplanılan bir düzen yaratır. İnanmak rahatlık verir. Ama aynı zamanda da rehavet verir. Problemi olmadığına veya problemlerini kendi çözemeyeceğine inanan bir adamın rahatlığını bir düşününüz. Hâlbuki her şeyin kuşkulu olduğunu düşünen bir insan rahat yüzü görmez. Gelgelelim araştırıcılar bu "rahatsız" insanlar arasından çıkar. Bir lokma ekmek ve bir hırka ile kanaat eden insan yaratıcı olamaz. Bu felsefeyi öven hiçbir düşünce yaratıcı bir toplum ortaya çıkaramaz. Okullarında itaat ve kanaat öğreten toplumlar başkalarına itaate ve kendilerine verilenle kanaate mecbur olurlar. Önce bu bakış açısını değiştirmeyi, problemi görmeyi ve rahatsız yaşamayı öğrenmeliyiz. O zaman yaratıcı olmadığımızı sandığımız yerlerde de ne kadar yaratıcı olduğumuzu göreceğiz. Bilim ve Toplum İlişkileri Üzerine Toplumu yöneten kişilerin, meslekleri ne olursa olsun, temel bilimler hakkında kaliteli bir orta öğretim düzeyinde bilgilerinin olması şarttır. Bir zamanlar Türkiye’de böyle bir eğitim almak mümkündü. Sanırım benim neslim, bu tür eğitim alması mümkün olan son nesildi. Ondan sonra Türk ilk ve orta öğretimi tepetaklak oldu. Bunun ilk nedeni, öğretmenlik mesleğinin özenilecek bir meslek olmaktan çıkarılmasıydı. Burada en büyük sorumluluk ve dolayısıyla suç öğretmenleri ihmal eden politikacılarımızdır. Fabrika yapmak isteyen politikacı, en önemli fabrika olan insan fabrikalarını, yani
okulları unuttu. En önemli öğretmen türü olan ilkokul öğretmenleri ve sonraki en önemli öğretmenler olan orta öğretim öğretmenleri tamamen ihmal edildi ve öğrenmen iş dilenen bir zavallı haline düşürüldü. Bu suç, yalnız Türkiye çapında değil insanlık çapında affı mümkün olmayan bir suçtur ve Hasan-Âli Yücel'den sonraki tüm eğitim yöneticilerimiz bu suçun ortaklarıdır. Gelecek kendilerine topluca lanet edecektir. İlk ve orta öğretimin tepetaklak olmasının ikinci nedeni üniversitelerdir. Üniversite hocalığını, aylıklı aylaklık olarak algılayan öğretim üyelerimiz, politikacılarımızla işbirliği halinde Türk yükseköğretimini bitirmişlerdir. Sanırım bu olay bilhassa 1958, devalüasyonundan sonra çok hızlandı. Bugün artık Türkiye’de üniversiteye gitmek tamamen bir vakit kaybı haline gelmiş, hele AKP yönetimiyle beraber, Türk üniversiteleri Osmanlı medreselerinin acıklı durumlarına düşmüşlerdir. Büyük bir kalitesiz güruh içinde bulunan birkaç pırlantaya tesadüf eden öğrenci şanslı olmakta, o pırlantalar, onları hem çevredeki pislikten koruyarak hem de onlara kendi parlaklıklarından vererek, onları yurt dışında kaliteli bir yüksek lisans veya doktoraya hazırlamakta ve akıllı olan öğrenci de bu fırsatı kullanıp derhal kapağı uygar bir ülkeye atmaktadır. Benim bu şekilde kurtulan öğrencilerim arasında Türkiye’ye geri gelen olmadı. Ben de zaten kendilerine gelmemelerini, geldikleri takdirde (benim gibi özel imkanları yoksa) ziyan olmalarının kaçınılmaz olduğunu söylüyorum. Bilimin ülkemizdeki çöküşünün en önemli sebebi ise tamamen bilgisiz politikacılardır ki, bunun en güzel örneği Tayyip Bey'dir. Bilimden en küçük bir haberi olmayan bu zat, bugün antropolojiyi ırkçılık, yarın Darwinizmi komünistlik, öbür gün fiziği ve kimyayı toplu katliam aracı olarak takdim edebilir. Akademimizi yok eden bu kafanın üniversitelerimizi götüreceği yer ise Osmanlı medresesinin miskinliğidir. Bilim de, adalet de önce gerçeği arar. Burada birleşirler. Adaleti bilimden ayıran, onun matematik gibi aksiyomatik bir sistem olmasıdır. Gerçeğin aranmadığı yerde nesnellik olamaz. Nesnelliğin olmadığı yerde ise iletişim ortadan kaybolur. İnsanı insan yapan ise, iletişimi kullanarak tartışma ve eleştiri ortamı yaratması ve tartışma ve eleştiri sonucu gerçeğe yaklaşmayı denemesidir. Üniversite tahsilinin aslında tek amacı, öğrenciye bir meslek öğretmek değil (onu çırak mektepleri de yapar), düşünmeyi ve tartışmayı, eleştirmeyi bilen ve yeni gerçekleri bulmayı beceren bir birey haline getirmektir. Üniversiteye meslek öğrenmek için gelinmez. Üniversiteye yeni bilgi üretmeyi öğrenmek ve yeni bilgiyi araştırmalarla üretmek için gelinir. Irkçılık Üzerine Son günlerin yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada moda olan sözlerinden biri “ırkçılık”' terimidir. Önüne gelen kullanıyor ve kullananların, benim kabaca tespit edebildiğim %99'undan fazlası ise bu kelimenin neyi ifade ettiğinden bihaber! Filistinliye karşı İsrail’i savunanlara hemen "ırkçı" damgası yapıştırılıyor. Hâlbuki İsrailli Yahudi de, Filistinli Arap da Sami ırkından gelirler. Yani aynı ırkın mensubudurlar. Birbirlerine olan nefretin sebebi dinleridir. Türkiye’de Kürtlere, Almanya'da ise Türklere en küçük bir eleştiri yöneltirseniz hemen ırkçı oluverirsiniz… Hâlbuki Anadolu'da yaşayan ve kendisine Türk diyen insanların hemen % 90'ı aynı Kürtler gibi Kafkas denilen beyaz ırk mensubudur ve Orta Asya’daki Altay ırkının Türkleri ile ilgileri yoktur. Almanya için de durum aynıdır. Oranın da ekseriyeti Kafkas denilen ırka mensuptur. Buralarda da ayrılık yaratan dil ve dindir. Irk biyolojik tanımı olan bir kavramdır ve türün fenotipik grupları betimlemek için icat edilmiştir. 1911 yılında Wilhelm Johannsen tarafından ortaya atılan fenotip kavramı, bir canlının gözlenebilir özelliklerini ifade eden bir kavramdır. Fenotip, genetik nedenlerle olabileceği gibi çevresel nedenlerle de gelişebilir ve çevresel nedenlerle gelişen bazı özelliklerin mutasyon sonucu kalıtımsal hale gelmesiyle de bunlar genetik olur. Bu nedenlerle, Türkiye için bir ırkçılıktan bahsetmek mümkün değildir. Burada bir Türk milliyetçiliği, bir Kürt milliyetçiliği olabilir ve bu ayrımın temelinde de yalnızca dil vardır. Dil de aynı ırk gibi, belirli coğrafi engellerle birbirlerinden ayrılan insan gruplarının geliştirdikleri bir haberleşme aracından ibarettir (ancak dil ırktan çok daha hızlı gelişir; ırk yüzbinlerce yılda gelişirken, dil birkaç on yılda gelişebilir). 30 dil bilen meşhur İtalyan-Amerikalı dilbilimci Mario Andrew (1901-1978) 1949'da yazdığı The Story of Language adlı satış rekorları kıran eserinde, ABD içerisinde Doğu ve Batı sahilleri arasındaki haberleşmenin tamamen kesilebilmesi mümkün olsa, on yıl sonra her iki sahilde yaşayan insanların dilleri arasında karşılıklı anlaşmaya engel olabilecek önemli ayrılıklarının kaçınılmaz olarak gelişeceğini belirtmiştir. Bu nedenlerle, ırkçılıktan bahseden politikacılara gülüyorum (hele bir tanesi, hatırlarsınız, antropoloji bilimini ırkçılık sanmıştı!). Bu cahil insanlar cehaletlerine rağmen kitleleri yönetmektedirler. Bu durum çağımızın en büyük hastalığıdır ve maalesef popüler demokrasinin bir ürünüdür. Bilgi Değerlendirmesi Bilgi akışı tek bir otoriteden geldiği sürece bu toplum için bir sorun olmaz: Evde babanın, okulda öğretmenin, askerde komutanın, siyasette liderin, cemiyet hayatında hükümet ve temsilcilerinin ve onun çevresinde şekillenmiş basının sözlü ve görüntülü medya vb. kurumların ifadeleri doğru olarak algılanır. Sorun, bu kaynaklardan gelen bilgiler çeşitlendiği zaman ortaya çıkar: Toplum hangi bilgiye inanacaktır? İşte bu durumda topluma verilen eğitimin doğası belirleyici bir rol oynar. Çocuk otoriter bir babanın egemen olduğu bir evde yetişmişse, yaklaşık 6-7 yaşına kadar verilen bilgiyi veya alınan kararları sorgulamanın pahalıya patlayacağını öğrenir ve öğretilen bu kalıp onu ömür boyu pençelerine alır. Yakın zamanda İngiltere’de yapılan "Zamanımızın Çocuğu" (Child of Our Time) adlı bir proje, otoriter evlerde yetişen, kendisine küçük yaşta bir birey olması nedeniyle değerli olduğu hissi verilmeyen çocukların aynı zamanda ömürleri boyu karamsar bireyler olarak yasadıklarını göstermiştir. Türkiye’deki ailelerin ezici çoğunluğu hala otoriter pederşahi aileler olup böyle ailelerde çocuğa birey olarak değer verilmez. Çocuk yavru olarak sevilir ve kollanır, ama kendisine bir birey olarak saygı duyulmaz. Bu kendi aklını ve gözlemlerini kullanamayan (yani aptal) bireyler oluşturduğu gibi, bu bireyleri aynı zamanda karamsar da yapar. Böyle bir ortamda okula gönderilen çocuk orada da genellikle otoriter öğretmenlerle karşılaşır; zira öğretmen de aynı toplumun çocuğudur, Üstelik hele ellili yıllardan sonra öğretmen yetiştirmede yapılan fahiş hatalar nedeniyle öğretmenlerin bilgi düzeyi de günden güne düşmüştür. Cahil öğretmen cehaletini genellikle şiddete başvurarak kapatmak yolunu seçerek çocuğun zaten evden tanıdığı baskı rejimini sürdürür. Okulu bitiren erkek askere gider ve orada karşısına çıkan disiplin kavramını o zamana kadar gördüğü otoriter ortamın havasıyla karıştırdığı için, askeri disiplinin gerçek doğasını anlayamadan ve ne yazık ki hayatının kendisine askere gidene kadar vermiş olduğu intibalarını güçlendirerek terhis olur. Kız çocuğu ise tahsilini bitirince evlenir ve genellikle baba otoritesinden koca otoritesinin altına teslim edilir
Böyle bir toplumsal ortamın sağlıklı ve bağımsız düşünebilen bireyler üretmesinin imkânsız olduğu muhakkaktır. Bu nedenle bağımsız bir eleştirel düşünce, yani yargı yeteneği gelişmeden önce çocuklar, verilecek her türlü dinsel eğitim, türü ne olursa olsun, toplumun zararınadır, çünkü çocuğun bireysel muhakeme ve değerlendirme yeteneğinin gelişmesine zarar verir. Böyle bir eğitim bireyler değil, robotlar (=kullar) toplumu üretir. Doğru bilgiyi üretmek bireye ait bir sorumluluktur. Bu sorumluluğu büyüğüne, yöneticisine, dinine vs. yıkmaya kalkan insanlığından feragatle koyunluğa razı olmuş demektir. Cehaletin Eserleri Halk o kadar cahilleşmiştir ki, yaptığı şeylerin veya kendisine yapılanların çoğunun ahlaksızlık olduğunu, bu ahlaksızlıkların er veya geç kendisini zarara uğratacağını, çolukçocuğunu süründüreceğini göremez hale gelmiş, safsatayla uyutulmayı tercih eder olmuştur. Türkiye halkı kravat takar, lüks otomobillerde dolaşır, bikinili hatunları sosyetik plajları doldurur veya şehirlerini şekilsiz gökdelenlerle doldurup oraları "modernize'' ederek yaşanmaz hale getirir –tüm bu halk zenginiyle fakiriyle, şehirlisiyle köylüsüyle zır cahildir ve ortalama kültür düzeyi ya bir Afganistan ya da bir Orta Afrika kabilesi kadardır. Kendi tarihinden tamamen bihaberdir. Aslında ne dilini, ne dinini bilir, ne geleneklerini tanır, ne de toplumsal değerlerinin evriminden haberdardır. Muhteşem Yüzyıl diye televizyonlarda alkışladığı dönemde devletinde Amerika’dan gelen gümüşün ilk enflasyonu başlattığını bilmez. (Çünkü Avrupalı "gâvur" dünyayı keşfederken, muhteşem(!) padişahları hareminde gönül eğlendirmekte, dünyayı öğrenelim diyen Piri Reis'in kafasını vurdurmaktadır). Muhteşem(!) Yüzyıl’da Anadolu'da medrese o kadar ayağa düşmüştür ki, öğrenci haydutluğa başlamıştır (buna softa şekâveti denir). Avrupa’da ilk yenilgimizi Muhteşem (!) Süleyman Devrinde aldığımız gibi (I. Viyana bozgunu: 1529), Hint Okyanusu'na her çıkışımızda mini mini Portekiz’den sopayı yiyip Kızıldeniz' e veya Basra Körfezi’ne tıkılışımız da bu büyük (!) padişah efendimizin devrindedir. Büyük Sultanımız Süleyman'ın Fransa Kralı I. François'yı hapiste bir mektupla kurtardığını okurduk mektepte. O François'nın kurduğu College de France bugün dünyanın, en önemli araştırma kurumlarından biridir. Bizimkinin hangi kurumu ayakta kalmıştır? Hangi kurumunun insanlığa beş paralık bir faydası olmuştur? Tek becerdiği kalıcı şey aklı başında öz oğlu Şehzade Mustafa’yı Hürrem uğruna katlettirip, devleti bir ayyaşa teslim ederek halkının geleceğini karartmak olmuştur, Artık yeter! Bu ve benzeri rezillikleri yalanlarla bezeyip yücelten, buna karşılık bize bütün dünyada saygınlık kazandıran, aklımızı kullanıp onurlu insanlar olmamızı sağlayan Atatürk’ü aşağılayan alim pozlu, ukalâ tavırlı zır cahilleri her gün halk karşısına diken televizyon kanallarından ve gazetelerden gına geldi. Yükselen ahlaksızlık grafiğimiz kimin eseridir sanıyorsunuz? Cehalet tüm fenalıkların anasıdır. Biz de o anayı besleyip duruyor, onun tosuncuklarına oylar veriyoruz. Artık yeter! Memleketimde her elimi attığım yerde cehalet çirkefine bulaşmaktan bıktım. Her Şehirde Üniversite Açmak Üzerine Sevgili arkadaşım İlber Ortaylı hiçbirinizin cesaret edemeyeceği bir çıplaklıkla ülkemizin ve dünyanın bugünkü şartlarında Türkiye'de her şehire bir üniversite açmanın ahlaksızlık olduğunu haykırıverdi ve Sayın Başbakan’dan her türlü görgü sınırlarını aşan, bilgisizlik ve nezaketsizlik abidesi bir cevap gecikmedi: “Araştırdın mı hoca efendi?" Bu görgülü ve kültürlü bir ağıza asla alınmayacak, hakaret sayılabilecek ifadeye ve inanılması güç bir bilgi kıtlığını dile getiren muhtevaya cevap gerekmez, zira onu söyleyen kendi düzeyini ortaya dökmüştür. Ancak halkımızın İlber Ortaylı'yı isyan ettiren gerçeği bilmesi gerekmektedir. İlber Ortaylı, her şehire bir üniversite açmak ahlaksızlıktır sözünde yerden göğe haklıdır. Türkiye’de 1946'dan beri üniversite eğitimin niçin perişan olduğunu tüm bu dönemi hoca olarak yaşamış olan ülkemizin en büyük bilim adamlarından Doğan Kuban'a bir kez sormuştum: "Bizi sayılar perişan etti" dedi hoca. "Talebe sayısı sorumsuzca arttırıldı, sonuçta düzey yerlerde sürünmeye başladı". İngiltere’de dostum, büyük yerbilimci Dan McKenzie aynı nedenle seksen ve doksanlı yıllarda Cambridge'in öğrenci kabul kıstaslarını on yılda üç kez değiştirmeye mecbur bırakıldığını söylemişti. Daha çok üniversite diploması, daha yüksek düzeyli eğitim ve öğrenim demek değildir. Bunu iddia eden yalancıdır, ahlaksızdır Çünkü bunun tersinin varit olduğu tecrübeyle sabittir. Yüksek eğitim düzeyi çok sıkı bir eleme sistemi ve bu eleğin üzerinde kalmak isteyenler arasında kıran kırana bir rekabet gerektirir. Ancak böyle bir sistem sapı samandan ayırabilir ve ülkeyi gerçek kaliteli eğitimlilerin eline bırakır. “Birbirimizi yemeyi ve insanların birbirini yemesiyle ilgili konuları ne kadar seviyoruz!” diye düşündüm. Halide Edip, İstiklal Savaşı bittikten sonra ne yapacaklarını Atatürk’e sorunca, büyük adam dönüp: "Birbirimizi yiyeceğiz" diye cevap vermiş. Atatürk milletini ne kadar iyi tanımış. Düşünüyorum da, öğretim üyelerimiz politik konulara verdikleri dikkat ve mesainin yarısını bilime verseler, muhakkak Türkiye sık sık uluslararası çapta büyük bilimciler çıkarır. Politika hakkında sık fakat boş konuşuyoruz, zira bilimimiz güçlü olmadığı için politikacılarımız bizi ciddiye almıyorlar. Öğrenim ve Kulluk Mantalitesi Türk toplumu yüzlerce yıldır bilerek ve yaparak değil, aldatarak ve göz boyayarak yaşamayı kendisine yol olarak çizmiştir, “Biz uyanık milletiz" gibi lafların altında bu feci alışkanlık yatmaktadır. Bunun da nedeni yüzyıllardır onu inim inim inleten keyfi, temelleri dine dayalı (yani tartışılması yalnız "yasak" değil, aynı zamanda “günah” da olan, yani bireyi yalnız bu dünyada değil, ölümünden sonra bile rahat bırakmayan) totaliter yönetim şekilleridir. Avrupa bunu yalnız son yüzyılda öğrendiği demokrasiyle değil, aynı zamanda merkezi otoriteyi zayıflatan feodal yapısı ve devlet-din ayırımıyla yenmiştir. Kul, iyi bir öğrenci olamaz. Türkiye'de eğitimin temel sorunu öğrenciye önce kulluktan kurtulmasını, öğrendiğini her şeyden önce kendi keyfi ve zevki, kendi tutkusu için öğrenmesini öğretmektir. Eskiden padişahın kulu olan şimdi de patronunun veya amirinin kulu olmuştur. Amacı, daracık hayalindeki “iyi yaşamı” yakalamaktır (ki Türkiye’de o da yalnızca bol paralı yaşam demektir), yoksa bir işi adam gibi yapmak, hatta daha önce hiç yapılmamışı başarmak, yaratıcı olmak falan değil. İnsanı yücelten, kanımca insanı aslında insan yapan yüksek idealizm Atatürk’ün vatandaşlarına öğretmek istediği bir şeydi. Ondan sonra Hasan Ali Yücel bu uğurda ömrünü tüketti. Onlardan sonra Türk toplumunu yönetenler ve sözüm ona eğitiminden sorumlu olanlar topluma ihanet ettiler, Bugün öncelikle bu ihanet yolundan tekrar Atatürk'ün akıl ve uygarlık yoluna dönmenin, kulluktan çıkarak uygar insan olmanın yollarını aramalıyız. Üniversite Özerkliği “Öğrenci affı", üniversitenin, yetersizliğine karar verdiği bir bireyi, üniversite dışından uygulanan bir baskıyla üniversitede tutmaya kalkışmak demektir. Bunun halk arasında adı torpildir ve bir imtihanında başarısız olan bir öğrencinin ebeveyninin gelip hocasından bir şans daha dilenmesinden farklı bir olay değildir. Anne ve babanın bu dilenme sonunda elde edeceği, nasıl sınıftaki diğer öğrenciler ve üniversite aleyhine kendi menfaatleri ise, politikacının çıkarı da adam gibi görevini yapan üniversite öğrencileri ve üniversite aleyhine olarak alacağını umduğu oydur. Tabii ki bu da üniversite tarafından asla kabul edilemez. Üniversitede bir öğrencinin yeterliliğine yalnız ve yalnızca üniversite karar verir. Bu kararın hangi mekanizma tarafından verileceği, imtihanların türlerinin ne olması gerektiği ve kaç imtihan aşamasının yeterli olduğu da yalnız ve yalnızca üniversitece belirlenebilir. Bu konuda yasa teklif etmek hükümetin, bu tür yasaları çıkarmaya kalkmak da meclisin haddi değildir. (Aksini düşünenlere, “o zaman buyurun dersleri de siz verin, araştırmaları da siz yapın” demek gerekir.) Nasıl ki meclis, dünyanın düz olduğunun öğretilmesi gerektiği konusunda yasa çıkaramazsa, öğrenci affı konusunda da yasa çıkaramaz, zira doğa bilimlerinin olduğu gibi, onların öğretilme şekillerinin de kendine has yasaları vardır. Bu yasalar keyfi alınacak kararlarla (karar almaya kalkanların sayısı ne olursa olsun) değiştirilemez. Meclis yine de haddini aşıp böyle bir yasayı çıkarmaya kalkarsa, üniversite hiçbir şekilde bunu uygulamak zorunda değildir, çünkü burada yasa ihlali yapmış olan kendisi değil, bizzat meclis olmuş olacaktır. Bir diğer ifade ile, meclis kendi meşruiyetini ayaklar altına almış olacaktır. Din Temelli Eğitim Türkiye’nin Karşısında Bulunduğu En Büyük Tehlikedir İnsan eğitiminin iki amacı vardır: 1. Kişiyi yaşama hazırlamak, 2. Kişiye yaşamını sürdürebilmesi için belli bir beceri vermek. Kişiyi yaşama hazırlamak demek, kişinin içinde yasayacağı toplumun özelliklerine göre, o toplumla karşılıklı iletişimde bulunmasını sağlamak demektir. Kişiye yaşamını sürdürebilmesi için belli gerekli bir beceriyi kazanmak ise, kişinin toplumun ihtiyaç gösterdiği işlerden birinde uzmanlık kazanarak gelirini kazanmasını temin etmek demektir. Her iki amacın temelinde de toplumla kişinin ilişkisini kurmak yatmaktadır. Bu ilişki iki temel yolla kurulabilir: Birincisi ve ilkel olanı, toplumu belli kalıplar içerisine sokarak her bireyi o kalıplara göre yetiştirmektir. Bu en ilkel toplumlarda fiziki güce sahip bireyin toplumun diktatörü haline gelmesiyle yapılır ki, bu diktatör konumundaki bireye hayvanlar âleminde genellikle alfa erkeği adı verilir. Maymunlardan kurtlara, sürüler halinde yaşayan hayvan topluluklarında alfa erkeği belli bir sayıda dişiyi ve yavruyu kontrol eder. Böyle bir düzende kontrol edilenlerin özgürlükleri sınırlıdır ve sadece alfa erkeğinin istekleri doğrultusunda yaşamlarını sürdürebilirler. Alfa erkeklerinin değişmesi her zaman şiddet yoluyla olur. Alfa durumuna geçmek isteyen genç bir erkek, yaşlanan alfa erkeğine meydan okur. Yapılan dövüş sonucu alfa erkek ya öldürülür ya da toplumdan dışlanarak yalnız bir yaşama mahkûm edilir. İlkel insan topluluklarında ise, toplumu diktatörce yönetmek diktatörün bireysel fiziksel gücünü aşan bir şeydir. Onun için işin içine düşünce girer. Toplumun diğer ögelerinin düşüncelerini kontrol edebilen, yani onları istediğine inandıran olur. Dolayısıyla diktatörlük için toplumun bir bütün olarak kabul edebileceği inanç sistemleri geliştirilmelidir. İşte dinler kısmen bu ihtiyaçtan, yani toplumun yönetilmesi için gerekli bir araç olarak ortaya çıkmışlardır. Dinlerin diğer amacı da bireye yaşadığı çevreyi açıklamaktır. Doğa olayları niçin oluyor, niçin doğuyoruz, niçin ölüyoruz, ölene ne oluyor, gibi sorular her zaman düşünmeyi öğrenen insanı meşgul etmiş olan sorulardır. Bunlara hemen cevap bulamayan ilkel insan, kendince uydurarak bunları izah etmeye çalışmış, bu uğraştan da dinler doğmuştur. Kısaca din, ilkel bir bilim ve aynı zamanda ilkel bir hukuktur. Din ile bilimin ayrılması kolay olmuştur (ama çok zaman almıştır). Dinin getirdiği açıklamaların gözlemle çeliştiğini gören ve bunu dile getiren insanlar yeni açıklamalar arayarak ilk bilim insanları olarak toplumlara yeni bir yöntem öğretmişlerdir. Bu yeni yöntemin temelinde şu iddia vardır: Bireyin dışında gerçek bir dünya vardır. Bu dünyaya ulaşmanın tek yolu gözlem ve muhakemedir. Ancak gözlem işlemini yapan duyularımız mükemmel değildir. Onun için her gözlem muhakeme filtresinden geçirilmelidir. Bu filtre ise sürekli değişmek zorundadır, zira ona temel olacak bilginin kendisi de eninde sonunda gözleme dayanır. Bireyin öğrendiği her gerçek muhakkak bir miktar "yanlış" içerir, çünkü gözlenen nesne veya süreçte gözlenmesi gereken sonsuz öge vardır. Bunların hepsini gözlemeye ise ne fiziksel imkânlarımız- ne de ömrümüz müsaade eder (bu ifadenin doğruluğunu anlamak için başparmağınızdaki atomların elektronlarını saymayı deneyin!). Dinler ise, her şeyi bilen birileri (Tanrı, peygamber, papa vs.) olduğunu iddia ederek bu iddiaya inanılmasını isterler. Tarih, bu tür iddiaları hepsinin yanlış olduğunu, yani her şeyi bilenlerin iddia ettikleri bilgilerin de nihayet yanlışlarla dolu insan düşüncesinin ürünü olduğunu göstermiştir. Özgür gözlem denetimine alınamayan düşünce ise diktatörlüklerin temelidir. Türkiye’de din temelli eğitim istemek, ülkeyi yukarıda anlatılan ilkel diktatörlük rejimine mahkûm etmenin hazırlığını yapmak demektir. Din temelli eğitim, şu anda ülkemizin mücadele edilmesi gereken bir numaralı düşmanıdır. Gündelik siyasi çekişmelerin gürültüsünde bu unutulmamalıdır. Elitist Eğitim Şart Toplumda her bireye eşit eğitim şansının verilmesi, o toplumda eğitim kalitesinin perişan olmasıyla sonuçlanır. İstanbul Teknik Üniversitesi altmışlı yıllara kadar Türkiye’nin açık ara en iyi yüksekokuluydu. Mezunları dünyanın en iyi okullarının mezunlarıyla yarışabilen düzeydeydiler ve dünya çapında iş yapabilen şirketler veya araştırma grupları oluşturabildiler. Şimdi ise Türkiye’de üç harp okulu hariç hiçbir yüksekokul o üstün düzeyi hayal bile edemeyecek durumdadır.(29.06.2007) Bunun nedenini bir kere İTÜ'nün en şaaşalı günlerinin yetiştirdiği dünya çapında büyük şöhret sahibi bilim adamlarımızdan olan Prof. Doğan Kuban’a sordum. Doğan Hoca, "Sayılar" dedi, “öğrenci sayılarının bu derece artması okullarda kaliteyi tutmayı imkânsızlaştırdı. Şimdi çığ gibi büyüyen nüfus ve herkesi üniversiteye sokmaya çalışmak gibi yanlış bir politika eğitim dizeyini bu fena duruma düşürdü." diye de altını çizdi. 16-18 Haziran 2007 tarihleri arasında İstanbul’da Hava Harp Okulu Havacılık ve Uzay Teknolojileri Enstitüsü'nün düzenlediği Recent Advances in Space Technologies ("Uzay Teknolojilerinde Yeni Gelişmeler": RAST-3) Konferansı’na katılmak üzere gelen, dünyanın yaşayan en büyük uçak mühendisi addedilen Prof. Dr. Hans G. Hornung toplantı kapsamında verilen bir kokteyl esnasında Hava Harp Okulu Komutanı Hv. Plt. Tümg. Abidin Ünal ile sohbet ederken okula yapılan müracaat ile alman öğrenci arasındaki oranlan sordu. Abidin Paşa geçen yıl 60,000 müracaat olduğunu, bunun içerisinden seçilebilecek öğrenci sayısının yüz veya en çok iki yüzle ifade edilebileceğini, ama bu sayıya kalite kaygısı nedeniyle ulaşamadıklarını söyledi. Hava Kuvvetleri, kotasını doldurmak kaygısıyla kalite kıstaslarından fedakârlık etmeyi her zaman reddetmiştir. Profesör Hornung, bu binde dörtten daha az olan oranın ABD'nin en iyi üniversitesi olan Caltech'in oranından bile daha sıkı olduğunu söyledi ve bunun, kendisinin iki yıl önce bizzat gözlediği yüksek Harbiyeli kalitesinin izahı olduğunu vurguladı. Elit Düşmanlığının Ayyuka çıktığı Ülke Türkçeye elit kelimesini "seçkinler" olarak çeviriyoruz. Bu tercüme elitin Latince "eligere"den gelen kökü göze alındığında doğrudur, zira eligere aslında ex-legere, yani elle toplamak, devşirmek anlamında olduğundan seçmek olarak anlaşılmış ve Fransızcadaki elire'i (=seçmek) oluşturmuştur. Elitleri, geri kalan toplum üyeleri genellikle sevmez. Hâlbuki toplumları ileri götüren, insanlığı yücelten, yenilikler yaratarak yaşam kalitemizi arttıran hep o sevilmeyen bir avuç elittir. Tarihteki ihtilallerin, devrimlerin hemen hepsi elitleri de yok etmeye yönelmiştir. Bu arada İngilizlerin güzel bir sözünü hatırladım: “Cahille tartışma, dışardan bakanlar aranızdaki farkı anlamayabilirler!” Türkiye'nin, hiçbir zaman bir Fransa, bir Rusya bir Çin gibi bir entelektüel eliti olamadı. Ama her şeye rağmen Türkiye'yi dar zamanında kurtaracak kadar dünyayı bilen, işinin ehli, vatanını seven bir eliti olmuştur. Bu elitin adı Türk Silahlı Kuvvetleridir. Bu elit Türkiye’yi ve Türk milletini korumakla kalmaz, ona ilk ressamlarını, ilk doktorlarını, ilk gerçek bilim insanlarını da hediye eden kurum Türk Silahlı Kuvvetleri olmuştur, çünkü en iyi eğitimi hep Türk Silahlı Kuvvetleri vermiştir. Türk halkı geleneksel olarak ordusunu canından çok sever, çünkü o ordunun mensupları kendi çocuklarıdır. Kendi yavrusunun ülkesinin elitine katılmasını isteyen aileler çocuklarını asker yapar. Son yıllarda bu elite karşı bir hücum başladı. (2010 yılı). Bunu ülkenin en bilgisiz ve en görgüsüz takımı yönetiyor. Bu takımın özelliği cehaletidir ve o cehaletin en belirgin ifadesi yobazlıktır. O yobaz, aynı Kurtuluş Savaşı'nda yaptığı gibi, ülkesinin felaketini isteyen dış güçlerle el ele kol kola olduğu intibaını vermektedir. Bir yandan orduyu yok etmeye yönelmişken, bir yandan da ülkenin diğer elit kaynağı üniversiteleri bitirmek pesindedir. Bir şeyi ortadan kaldırırken yaptığınızı başkaları fark etmesin isterseniz en iyi yol, yok etmek istediğiniz nesneyi sulandırarak çoğaltmaktır. Şu anda üniversiteler böyle bir tehditle karşı karşıyadır. Yargı ayrıca tehdit altındadır. Ama en elit kurum olan ordu tam hedeftedir, Ülke çok ciddi bir bölünme krizinin içindeyken, bu olayların tesadüfen aynı zamana denk geldiğini herhalde hiç kimse düşünmüyor; hem de tehdit altında olan yerler tüm Ortadoğu’nun en zengin su kaynaklarını içeriyorsa. Zorda kalan ülkeleri ayak takımı değil, elitleri kurtarmıştır. Türkiye şu anda kendi elitini yemek sürecindedir. Yani AIDS olmuştur, Kendi direnç sistemini yok etmeye yönelmiştir. Darwin Türkler Hakkında Ne Demiştir? Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik Bey(2007), CHP tarafından Darwin’in "yaratılış" ile ilgili düşüncelerinin okullarda okutulması istendiğini ifade ederek, “Başta CHP ve bu düşüncede olan insanlar, mutlaka okul kitaplarında olmasını istiyor. Darwin’in Türklerle ilgili ne dediğini biliyor musunuz? 'Gelişimini tamamlamamış adi bir ırk' diyor Darwin. Ne diyeceksiniz buna?” diye sordu. Milli Eğitim Bakanı'nın Darwin'e atfettiği bu sözleri Darwin hiçbir zaman söylememiş, yazmamıştır. Bakan söylediklerine kaynak göstermemiştir. Söyledikleri tamamen bir kötü niyetin eseri değilse açıkça bilgisizliğin eseridir. İsminin önünde-üniversite dünyamız için ne acıdır ki-akademik bir titr taşıyan Bakan söylediklerini kontrol ihtiyacını bile duymamıştır. Aşağıya Darwin'in Bakanın ifadesine temel olduğunu sandığım sözlerini aynen tercüme ederek aktarıyorum: "Nihayet, doğal seçme üzerine olan kavganın uygarlığın ilerlemesine senin kabul etmeye eğimli olduğundan daha faydalı olmuş ve olmakta olduğunu gösterebilirim. Birkaç yüzyıl önce Avrupalı milletlerin Türkler tarafından yenilme risklerinin ne kadar yüksek olduğunu hatırla, hâlbuki şimdi böyle bir fikir ne kadar saçmadır. Kafkas ırkları denilen daha medeni ırklar varlık mücadelesinde Türk boşluğunu yenmişlerdir." (Charles Darwin'den W. Graham'a, 3 Temmuz 1881: "The Life anc Letters of Charles Darwin including an Autobiographical Chapter" edited by his son Francis Darwin: John Murray, Londra, cilt I, s. 316) Darwin'in Türkler hakkında Atatürk'ün doğduğu yıl söyledikleri işte bundan ibarettir. Burada ırklar diye kullandığı kelime 19.Yüzyıl'da değişik kültür gruplarını ifade etmek için, herkesin kullandığı bir kelimeydi. O zaman Türkiye'nin uygarlık açısından Darwin'in dediği gibi Avrupa'nın kat be kat gerisinde olduğunu bilmek için Darwin'i okumamıza ise gerek yok. Bizzat Osmanlı bunun farkındaydı. Koca İmparatorluk Avrupa'nın adı konulmamış bir sömürgesi haline gelmişti. Cehalet akıl almaz boyutlardaydı. Bu felaketten bizi kurtaran Atatürk de ulusuna aynı şeyleri hatırlatmıştı. Darwin 1877 -78 Türk-Rus savaşında açıkça Rusları desteklemiştir. Aynı perişanlığı Ahmet Haşim 1919'da tespit edip kaleme dökmemiş miydi? Ne diyordu büyük şair? “Ankara’da Almanya İmparatoru’nun Anadolu hastalıklarını incelemek üzere gönderdiği bir grup heyetinin bazı büyük rütbeli üyeleriyle görüştüm... Anlamışlar ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. Cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu halin sebebi nedir bilir misin? Beslenme eksikliği. Her ne kadar garip görülse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler… İstisnasız nakil vasıtaları olan kağnı hiç şüphe yok ki taş devri keşiflerinden ve aletlerindendir… Evlerine gelince, onlar da öyle: Duvarlar yontulmamış alelade taşların, çalı çırpıların, leylek yuvasında olduğu gibi gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. Anadolu külliyen temizlikten mahrumdur...” İşte bizi bu hale düşüren kafa, Sayın Bakan'ın temsil ettiği, uygarlığa ve onu yaratanlara saldıran, hurafeyi "bilim adamlarının tercihi" diye halkına sunan kafadır. Onun için kanımca Bay Hüseyin Çelik şu anda Türkiye'nin başındaki en büyük sorundur. Demokrasi Alerjisi Demokrat Parti iktidara gelerek alenen din istismarına başladı. Verilen intiba Atatürk'ün Devrim’lerinin ve genel politikasının dine zarar verdiği yönündeydi. Demokrat Parti iktidarı bu çirkin ve pek korkunç iftirayı acımasızca istismar ederek Türkiye’yi büyük bir felaketin kenarına getirdi. Hâlbuki gerçek tam tersiydi. Atatürk dini de ele alarak, halkın dinini adam gibi öğrenmesinin temellerini atmıştı. Ezanın, yani namaza davetin, anlayacakları bir dilde okunması bu genel din aydınlanması politikasının bir parçasıydı. Demokrat Parti bu iyi niyetli adımı din düşmanlığı diye pazarlayarak halkı en feci bir şekilde aldatmıştı. Daha sonra gelen iktidarlar, Atatürk'ün aydınlanma politikasına dönme cesaretini gösteremediler. İTÜ’deki hocalarıma göre beni aldatan buydu. Benim aslında özlediğim aydınlanmaydı; beni kızdıran da cehaletti. Ama bunun nedeni ne Atatürk'ün yaptıkları, ne de de cahil Anadolu halkıydı; ona sürekli ihanet eden politikacılardı. Atatürk Anadolu halkının zincirlerini çözmekte yanlış yapmamıştı, sandığım gibi Rumeli'ye ihanet etmemişti. Başka her seçenek Osmanlı'nın feci politikasını sürdürmek demek olacaktı ki, bu da nihai felakete davetiye çıkartmaktan başka bir şey olmayacaktı. Ama tüm bu tartışmalar ve okumalar sonunda bir şey daha öğrendim. Demokrasi, kendisini yok etmeye azimli akım ve kişilere tahammül edemez, ederse sonunda kendisi ortadan kalktığı gibi, emrinde olması gerektiği halkın felaketini hazırlar. Bunun böyle olduğunu iyi bildiğim 20.Yüzyıl Alman tarihi de teyid etmektedir. Nazi rejimi Weimar demokrasisi kendisini koruyamadığı için, demokrasiyi istismar ederek yerleşmiş ve yalnızca 12 yıl içinde 20 milyon Alman’ın, 30 milyon Alman olmayan insanın ölümüne, bunlardan 6 milyon Yahudi’nin fırınlanmasına, Avrupa’nın ve Doğu Asya’nın yakılıp yıkılmasına neden olmuştur. Demokrasi ve Cahil Politikacıları İnsan toplumları, kendilerini yönetecekleri, doğa cahilleri arasından seçerlerse kendi idam fermanlarını kendi elleriyle imzalamış olurlar. Her yönetici doğa bilgini olmak zorunda değildir ama her yönetici doğa bilimcilere danışacak, onların dediklerini anlayacak kadar doğa bilimlerine vakıf olmalıdır. Bir doğa afetinden sonra "takdiri ilahi" diyen her yönetici aslında kendini yöneticiliğe getirmiş topluma ihanet ediyor demektir. Hiçbir doğa afeti "takdiri ilahi" olmayıp, önceden bilinebilecek ve belirli zaman ve mekân sınırları dâhilinde öngörülebilecek olaylarının sonucudur. Bu doğa olaylarını bilmek bilimin, bilimi desteklemek de toplum yöneticilerinin görevidir. Araştırma kurumlarını, üniversitelerini ve diğer kurumlarını tahrip eden, buralarda kalitenin yeşermesine imkân vermeyen, toplum yönetiminde bilimi dinlemeyen yöneticiler toplumların felaketini hazırlıyorlar demektir. Ülkemizde de neredeyse her gün gazetelerde hâlihazırdaki hükümetin TÜBİTAK’ı bilimsel olarak yetersiz yandaşlarına teslim için, hatta kanun dışına çıkmaktan çekinmediğini, üniversiteleri sindirmek için onları yine yasa dışına taşarak, parasız ve kadrosuz bırakmakla kalmayıp, devletin güçlerini uydurma suçla idarecilerinin üzerine saldırttığını, ülkenin jeoloji servisini kendi arka bahçesi haline getirmek için ehliyetli idarecilerini iftiralarla yerinden ettiğini okuyorsunuz. (Yıl: 2005)Yarın, örneğin, bir İstanbul depremiyle ülkemizin bağımsızlığı bile tehlikeye girerse sorumlusu kim olacaktır, iyi düşününüz. O zaman başımıza gelecekleri azınlık mı istedi, çoğunluk mu istedi diye tartışmaya ne mecalimiz ne de vaktimiz olacaktır. Bilgi ve Görgünün Yararları, Demokrasinin Zararları Başbakan Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanına hitap seklini ve Davos'tan panel yöneticisine kızarak hışımla ayrılmasını televizyon haberlerinde dehşet içerisinde seyrettim. Dehşetimin sebebi bu hareketin ülkemin yöneticilerinin bilgi ve görgü seviyesi, dolayısıyla milletim hakkında dünyaya verdiği feci mesajdı. Tayyip Bey biraz mürekkep yalamış olsaydı veya herhangi bir yabancı dil bilseydi mesela şu örneklerden hareket edebilirdi: Sultan Abdülaziz Üçüncü Napolyon'u ziyaret ederken, İmparator, Sultan'ın gelişinden duyduğu rahatsızlığı yanındaki bir Fransız devlet adamına anlatırken, Padişah hakkında terbiyesizce sözler kullanır. Hemen akabinde arkasına bir döner ki, ne görsün! Osmanlı Dışişleri Bakanı hemen arkasındadır ve tüm söylenenleri duymuştur. Zor durumda kalan İmparator, Keçecizade Mehmed Fuad Paşa'nın kolundan tutup kendisine usulca duyduklarının aralarında kalmasını istirham ettiğini söyler. Fuad Paşa cevabı yapıştırır: "Majesteleri hiç endişe duymamalıdırlar. Haşmetmeabın onun hakkında söylediklerini Majesteye arz ettim mi?" Bu söz tek bir hakaret, tek bir fevri hareket içermediği halde İmparator’a hakaretini iade eden bir ders niteliğindedir ve onun da büyük saygısını kazanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nı neredeyse tek başına kazan İngiliz Başbakanı Churchill'in hasımlarına ve Parlamentodaki muhataplarına verdiği cevaplar meşhurdur. Bir keresinde Churchill tuvaletteyken pek sevmediği Maliye Bakanı kendisiyle görüşmeye gelir. Sekreteri kibarca Başbakan’ın meşgul olduğunu söyler. Bakan ısrarla Başbakanla derhal görüşmek istediğini bildirir. Sekreter içeri giderek durumu Churchill'e dışarıdan anlatır. Churchill Bakan'ın beklemesini rica eder. Sekreteri bakana (tuvaletten bahsetmeden) naklederse de bakan ısrarcıdır. Sekreter çaresiz tekrar Churchill'e döner, Churchill'in cevabi ne yazık ki Türkçeye tercüme edilemez, zira İngilizce bir kelime oyununa dayanmaktadır: "Please tell the Chancellor of the Exchequer, I can only take one shit at a time". Bu aslında bir seferinde bir kere tuvalete gidebilirim demektir. Ama aynı zamanda "bir seferinde ancak bir bokla uğraşabilirim" anlamında da alınabilir. İşte bilgi ve görgü insana bu tür davranma refleksleri kazandırır. Tayyip Bey'in dışişlerinin tecrübeli kişilerine "emekli büyükelçiler, hele monşerler" diye hakaret etmesi, Türk Dışişlerini yıllardır başarıyla yönetenlere karşı onların bilgi ve görgü düzeylerine erişemeyen ve onların yıllardır inşa ettikleri başarılı yapıyı cahilce ve görgüsüzce bir tekmeyle yıkan birinin onlarca duyduğu hıncın ifadesidir. Ohlokrasinin1 Nüfus Politikası Her şey aklıma gelirdi de ülkemde, sezaryenin yani Latince adıyla sectio caesareanın bir başbakanın ağzında bir cinayet aleti olarak dile getirileceği gelmezdi. Roma Hukuku bile, yaşamı tehlike altında olan anneye sezaryen yapılmasını mecbur kılmıştı (Bu maddenin Roma'nın Krallık Dönemine kadar uzandığı sanılmaktadır, yani MÖ 6. Yüzyıl'a!). Sezaryen bir hayat kurtarma tekniğidir. Sayın Başbakan ki bunu bildiği halde, sezaryeni istismar ederek kürtajı da yasaklamak niyetindedir, Bundaki görünür amacı, Türkiye’de nüfus artışındaki azalma eğiliminin önüne geçmektir. Tabii bunu yaparken çiğnediği kadın hakları falan umurunda değildir. Dünya nüfusunun giderek hızlanan bir tempoyla artması ve artan nüfusun ezici çoğunluğunun Türk halkı gibi cahil halklardan gelmesi şu anda insanlığın en büyük sorunudur. Bu soruna bigâne kalabilecek kadar dünyadan bihaber bir politikacının bir ülkenin oyunun (yıl: 2012) % 50'sini alarak onun lideri olabilmesi ise kelimenin tam anlamıyla dehşet vericidir. Böyle bir şeyin olabildiği bir ülkeden her şey beklenir. Asıl hayret edilecek olan, bu bilgisizlik düzeyiyle yönetilen bir ohlokraside bunların bu kadar az olmasıdır, O da tabii Atatürk'ün kurduğu ve çökmekte olan uygar düzenin kalıntılarının eseridir. Ama Atatürk'ün uygarlığının izleri silinip ohlokrasi düzeni sürdükçe artacaklarından emin olunuz Bellek “Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür.” Ziya Paşa’nın “insan belleğinin sakatlığı, unutmaktır.” anlamına gelen bu vecizesi, insanın özellikleri hakkında söylenmiş belki de en önemli sözlerden biridir. Alfabeyi icat ettikleri söylenen Fenikelilerin alfabesinde sesliler yoktu. Onlardan alfabe fikrini alan diğer Sami toplumlar İbraniler ve Araplar da alfabelerine "alef” ve "elif" dışında sesli harf koymadılar. Ancak onlardan alfabe fikrini tevarüs eder Yunanlılar ilk kez seslilere de harf karakterleri vererek bugünkü modern alfabelerin yaratıcısı oldular. Bu nedenle, sesi bilinmeyen eski Fenike, İbrani ve Arap metinlerini okumak çok zordur bazı hallerde mümkün değildir. Buna mukabil, Yunan metinleri aynı tür zorluklar sunmazlar. Fenikelilerde yazı, ticaretin, Sami toplumlarda ise, büyük ölçüde dinin aracıydı. Yunanlılarda, yazı herkesin malı oldu ve o nedenle ilk kez Yunanlılar demokrasi fikrini icat ettiler. Bunların hepsinin tek bir cevabı vardır: Uygarlık anca bellekle mümkündür. Belleği 1 Ohlokrasi: Güruh, insan kütlesi(Yunanca), ayak takımı vb olmayan insanın nasıl zekâsı olmazsa zayıf bir bellek, rahmetli Mustafa İnan’ın sık sık söylediği gibi, nasıl aslında aptallık emaresiyse, belleksiz toplumlar da uygar olamazlar. İstanbul’un en büyük tahribi, Anadolu kırsal kültürü bu şehri 1950'lerden sonra istila edince başlamıştır. Eğitimimizin yıkımı ise, kırsal kökenli politikacıların eseridi. Uygarlık geçmişiyle birlikte bir bütündür. Geçmişini bilemeyen vahşi, uygarlık taklidine yeltendiği zaman bazen onu uydurmaya kalkar. Çanakkale Zaferi'nin Atatürk'ün dehasının değil de bulutlardan inen Peygamberin eseri olduğunu anlattığını duyduğumuz zavallılarda olduğu gibi. Ancak gerçek tektir; bilimin görevi onu araştırmak, uygarlığınki de ona uymaktır. Bunu yapamayanlar vahşidir. Vahşetin de belleği yoktur, Nerede O 1939'da Kalan Aydınlık? Dünyaca ünlü paleontolog Dr. Şevket Şen, Atatürk’ün ölümünden sadece iki ay sonra yayımlanmış, dünyanın saygın antropoloji dergilerinden Revue Antropogique’den bir ayrı baskı çıkardı ve bana gösterdi. Bunun yazarı meşhur antropolog Eugene Pittard’ı. Bu bilimsel dergide yayımlanan makalenin başlığı ise "Antropoloji ve Prehistoryayı destekleyen bir devlet başkanı: Kemal Atatürk". Bunu görür görmez neredeyse kırk yıl önce Hayat Ansiklopedisi'nin Atatürk’e hasrettiği fotoğraflardan birinde, onu Pittard ile baş başa gösteren enstantaneyi hatırladım. Akşam otelime gidince makaleyi okudum. Pittard, Revue Antropogique’in politik konularda yayın yapan bir dergi olmadığını söyleyerek söze başlıyor. Ama diyor, zaten bu yazıya konu ettiğim insanın politik tarafından bahsetmek niyetinde değilim. Anlatmak istediği, bilime ilgi duyan, onu destekleyen Atatürk. Pittard, sırasıyla Atatürk’ün dil ve harf reformunu, Türklerin kökenine gösterdiği bilimsel ilgiyi ve Anadolu'nun tüm geçmişinin incelenmesine verdiği büyük destek ve heyecanı anlatıyor. Atatürk’ün 1939'da yapılacak Uluslararası Arkeoloji ve Antropoloji Kongresi'ni Türkiye'ye davet ettiğini hatırlatarak, kongrenin kendisine şeref başkanlığı vermeyi düşündüğünü, ama Atatürk’ün diğer devlet başkanlarının tersine sırf onursal bir unvan ile yetinmeyip bizzat kongrenin çalışmalarına iştirak edeceğinden emin olduklarını söylüyor. Ne yazık ki, diyor, ölüm onu bu zevkten mahrum etti. Ama diyor, kongreye katılanlar bilimlerine benzeri olmayan bir destek veren bu büyük kişinin anısını unutmayacaklardır. Nerede uluslararası bilim adamlarıyla kendi konularında fikir alış-verişi yaparak onları kendine hayran eden yöneticilerimiz? Avrupa kapısında dilenci mi olmalıydı, Pittard'ı kendisine hayran bırakan Mustafa Kemal'in Türkiye’si? Türban mı olmalıydı tartışma konumuz, bilim, teknoloji, san’at, uluslararası ticaret ve sanayi yerine? Karafatmalar gibi mi dolaşmalıydı kadınlarımız, kürsülerde ders verecek, şirketler yönetecek yerde? Üniversite müsveddeleri mi olmalıydı yükseköğrenim kurumlarımız? Bilimsel başarımız ticari bir şirketin saydığı atıf sayısına mı bağlanmalıydı, uluslararası ödüller ve patentlerle taçlanacak, ulusumuzu refaha taşıyacak yerde? Bizi bu hale getirenlere anıt mezarlar mı dikmeliydik, tarihten ders alacak yerde? Nerede kaldı Türkiye’yi yönetirken Pittard'ı kendine hayran bırakan o eleştirel akıl? Nerede? Nerede o 1939'da kalan aydınlık? İrtica ile Mücadele İrtica ile mücadele, her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hayır, hayır, kendine "insan" sıfatını yakıştıran her bireyin görevidir. İrtica, yani gericilik, ric'at kelimesiyle akrabadır, yani geri çekilmekle. Gericiliği kendine yol tutana da mürteci, yani gerici denir. Gericilik, insanoğlunun ulaşmış bulunduğu belirli bir uygarlık düzeyinden geri gitmeyi istemek, bunu temin için çalışmak demektir.
Yükselen uygarlık düzeyi insana hem çevresindeki doğa ile hem diğer insanlarla ve hatta hem de kendisiyle uyum içinde yasamayı öğretir ve ona böyle bir yaşamın imkânlarını sunar. Şimdi, gerici niçin böyle bir ilerlemeyi istemez, böyle nimetlerden yararlanmayı reddeder? Bu sorunun cevabını verebilmek için üç tür gerici bulunduğunu tespit etmemiz lazımdır: “Basit gerici" diyebileceğimiz birinci tür, aptallardan oluşur. Bunlar her aptal gibi değişimden korkan, yenilikleri öğrenemeyen, eskiye saplanıp kalmayı kendisi için en kolay davranış tarzı olarak gören kişilerdir. Bunlara aslında "samimi" yani "içten gerici” diyebiliriz. Bunlar arasında bazıları kendilerine "muhafazakâr” sıfatını uygun görmüşlerse de, bu, bu aptallar tarafından muhafazakârlığın yanlış anlaşılmasının bir sonucudur. İnsan bu tip gericilere ancak acıyabilir. Aptal oldukları için dünya ve toplum için büyük bir tehlike de arz etmezler. Ancak büyük matematikçi Hepatia'yı öldürten ve İmparator Theodosius'a bile yaka silktiren, kendisine "İmanın Direği" denilen İskenderiye Piskoposu Aziz Kiril (MS 376-444) veya öğretmen Kubilay’ın 23 Aralık 1930'da Menemen'de başını kesen yobazlar bu tip gericilere örnektir ve bu gibi olayların sözünü ettiğim kalabalığın tehlikesinin önemsenmeyecek olmadığını gösterir. İkinci tip gerici toplum için tehlike arz eden bir tiptir. Gericiliği samimi değildir, ama gerici görüşlerinin ve uygulamalarının yayılmasından kendisine kişisel çıkar ümit eden bu tip, insanların çoğunu belli inanç saplantıları altında inletip, onların inançlarından kendisi için haksız kazanç elde etmeye çalışır. Mesela Orta Çağ'daki Katolik Kilisesi'nin pek çok papası bu tip gericiliğe örnektir. Bir taraftan pazar günleri halka din satan Borgia papası diğer taraftan seks âlemlerinde, hatta kendi kızı Lucretia'yı iğfal ediyordu. Rusya’da Çar II. Nikola'nın başını yiyen yobaz Rasputin başka bir örnektir. Kendi tarihimizde, zavallı meczup Sultan İbrahim’in başını yiyen Cinci Hoca çapıcı bir örnektir. Bunlara "çıkarcı gerici" diyebiliriz. Bunların tehlikeleri bireysel olduğu gibi, etkileri de bireysel güçlerinin ulaşabileceği yere kadardır. Üçüncü tip gerici en tehlikeli tiptir. Bu tip yukarıdaki her iki tipten de türeyen, kendisini uygun gördüğü bir kişi veya gruba satarak onun adına inandığı veya inanmadığı gericilik fikirlerini yayıp uygulamalarını yapan kişidir. Bu tipe "satılmış gerici" diyebiliriz. Bunun tehlikesi, arkasındaki kişi veya grubun gücü kadardır. Kendilerini güçlü grup, hatta devletlere satan satılmış gericiler içinde bulundukları toplum için çok büyük bir tehlike arz edebilirler. Bizde de Atatürk ve arkadaşlarını eşkıya ilan edip idamlarına fetva çıkaran Şeyhülislam Dürrüzade, aynı sınıftan gerici hainler arasındadır. Gericilik, yani irtica, dolayısıyla yalnız belirli toplumlar için değil, tüm insanlık için korkunç bir tehlikedir. Gericilikle mücadelede tek rehber bilimdir, halk oylaması sonuçları değil, zira çoğunluk her zaman gerçeği bulmaz. Bulsaydı, Galile yanılmış olurdu, Avusturyalıların %95'i Nazilere hoş geldin demezlerdi. 1938'de ve kölelik ve onu izleyen ayrımcılık Amerika’da bu kadar uzun yaşamazdı. İrticaya karşı mücadele bir insanlık görevi olduğu kadar, eldeki tüm imkânlar kullanılarak yürütülmesi gereken bir mücadeledir. Fakat şiddet kabul edilemez, ta ki kendini savunma için elzem olmasın. İrtica ile mücadeleyi yürüten insanlar, Galile gibi, insanlık kahramanlarıdırlar. İrtica ile Mücadelenin Yöntemi İrtica ile mücadelenin üç ayağı vardır: Aile, üniversite de dâhil olarak okul ve toplum. İrticayla, yani gericilikle mücadele ailede baslar, Dolayısıyla ebeveynin gerici olmaması, çocuğun da gerici olmayan bir çevrede büyümesi lazımdır. Bu durumda gericilikle mücadelenin ilk ayağı, yetişkin eğitimidir. Bunun için devlete büyük görev düşer. Öncelikle televizyonlarda gerici programların olmaması, radyoların bu yönde yayın yapmaması, gazete ve dergilerin gerici malzemeyi okuyucularına vermemeleri lazımdır. Bu durumda şu soru ortaya çıkmaktadır: Gerici malzeme nedir? Gayet basit: Güncel bilimin doğru olmadığını ispat etmiş olduğu (yani yanlışlamış bulunduğu) görüş ve kuramları doğruymuş gibi öğretmeye devam etmek gericiliktir. Benzer şekilde, canlıların biyolojik evrim yoluyla geliştiğini değil, yaradılış yoluyla ortaya çıktıklarını iddia etmek gericiliktir, çünkü yaradılış iddiası bilimce jeoloji, biyoloji, kullanılarak çürütülmüştür. Bugün hiçbir aklı başında bilim projesinde yaratıcılık temel alınmaz. Yaratıcılık tezini okullarda öğreten, televizyon ve yazılı basın yoluyla yaymaya kalkan en az Stalin kadar suç işliyor demektir, Demek ki, ilk yapılacak iş, halkın gerici malzemeyle beynin yıkanmasının önüne geçilmesidir. Bir hükümet gerici propaganda yapıyorsa (mesela bir Milli Eğitim Bakanının “Darwin Marksistlerin teorisidir, akıllı tasarım ise inananların. Onun için yaradılışı okullarda öğretiyoruz" demesi hem kendisini hükumetinin, ABD'de yargıç Jones'un ortaya koyduğu gibi, suç islediğini gösterir). Bir bakandan bahsederek, gericiliğe karşı mücadelenin ikinci önemli ayağına giriş yaptık demektir. Bu ayak okullardan oluşur. Okulların, tersi ispat edilmiş ve bilim tarafından terkedilmiş kuramların öğretim yeri olamayacakları kesindir. Kepler öncesi astronomiyi sanki doğruymuş gibi öğretmeye kalkan her okul, okul olma vasfını kaybeder. Böyle okulları halkına empoze eden bir devlet de meşruiyetini kaybeder. Gericiliğe karşı mücadelenin üçüncü ayağı, şiddete başvurmadan, tartışılamaz olduğu iddia edilen şeyleri öğretenlerin faaliyetinin toplum içinde kısılmasıdır. Bu kişilerin düşüncelerine kimse karışmamalı, onların fikirlerini başkalarına anlatmalarına da engel olunmamalıdır. Ancak bu kişilerin kurumsal olarak eğitime, hele hele 18 yaşından küçüklerin eğitimine geçmeleri mutlaka yasayla önlenmelidir. Özetlersek: Gericilikle mücadelenin üç ayağı, yetişkin eğitimi, okul ve üniversitelerde tersi ispat edilmiş şeylerin öğretilmesinin men edilmesi ve eleştirel aklın eğitilmesi ve toplumda dogmatik düşüncelerin kurumlaşmasına izin verilmemesidir. Dogmatik düşüncenin kurumlaşmasını yasaklamak, bizzat dogmatik bir düşünce sahibi olmak demek değildir. Nasıl ki, özgürlüğü yasaklamaya kalkan sistemlerin yasaklanması özgürlüğü kısıtlamak demek olamaz ise… Yozlaşan Demokrasilerde İrtica ile Mücadele Halkın yaşam kalitesini düşürdükleri halde kalan yönetimlerin başarı sırrı, halkın kaliteli yaşam kavramını değiştirebilmeleridir. Toplum için önemli olan, karnını sağlıklı olarak doyurabilmek, rahat bir mekânda yaşayabilmek ve toplum sınırları dâhilinde istediğini yapabilmektir. Bunlara beslenme hürriyeti, konut seçme hürriyeti ve yaşam uğraşlarını belirleme hürriyeti diyebiliriz. Şimdi birisi çıkıp da, toplumun bireylerini bu yasadıkları hayatın aslında geçici olduğuna, asıl yaşamın ölümden sonra (veya gelecekte) olduğuna, bu yaşamda beslenme, konut seçme ve yaşam uğraşlarını belirleme özgürlüklerinden yapacakları fedakârlıkların, bir başka yaşamda kendilerine geri verileceğine inandırabilirse, toplum bireylerinin ekserisi bu üç temel özgürlüğünden seve seve vazgeçer. Toplum kaybederken onu ikna edebilenler kazanır ve her kazandığında topluma bu kazancın aslında ortak olduğu masalını anlatır. Kendi zenginliklerini sayarak toplumun nasıl zenginleştiğini rakamlarıyla belgeler ve toplum bu görünür "başarıdan" kendinden alınanların hesabını sormayacak kadar etkilenir. Bu durumlarda, toplumlar kendilerini aldatan yöneticileri art arda seçmeye, hatta seçme haklarından tamamen vazgeçmeye bile hazır hale gelirler. Nazi diktatörü Hitler, Almanlara, gelecekteki muazzam bir "Büyük Almanya" vaat ediyordu. Bu inanç uğruna 20 milyon Alman öldü, Almanya tamamen bir harabeye döndü, ama Alman halkı son ana kadar Hitler'in vaat ettiği mucizeyi bekledi. Orta Çağ Avrupası insanlık tarihini sahnelerinden biridir. Bu sahnede halkın iliğini emen din adamları lüks içinde yaşıyorlardı. Sonunda 14.Yüzyıl'da (1348-1350), kara ölüm denen veba kıtanın nüfusunun yarısını götürünce, Avrupalının aklı başına geldi ve kendisine satılan koca dinin bir yalan olduğunu anladı.
Veronika Ölmek İstiyor – Paulo Coelho
Romanın başkahramanı olan Veronika, Slovenya’nın Ljubljana şehrinde elit bir ailenin çocuğu olarak hayatını sürdüren yirmi dört yaşında güzel bir kızdır. Paulo Coelho, aslında gençlik yıllarında ailesi tarafından akıl hastanesine yatırılması ve orada yaşadığı acı hatıraları Veronika ile canlandırmaya çalışmıştır. Kitapta dikkate değer psikolojik ve felsefi detaylar önem taşımaktadır. Konuşmalar sırasında insanın iç dünyasına ve dünya düzenine ait bazı çözümlemeler, aslında birçok insanın söylemeye cesaret edemeyeceği türden gerçekleri açıkça dile getirmektedir.
Hayatındaki her şeyin sıradanlaştığını, her günün birbirinin tekrarı gibi olduğunu, özellikle dünyada olup bitenlerin aklı başında bir insan olarak kendisini incittiğini düşünen bu genç kızın nazarında, yaşam anlamını yitirmiştir. Bundan sonra göreceği olası günler onun için hiç de çekici gelmediği için intihar etmeye karar vermiştir. İntihar ederken ailesini ve çevresini üzmemek için dört kutu uyku hapı içmeyi tercih etmiştir. Hapları içtikten sonra, ölümün kendisini yakalayacağı anı beklerken pişmanlık ve korku yaşadığı ile ilgili düşüncelere dalar ve mide bulantısı ile baygınlık geçirir.
Aslında gayet mutlu bir hayat süren, çevresindeki insanlar tarafından sevilen bir kişi olan Veronika, gözlerini Villete adı verilen bir akıl hastanesinde açar. Ölmediğini görünce önce üzülen, sonra neler olup bittiğini anlamaya başlayan Veronika, oradaki herkesin deli veya akıl hastası olduğunu görünce şaşkınlık yaşar. Böyle bir insan olmadığını kanıtlama çabası içine girer, kendisini tekrar öldürmek için haplar bulma veya çatıdan atlama planları yapar. Tam bu düşünceler içindeyken Dr. İgor, içtiği ilaçların kalbinde tedavisi mümkün olmayan bir hasara yol açtığını ve en fazla bir hafta içerisinde öleceğini söyler. Aslında ölmek isteyen Veronika, nedense buna üzülür ve çevresinde olup bitenleri kalan ömründe gözlemlemeye başlar.
Villete’de bazı kişilerle yaşadığı diyaloglar ona çekici gelir. Ağır felsefe ve psikolojik tahliller içeren bu sohbetlerle anlar ki, aslında deli sandığı insanlar hiç de öyle sıradan kişiler değildir ve gayet eğitimli, kültürlü insanlardır. Veronika’nın akıl hastanesinde samimiyet kurduğu üç kişi vardır. Bunlardan birincisi olan Zedka, Veronika’nın akıl hastanesindeki ilk günlerinde ona yardımcı olmuş, yatıştırıcı ilaçlar verilirken onu sakinleştirmiş ve o ortama alışmasını sağlamıştır. Ağır depresyon hastası olan Zedka, ona bazı konularda yardımcı olabileceğini söyleyerek hastanedeki “Kardeşlik Çemberi” adlı grupla tanışmasını tavsiye eder.
Bu grupla tanışmak isterken Veronika ciddi tepkiyle karşılaşır, deli diye dalga geçilmek onu hiç yapmayacağı bir şeyi yapmaya iter ve grubun lideri olan Mari adlı kadına bir tokat atar. O günden sonra içine kapanır, sürekli bahçede gezintiye çıkar. Veronika, bir hafta içinde ölecek olmanın korkusunu yaşamaya, bu genç yaşına sığdıramadığı birçok şeyin olduğuna inanmaya başlar. Bir gece tek başına salonda piyano çalarken, Eduard adında bir şizofreni hastası gencin onu dinlediğini fark eder. Eduard defalarca ona piyano çaldırır, bıkmadan onu hayranlıkla dinler. Bu yakışıklı ve gizemli gencin ilgisi Veronika’nın hoşuna gider.
Bu sırada ona sürekli hayat dersleri vermek isteyen Mari ile Veronika arasında büyük bir dostluk gelişir. Çok büyük bir hukuk şirketinde avukat olarak görev yapan ve sıradan sebeplerle panik ataklar yaşadığı için bir süre sonra akıl hastanesine yatırılan Mari ona hüzünlü hikâyesini anlatır. Artık iyileştiğini ve buradan kurtulmak istediğini söyler. Ayrıca Veronika’ya sürekli kalan günlerinde nasıl istiyorsa öyle yaşamasını, gerçek benliğini bulmasını, utanmadan kendi ekseninde bir mutluluğu yakalamasını tembihler. Bir gece yine Eduard’a piyano çalarken ona aşık olduğunu haykırır ve Veronika kendinden geçer. Eduard da artık Veronika’ya tutkuyla bağlanır.
Veronika birkaç gün içinde öleceğini düşünürken, intihar etme girişiminden dolayı kendini suçlar, kendinden nefret eder ve tıpkı çocukluğundaki gibi yaşama aşkı ile dolar. Bu sırada Zedka’nın tedavisi biter ve hastaneden taburcu edilir. Mari ise bir deli olmadığını, aksine hayatı her yönüyle tanıyan güçlü bir avukat olarak hayatına geri dönmesi gerektiğine doktoru inandırır ve hastaneden ayrılmak için rapor alır. Eduard kütüphanede bir araştırma yaparken hastaneden ayrılmak istediğini ifade edince hemen odasına götürülmek istenir. O sırada Veronika diye defalarca haykırır. Doktor Eduard’a elektroşok tedavisi verilmesini ister. Veronika buna izin vermek istemese de Eduard buna izin verir.
Bu tedavi boyunca Veronika, Eduard’ın başucunda bekler. Bu sırada kalp krizi geçirir, kusar. Buna rağmen çok sevdiği Eduard’ı yalnız bırakmaz. Mari, vedalaşmak üzere Veronika’nın yanına geldiğinde tüm olanları görür, bu tedaviden sonra geçici hafıza kaybı yaşandığı gibi bazı bilgiler verir ve son günlerini bir kişinin başucunda beklemeye adıyorsa ona gerçekten aşık olduğunu söyleyerek veda eder. Eduard uyanınca hiçbir şeyi unutmaz ve Veronika ile bahçede yürüyüşe çıkarlar. Akşam olana kadar hayaller kurarlar, Eduard hayat hikayesini Veronika ile paylaşır ve aslında birbirleri için yaratılmış bir çift olduğunu anlarlar.
Eduard, babası diplomat olduğu için varlıklı ve kültürlü bir hayat sürmekteyken, ailesi tarafından Amerikan Koleji’nde büyük başarılar beklenen bir gençtir. Bu beklentilerine rağmen Eduard’ın çevresindeki kişiler yüzünden uyuşturucu bağımlısı olduğunu ve bazı dini eğilimler içinde olduğunu ailesi fark eder. Onun orta düzeyde bile olsa bir akademik başarı elde etmesini beklerler ki babası gibi ileride bir diplomat olabilsin. Fakat o ısrarla büyük bir ressam olmak istediğini söyler. Ailesi ile bu yüzden sürekli tartışırlar ve sonunda ikna olmuş gibi yaparak pes eder. Altı ay içinde yaşadığı ağır depresyon yüzünden şizofren olur ve o sırada savaş patlak verir. Bu nedenle akıl hastanesine yatırılır ve tek hayali, “Cennet Görüntüleri” kağıda dökebilmektir.
Bu hikâye Veronika’yı heyecanlandırır ve birlikte hastaneden kaçma planları yaparlar. Dr. İgor buna izin vermeyeceği için güvenlik zafiyetinin olduğu bir duvardan karanlık olunca kolay bir şekilde atlar ve hastaneden kaçarlar. İlk iş olarak Ljubljana’da lüks bir restoranta giderek güzel bir yemek yerler. Oradan bir tepeye çıkar, hayaller kurarlar, gençliklerini anlatırlar. Bu sırada Veronika’nın son günü olduğunu bilirler ve yarın sabah öleceğine inanırlar.
Birbirlerine sarılmış vaziyette bu tepede uyuyakalırlar. Sabah polis onları uyandırdığında, Eduard arkadaşının öldüğünü düşünerek kahrolur fakat Veronika uyanır. Aslında onun ölmesi için hiçbir sebep yoktur ve oldukça sağlıklıdır. Bu tamamen doktorun tedavi sürecinde kullandığı bir kurgudur. Veronika ve Eduard, yeni yaşamlarının ilk gününe başlarlar.
Arka Kapak Bilgisi
“Paulo Coelho’nun ustalığı, herkese seslenebilmesinden kaynaklanıyor. Sevecen, ama etkili bir öğretmen. Kitapları tüm dünyada 100 milyon satmış olan Coelho’nun şaşırtıcı çekiciliğinin nedeni de bu olsa gerek.”
Veronika, her istediğine sahip görünen, renkli bir yaşam süren, yakışıklı erkeklerle gezip tozan genç bir kadın olmasına karşın, mutlu değildir. Yaşamında bir şeylerin eksikliğini hissetmektedir. Başarısız bir intihar girişiminin ardından, kendine geldiği zaman bir akıl hastanesindedir. Üstelik çok kısa bir ömrü kaldığını öğrenir. Zaten ölmek isteyen Veronika bu süreçte, başka dünyaların insanlarını tanırken kendisini de keşfetmeye başlar…
Paulo Coelho’nun ülkemize yakın bir coğrafyada, Bosna ve Slovenya’da geçen Veronika Ölmek İstiyor adlı romanı, var oluşumuzun her dakikasına yaşam ile ölüm arasında bir seçim olarak yaklaşıyor. Toplumun alışılmış kalıplarının dışına çıkan, farklı düşünceleri yüzünden ön yargıları göğüslemek zorunda kalan insanları anlatıyor.
“Paulo Coelho” – Hakkında Bilgi
Rio de Janeiro’da doğdu. Roman yazarlığına başlamadan önce, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve sevilen bir şarkı yazarıydı. Coelho, gençliğinde bir hippiydi. 1986 yılında Hıristiyanların, Batı Avrupa’dan başlayıp İspanya’da Santiago de Compostela kentinde sona eren geleneksel bir hac yolculuğu yaptı; bu deneyimini 1987’de yayımladığı The Pilgrimage adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yayımlanan ikinci kitabi Simyacı, Coelho’yu en çok okunan çağdaş yazarlardan biri yaptı. .Öteki kitapları; Brida, Valkürler ve son yazdığı Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım’dır. Simyacı 42 ülkede yayımlandı. 26 dile çevrildi.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Bir İdam Mahkumunun Son Günü – Victor Hugo
Toplumsal bir gerçekliğe dikkat çekilmek için yazılmış bu küçük eser, Victor Hugo‘nun gerçek yaşamında karşılaştığı bir idam sahnesinden esinlenilerek kaleme alınmıştır. Bir zamanlar Fransa’da Greve Meydanı denilen bir yer vardır ve yazar bir gün oradan geçerken bir adamın idam edilmesi karşısında halkın alkışlarını, heyecanını görür. Bu durumdan ziyadesiyle etkilenerek bu romanı kaleme alma ihtiyacı duyar. Yazar, eserin başından sonuna bir insanın suçu ne olursa olsun idamın yanlış olduğu anlatılmaya çalışılır.
Victor Hugo “Bir İdam Mahkumunun Son Günü” eserinde oldukça romantik bir dille, hakkında idam kararı verilen bir kişinin iç dünyasını ifade etmeye çalışır. Eserin kahramanı açıkça ifade edilmemiş olsa da bir kişiyi öldürmek suçundan mahkemede yargılanır. İlk başlarda mahkemenin idam cezası vermek yerine hapis cezası, hatta kürek mahkumluğu verebileceğine inanır. Avukatı da pek umutlu değildir ve nihayet duruşması yapılır. Hakkında idam cezası verildiğini ve beş hafta içerisinde gerekli işlemler yapıldıktan sonra Greve Meydanı’nda idam edileceği söylenir.
Bu sarsıcı kararın üzerine yalvarmaya, yaşlı bir kürek mahkumu olarak ömrünün sonuna kadar çalışmayı bile göze alacağına dair bağırmaya başlasa da iş işten geçmiştir. Onu Bicetre denilen bir konaktan bozma hapishaneye götürürler. İdam edilene kadar burada kalacak ve idam günü yaklaşınca Paris’e götürülecektir. Burada hiç ummadığı şekilde iyi karşılanır, insanların bir idam mahkumuna acıyarak yaklaştıklarını hisseder. Henüz beş hafta gibi bir zamanı olduğu için mutludur fakat içeri hiç ışık sızmayan tek kişilik bir hücrede geçirdiği zamanda ruhsal çalkantılar yaşar, düşünceleri onu yavaş yavaş öldürmeye başlar.
Hayatta geride bırakacağı annesi, karısı ve üç yaşındaki kızını düşünür. Annesi ve karısı için endişelenmez ama biricik tatlı kızı Marie’yi düşünür durur. Kendisi öldüğü için yetim kalacak ve hayatı hep sıkıntılarla dolu olacaktır. Onun kokusunu içine çekemeyecek, büyüdüğünde onu göremeyecek, onunla yapmayı hayal ettiği her şey yok olacaktır. Bir insanın suçu ne olursa olsun böyle bir cezayı hak etmediğini düşünür, henüz gencecik yaşında hayattan koparılacak olması onu kahreder.
Kaldığı hapishanede kürek mahkumları da vardır ve onların bir törenini izlemek için gardiyanlardan izin istediğinde mavi gökyüzünü ve güneşi görme imkânı bulur. Yaşamın ne kadar tatlı olduğunu, dünyada tadılacak o kadar güzelliğe bu yaşta veda edeceğini düşündükçe çıldırmaya başlar. Çok korkunç rüyalar görür, duvarlar üzerine üzerine gelmeye başlar. Kaldığı hücrenin duvarlarında, son on yılda oraya girip çıkan eli kanlı başka idam mahkumlarının yazdıklarını okur ve onlarla aynı muameleyi görmekten dolayı çok büyük acı çeker.
Oradan kurtulmak veya affedilmek için her yolu düşünür. Böyle genç, sağlıklı ve iyi bir insana belki acıyıp yaşamasına izin verirler diye içinde son güne kadar hep bir umut taşır. Ara ara yanına papazlar gelerek onun tövbe etmesini isterler. Onlarla pişmanlıklarını paylaşır, hayatta fark etmediği güzellikleri hatırlar. İdam edilişine dair senaryolar kurar, giyotinle veya asılarak idam edilmenin ne kadar acı bir deneyim olacağını düşünür, baygınlık hissi ile günlerini geçirir.
Bir gün odasına giren kişiler onun idam vaktinin geldiğini ifade ederler. Bir umut affedilmeyi beklerken, artık bundan kaçmanın imkânsız olacağına inanmaya başlar. Bir araca alınarak Paris’e götürülür. Bu sırada yine yaşamanın güzelliklerini düşünür, geride bırakacakları zihninde film şeridi gibi geçer. Bununla birlikte halkın bir idam mahkumuna olan merakı ve onun öldürülmesini zevkle izleme isteği, onu düşüncelere iter. Hepsine büyük bir nefret duyar. Çok sevdiği kızı ile son kez görüşmesine izin verilir, eşi ve annesi hastalık sebebiyle onu görmeye gelemez. Kızı, babasının çoktan öldüğünü söyleyerek genç adamı tanıyamaz. Adam daha şimdiden öldüğüne inanır ve artık ölüm gerçekliğiyle yüzleşir.
Dışarıda onun canını alacak cellatlar giyotini yağlarken, genç adam kaderine isyan etmek, bağırıp çırpınmak ister fakat bunların hiçbir işe yaramayacağını anlar. Kafası bedeninden koptuktan sonra neler hissedeceğini düşünmeye başlar ve adım adım idama yaklaşır. Kahramanın her cümlesi, aslında idam mahkumu olan her insanın yaşadığı büyük acıyı ifade etmektedir. Greve Meydanı’nda mahşeri kalabalık onun idam edilmesini bekler, dışarıdaki coşkulu sesler onu iyice ürpertir. Saat tam dört olduğunda idama götürülür.
Arka Kapak Bilgisi
Bir İdam Mahkumunun Son Günü, dünya edebiyatının ölümsüzlerinden Victor Hugo’nun (1802-1885) yirmi altı yaşında yazdığı bir gençlik yapıtıdır. Victor Hugo’nun içerik olarak bu romandaki amacı çok yalın, çok açık: İdam cezasının hem trajik, hem de saçma yanını göstermek. Onun büyüklüğünde, onun dehasında bir yazar için böyle bir savı insani ve etik boyutlarıyla sergileyerek kanıtlamak hiç de güç değil. Ama bu romanın büyük önemi başka özelliklerinden kaynaklanıyor. Bu yapıt, birinci tekil kişi ben ile yazılan romanın ilk örneği. Daha önce böyle bir yöntem bilinmiyor. Demek ki bu özelliğiyle bir yol açıcı, bir öncü bu roman.
Roman kahramanının da dediği gibi, bir tür zihinsel otopsi olan bu romanda, modern edebiyatın ilk iç monoloğu ile karşılaşıyoruz. Bir İdam Mahkumunun Son Günü, bir yazınsal yenilik olan Samuel Beckett ve Georges Bataille’ı haber veriyor. Bu da romanın bir başka önemli özelliği. Bataille ve Beckett’i tanıdıktan sonra bu romanı daha iyi kavrıyoruz. İdam mahkumunun kendisine ironik bir gözle bir başkası olarak bakışı ise, Victor Hugo’nun Arthur Rimbaud’dan kırk yıl önce “Ben Bir Başkasıdır” düşüncesini yaşamış olduğunu gösteriyor.
“Victor Hugo” - Hakkında Bilgi
Tam ismiyle Victor Marie Hugo, romantik akımı kendine öncü edinen, Fransız romancı, şair ve oyun yazarıdır. Eserlerinde zaman zaman politik imalar görülür. Hayatının yetişkinlik dönemlerinde Kraliyet Hanedanı olmasına rağmen ilerleyen yaşlarında bu fikrinden sıyrılmayı başarmış ve bir Cumhuriyet destekçisine dönüşmüştür. Başarılı yazarın çocukluk yılları yaşadığı ülkede var olan siyasi karışıklıkların içerisinde geçti. Victor Hugo, yaşadığı devrin en büyük Napolyon destekçilerinden biriydi.
Eserlerinde politik imalara yer vermesinin en büyük sebeplerinden biri de, yaşadığı dönemlerde Fransa’da var olan siyasi bunalımlardı. Babası subay olduğu için ülkenin farklı farklı bölgelerinde ve şehirlerinde yaşama fırsatı buldu. Böylece hem farklı kültürleri daha yakından tanıdı hem de ülkenin sorunlarını halkın içinde yaşama fırsatı buldu.
Victor Hugo ilk romanını evlendikten bir yıl sonra yayımladı, ilk tarihi romanı olan Sefiller ise 1862’de yayımlandı. Tarihler 1840’lı yılları gösterdiğinde ise Hugo, Fransa’nın ve döneminin en başarılı şair ve edebiyatçıları arasında yerini aldı.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Akilah Azra Kohen – Fi Özeti
Akilah (Azra Sarızeybek Kohen) kimdir?
İstanbul Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema ile Ottawa Üniversitesi Üçüncü Dünya Ülkelerine Yardım Ekonomisi bölümlerinden mezundur. Daha sonra, Boğaziçi Üniversitesi Klinik Psikoloji Master Programına katılmıştır. İyi derecede İngilizce ve İtalyanca konuşan Azra Sarızeybek Kohen, bir çocuk annesidir. Organik tarıma, evrenin matematiğine ve bir Yaratıcı olduğuna inanır. Hiçbir politik görüşü yoktur. Dünyadaki en büyük problemin ne eğitim, ne işsizlik, ne de parasızlık olmadığını bilir; ona göre en büyük problem annelerdir. Çocuklarına kimlik bilinci yüklemeyerek bireyselliğe erken yaşta uyanmalarını engelleyen anneler yüzünden dünyanın bugün bu karmaşada olduğunu düşünür. Bir bireyin bile doğru davranarak dünyayı değiştirebileceğine ve hakiki insan olmak için her an evrimleşebildiğimize inanır. Emektar bir canseverdir.
Arka Kapak
Fi, deneyimin içinde kaybolmak yerine korkmadan deneyime sahip çıkmanın yolculuğudur. İçinde bolca bulunan manipülasyon, seks, aldatma, ve aldanma hikayeleri belki herkesin dikkatini çekebilir ama gerçeklerden yola çıkılarak ulaşılmak istenen yerde sadece farkındalık vardır.
Fi, güzelliğin lanetlendiği, zekânın yağmalandığı, iyinin kurban edildiği ve kasaba kurnazlığıyla yönetilen bu gezegende, içine doğduğumuz bu kutsal hayatı kutlamak için yazılmıştır. Kendi potansiyelini keşfetme cesareti gösterebilmiş gerçek kişilere, çatlama cesareti gösterebilmiş tohumlara adanmıştır.
Bir kişiye duyulan aşktan daha acımasız bir şey var mıdır?
Özet
Özete geçmeden önce size, kitabın adını alan Fi sayısı’ndan bahsedeyim. Fi; bir bütünün parçaları arasında gözlemlenen, uyum açısından en yetkili boyutları verdiği düşünülen geometrik ve sayısal bir oran bağıntısıdır. Eski Mısırlılar ve Yunanlılar tarafından keşfedilmiş, mimaride ve sanatta kullanılmıştır. İrrasyonel bir sayıdır ve ondalık sistemde yazılışı; 1,61803…’tür. Göze güzel gelen orantıyı temsil ettiği düşünülür.
Ülkenin en önde gelen psikoloğu, aynı zamanda en çok izlenen tv programının sunucusu Can Manay’ın bir takıntısı var. Fi oranı.. Herkes ona hayranken, o kafayı tek bir kişiye takmış durumda; Satın almak için gittiği bir eve bakarken komşu bahçede dans edişini gördüğü ve tüm duygularını alt üst eden Duru..
Aşkta ve savaşta yer yol mübah derler. Can Manay bu lafı çok iyi bilip, istediği şey için her şeyi göze alacak bir savaşçı. Ama işi sandığı kadar da kolay değil. Çünkü kazanmaya çalıştığı Duru’nun yakışıklı, zeki ve son derece yetenekli Deniz adında bir nişanlısı bulunmakta..Deniz, Can’ın istese de küçümseyemeyeceği, zekice fikirlere sahip, insanlara istediğini yaptırabilen bir müzik öğretmeni.
Can sevdiği kadını kazanmaya çalışırken, etraflarında onlarca, yüzlerce, binlerce insan kendi içlerine kapanık hayatlarını yaşamakta ve sadece çok az bir kısmı kendi güçlerinin, hayata geliş amaçlarının yapabileceklerinin farkına varabilmiş burumda.
Kitapta bahsedilen Bilge, Özge, Ada, Deniz bu azınlık arasına girebilen ve inandıkları şeyleri ne pahasına olursa olsun savunan ve savaşan kişiler. Belki bir kısmının yolları kesişiyor, belki de hiç karşılaşmadan kendi savaşlarını veriyorlar hayatlarını güzel kılmak uğruna.
Bilge, küçük yaşta annesini kaybetmiş, otistik kardeşiyle ilgilenerek hayatın zorluklarını hep göğüsleyebilmiş, dış görünüşünün kötü olmasına aldırmadan bu dezavantajını güce çevirebilmiş psikoloji öğrencisi. Can Manay’la konuşması sonucu hayatı bir bakıma kolaylaşıyor ama o yine de temkinli hareket etmek zorunda.
Özge, Can Manay’la bir röportajı sonucu işini kaybeden, en umutsuz anında kendini motive edebilen, küllerinden doğmayı başarabilen bir gazeteci.
Ada ise yaptığı müzikle dünyaya hükmedebileceğinin farkında bir müzisyen.
Hepsinin içinde süregelen yaşama, dik durma, güzellikleri keşfedebilme savaşını anlatıyor Fİ…
Yorumum
Çok övülen kitaplara karşı çekincelerim var. Bu tarz kitaplar ne kadar güzel yazılmışsa yazılsın, övgülerden dolayı yükselen beklentilerinizi karşılayamazlar. O yüzden bu kitabı okumadan önce uzun süre kitaplığımda beklettim. Alıp okumaya karar verdiğimde ise övgüleri, eleştrileri hakkında konuşulan her şeyi görmemiş gibi yapıp, hiçbir beklenti içine gitmeden okumaya başladım. Kitabı okumak isteyenlere ilk tavsiyem – tabi hâlâ okumayan kaldıysa- beklentilerini yüksek tutmamaları yönünde.
Kitapla ilgili tek bir kelime söyleyecek olsam bu kelime FARKLI! olurdu. Hani bazı Amerikan filmleri var. Tek bir karaktere bağlı kalmazlar. Olaylar birbirini tanımayan birden çok karakter etrafında gelişir. Bu kitap bana o filmleri hatırlattı.
Son sayfasına geldiğimde ise elimde sooonn derece iyi pazarlanmış bir kitap tuttuğumu farkettim. Kitapta gelecekle ilgili ip uçları verilmesine rağmen, muhtemelen 2. kitap alınıp okunsun diye çoğu olay eksik bırakılmış. Beklenti içine girmeyeceğimi söylesem de kitaptaki cümleler insanı bir beklentiye sokuyor ve son sayfaya geldiğimde o beklentim hayalkırıklığına ve biraz da sinire dönüştü.
Can Manay, hayranlarının aksine biz kendisinden nefret ederim diye var adeta. Belki biraz içimizdeki bizi yansıtsa da sapkınlık derecedeki takıntısı ve düşünce yapısı son derece rahatsız etti beni. Bir insanı, kendinize ait hissedip ona sahip olduğunuzu düşünemezsiniz.
Deniz ve Bilge’nin düşünce yapıları ve saflıkları ise -aşırıya kaçsa da- bu dünyada hala iyi bi şeylerin, iyi insanların var olabileceğine inanmamızı sağlıyor.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk'un ilk defa 1998 yılında yayınlanan, tarihî kurgu türünde bir romanıdır.
1591 yılı kış ayları, İstanbul. İki erkek çocuğu annesi güzeller güzeli Şeküre'nin kocası dört yıldır savaştan dönmemiştir. Çocukluk aşkı, yeğeni Kara ise aşkını açıkladığı için evden kovulmuş ve ancak on iki sene sonra İstanbul'a dönebilmiştir. Döner dönmez de hala çok sevdiği Şeküre ile evlenmenin yollarını arar.
Babası ve iki çocuğu ile birlikte kalan Şeküre'nin gönlü hem Kara'da hem de kocasının kardeşi Hasan'dadır. Şeküre'nin babası yani Kara'nın eniştesi Padişahın emri ile gizli bir kitap yaptırmaktadır. Kitabın gizli Avrupai usuller kullanarak resmetmekten gelir. Enişte Efendi Osmanlı sarayının ünlü nakkaşları Kelebek, Zeytin ve Leyleği kitabın nakışlarını yapmaları için görevlendirir. Tezhibi de Zarif efendi yapmaktadır. Koyu bir taassup içinde olan Erzurumlu Hoca Efendi ve taraftarları ise geleneklere ve dine aykırı bir şeyler çevrildiğini anlamıştır ve Zarif Efendi de bu düşüncededir. Her gece kahveye toplanan nakkaşlar ve hattatlar bir meddahın resimlerle anlattığı sivri dilli ve Erzurumlu Hoca karşıtı hikayelerle eğlenirler. Zarif Efendinin işlerine köstek olacağını anlayan nakkaşlardan biri Zarif Efendiyi öldürür. Romanın geriye kalan kısmı katilin bulunmaya çalışması, nakışta üslup ve imzanın yeri, doğru ve batının yeri üzerine kahramanların düşünceleri ile örülüdür. Böylece kitap bir çok eğlenceliği bir arada barındırmaktadır aslında.
Eski resim sanatının incelikleri ve düşünce yapısı ile ilgili türlü hikayeler ve bilgiler, eski; İstanbul'un dar sokaklarında gezintiler, bohçacı kadınlar, incili yastıklar, fıstık yeşili feraceler, kırmızı yelekler kuru kayısılı pilavlar, hoşaflar, tarhana çorbaları. Tabii bunun yanında kelle uçurmalar, gözlerine iğneler batıranlar ve daha türlü kan kokulu sahneler de mevcut. Katilin kimliğini bulmaya çalışmak bile kitabın sonuna kadar yeterince oyalayıcı. Osmanlı tarihi ve eski resim sanatı ile fazla ilginiz yoksa bazı bölümleri fazla uzatılmış ve tekrar edici bulabilirsiniz. Bunu da romanın kusuru sayalım. 470 sayfalık ince ince kurgulanmış bu romanın son sayfasını çevirip de kapağını kapattığınızda gül ve küf kokularıyla kaldırmadan önce gülümsediğinizi fark edeceksiniz.
A. KİTABIN ANA FİKRİ :
Hayatta karşılaşılabilecek her türlü olumlu veya olumsuz şartlar karşısında dahi yaşama ümidi ve sevinci kaybedilmemelidir.
B. KİTABIN HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER :
"Benim Adım Kırmız" adlı kitap Orhan PAMUK'un diğer romanlarına göre farklı tarzda yazılmıştır. Yazar kitabından "en renkli ve en iyimser romanım" diye bahsetmektedir.
C. KİTAP HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME:
Kitabın bazı bölümleri, Osmanlı Tarihi ve Eski Resim Sanatı ile özellikle ilgilenen personel için hariç, fazla uzatılıp, tekrar edici mahiyette olduğundan sıkıcı bulunabilir. Lüzumsuz tekrarlar kaldırılırsa zevkle okunabilecek bir roman olabilir.
Kitap özetlerindeki fikirler yazarların özel fikirlerini yansıtmaktadır.
D. YAZARI BİYOGRAFİSİ
ORHAN PAMUK:1952 yılında İstanbul'da doğdu.Ortaöğrenimini Robert Kolej' de bitirdi. Bir süre İstanbul Teknik Üniversitesi' ne devam etti, daha sonra girdiği İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Yüksekokulu'ndan 1977' de mezun oldu.
Orhan Pamuk ESERLERİ
Karanlık ve Işık adlı romanıyla 1979 Milliyet Roman Yarışması'nda birincilik ödülünü Mehmet Eroğlu ile paylaştı. Daha sonra Cevdet Bey ve Oğulları (1982) adıyla yayımlanan bu roman ayrıca 1983 Orhan Kemal Roman Armağanı' nı da aldı. İkinci kitabı Sessiz Ev (1983) ile 1984 Madaralı Roman Ödülü' nü kazandı. Bunu Beyaz Kale (1985), Kara Kitap (1990), Yeni Hayat (1994), Benim Adım Kırmızı (1998) izledi. Gizli Yüz filminin senaryosunu yazdı. Bu çalışmasını 1992 yılında kitaplaştırdı.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Yazıda “Sabahattin Ali‘nin Kürk Mantolu Madonna,” romanı hakkında bilgiler, romanının özeti, romanın konusu, ana fikri, romanın kahramanları, romanın olay örgüsü, romanın yazarı, “Sabahattin Ali‘nin Kürk Mantolu Madonna” hakkında bilgiler “Sabahattin Ali‘nin Kürk Mantolu Madonna “ romanın şahıs kadrosu yazarın diğer romanları, “Sabahattin Ali‘nin Kürk Mantolu Madonna “ adlı eserden alıntılar yer alır. Eser hakkında yorumlar, romanın anlatım tekniği, yazarın bakış açısı, romanın tekniği, romanın türü, çevrildiği diller, eserin basım yılı, basım hikâyesi, yazar ve eseri arasındaki, eserle yazarın biyografisi arasındaki alakalar incelenmiştir
ROMAN VE YAZAR HAKKINDA
Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali‘nin en önemli romanıdır. Bu yazıda Kürk Mantolu Madonna’nın özeti, roman türü, konusu, Kürk Mantolu Madonna romanın hakkında bilgiler, eser ile devrin ve yazarın hayatı arasındaki alakalar, romandaki şahıslar, romanın bakış açısı ve tekniği vb sıralanmıştır.
Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali tarafından 1943 yılında yayımlanmıştır. Eser ilk olarak Hakikat gazetesinde 18 Aralık 1940-8 Şubat 1941 tarihleri arasında ve " Büyük HİKÂYE" başlığı altında 48 bölüm olarak tefrika edilmiştir
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna’yı 1940 yılında Yedek subay olarak ikinci kez askerliğe alındığı Eskişehir Büyükdere’ de görev yaparken çadırda yazmış ve günü gününe gazeteye yetiştirmeye çalışmıştır. Bilindiği kadarıyla bu romanını yazarken attan düşmüş, sağ bileği çatlayınca, kolunu tenekede ısıtılan suya koyarak yazmaya devam etmiştir.
Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali’nin 1907 de başlayıp, 1948 yılları arasındaki ömrüne sığdırdığı üç romanından konu, kurgu ve bütünlüğü bakımından ayakları yere en sağlam basan eseridir.Kürk Mantolu Madonna, cumhuriyetin ilk yıllarındaki (1930' lar) Torpili olamayanın iş bulamadığı Ankara’yı hicvettiği, mahkemelerinin şiir okudu diye hapis cezaları verdiği, Türkiye’ye siyasal göndermelerle doludur.
Romanda, insan, sevgi, aşk ve yalnızlık başlıca temalardır. Kendine ve toplumuna karşı yabancılaşmak düşüncesi de önemli bir olgudur. Raif Efendi’nin kendisine, ailesine ve topluma karşı yabancılaşmasında mizacının mağlubu olduğunu ve bu mizacın da edebiyatı, sanatı ve aşkı bir tutkuya dönüştürerek onda özel bir yabancılaşma yattığını söylemek mümkündür.
Eser Sabahattin Ali’yi sosyal romancı olgusunu kazandırmış, roman içerdiği konular ve yazarının siyasi kimliği nedeni ile yıllarca okunması yasak eserler arasında gösterilmiştir. Son zamanlarda ise esere konulan okuma yasağı kaldırılmış ve bu tarihten sonra da eser defalarca basıldığı gibi son yıllarda en çok okunan Türk romanları arasına girmiştir.
Roman, okunması yasak olduğu yıllarda çok okunduğu gibi, sonraki dönemlerde değişik yayınevleri tarafından defalarca basılmıştır.
ANLATIM TEKNİĞİ
Kürk Mantolu Madonna, iki farklı anlatıcının bakış açısıyla kaleme alınmıştır. Bu anlatıcılar yoluyla yabancılaşma olgusuna birçok cepheden yaklaşılmış olur Kahraman-anlatıcı ve Raif Efendi'nin iç dünyasını ona ait bir hatıra defteri aracılığıyla dile getirir. Gözlemci bakış açısı ise Maria puder aracılığı ile olaylara diğer cephelerden bakmaktadır.
ROMAN TÜRÜ
İçerdiği temaları ile birlikte bireylerden hareketle toplumsal konulara değinen sosyal bir romandır.
ANAFİKRİ
Sabahattin Ali’nin sözü her şeyi açıklıyor: " Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlûku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?"
KARAKTERLER
Raif Efendi: Asıl kahramandır. Raif Efendi romanın genelinde kendi halinde, sessiz, sakin, ahlaklı ve sıkıntılı olduğu zamanlarda başkalarına belli etmeyen birisidir. Ancak bu sessizliğinin ardında bir kadına duyduğu sevda gizlidir.
Rasim: Raif Efendi'nin iş arkadaşı. Raif Efendi'nin gizemini çözmemizi sağlayan karakter.
Maria Puder: Yaşamın kıyısında kendi kendine debelenirken; aşkıyla içindeki tüm gizli güçleri sere serpe yaşamak isteyen; güçlü bir kadındır.Diğer bir tabirle "Kürk Mantolu MADONNA" dır.
ÖZETİ
Anlatıcı Ankara'da yaşayan ve kendi halinde ve kendini toplumdan dışlanmış hisseden bir tiptir. Raif Efendiy'i de girdiği bir işte tanımıştır. Raif Efendi içine kapanık, melankolik ve dış dünyaya uyum sağlayamamış, sessiz, gerekmedikçe konuşmayan ve insanlarla pek ilişkisi olmayan bir insandır. Anlatıcı onun bu halinin nedenini merak ederek Raif Efendiye sokulmaya başlar. Raif Efendi, Almanya'da bulunduğu ve Almancasıını iyi olduğu için şirketin tercüme işlerinde çalışmaktadır. Hayatı boyunca herkese boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında karşı koyamamış, sevmediği bir kadınla evlenmiştir. İşlerini eksiksiz yerine getirdiği halde patronu tarafından sık sık azarlanan, kendi hayatına kendi yön veremeyen başkalarının istediği gibi hayatını sürdüren bir insandır. Raif Efendi hasta olduğu zaman işe gidemez . Böyle zamanlarda anlatıcı ona yardım ettiğinden ev halkından birisi gibi olmuş, eşi ve kızları dahil ona daha yakın biri olmuştur. Bir gün Raif Efendi çok hasta olmuş, hastalık ilerlemiş genç yaşında ölüm döşeğine düşmüştür. Bu sırada anlatıcı Raif Efendinin not defterine ulaşır. Bundan sonra da hikayeyi Raif Efendinin yazdıklarından öğrenmeye başlarız.
Raif Efendi, Havran'da doğup büyümüş, 20'li yaşlarında babasının isteğiyle gittiği Berlin'de, sabun imalathanelerinde işin inceliklerini öğrenip, babasının sabun imalathanelerindeki işleri geliştirecektir. Berlin'de gündüzleri şehri gezmekte , akşamlara da sabaha kadar kitap okumaktadır. Bir süre bir fabrikada işe girer. Bir hafta sonu gittiği bir resim galerisinde Kürk Mantolu Madonna adlı tabloya adeta vurulur. Bir sanatçının otoportresi olan bu resme platonik olarak aşık olur. Bu tablo onda önceden hiç hissetmediği duygular uyandırmıştır. Raif Efendi bu portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki Madonna'nın portresine benzediğini düşünmüştür.
Artık fırsat buldukça bu tabloyu görmeye giitmekte fakat başka gözlerin onu takip ettiğini farketmemektedir. Bu tabloyu seyretme seansınlarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir. Maria, Raif'in bu tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir. Utangaç ve bu yaşına kadar hiçbir insana açılamamış olan Raif Bey, Madonnası ile tanışmıştır. Bu kadının adı Maria Puder'dir. Küçük yaşta babasız kalmış ve annesi ile birlikte yaşamakta, hiçbir erkeğe güvenmemiş, dost olarak dahi sevememiş bir kadındır. .
Maria Puder, Kürk Mantolu Madonna tablosunda kendini resmetmiştir. Geceleri Atlantik adlı kabarede şarkıcılık yapan, hafif erkeksi ama çekici bir kadındır. Erkeklerden nefret etmesine rağmen gün geçtikçe Raif Efendiye ısınmaya başlamıştır.
Maria, bir erkek gibi özgür yetiştiğini, canı ne isterse onu yaptığını anlatır. Raif'i de çok sesiz ve narin bulduğunu söylemiştir. Raif Maria'yı çok sevmekte, fakat Maria'nın kendisine olan hislerinden emin olamamaktadır. İkisi de rüya gibi günler geçirirmektedirler. Ama bir gün Maria hastalanıp hastaneye kaldırıldığında kendisiyle ilgilenebilecek bir tek Raif Efendi'nin olduğunu fark etmiştir. Raif Efendi gece hastaneye alınmamasına rağmen sabaha kadar dışarıda ve soğuktan titreyerek onu bekler. Maria Puder hastaneden çıktıktan sonra bile Raif Efendi onun yanında ayrılmamıştır. Her gün kadının evine gidip ona yardım etmektedir. Bir süre sonra kadın hislerini açıkladığı sırada Raif, babasının öldüğünü öğrenmiş ve Ankara'ya dönmek zorunda kalmıştır. Raif Efendi ayrılmadan önce onu ne kadar sevdiğini şu sözlerle belirtir kadın: "Şimdi ben gidiyorum, fakat ne zaman çağırırsan gelirim." Raif Efendi Türkiye'ye döner. Maria Puder'de annesinin yanına Prag'a gitmiştir.
Maria ile mektuplaşmaya devam edecektir. Raif Efendi Türkiye:ye geldikten sonra Maria da annesiyle tekrar Berlin'e döner. Raif Efendi bir düzen kurmaya başlamış ve Maria'yla mektuplaşmaya devam etmektedir. Maria ise Raif Efendi:ye bir sürprizi olduğunu, ancak bunu Ankara'da söyleyeceğini yazmaktadır. Fakat bir kaç mektuptan sonra, Maria'nın mektupları kesilir. Aradan yıllar geçer ama Maria'dan bir haber gelmez. Ümitsizliğe kapılan Raif Efendi evlenir ve aile kurar.
Raif bunu hayra yormaz ve Maria'nın kendisinden sıkıldığını, vazgeçtiğini düşünür. Raif, sevmediği bir kadınla evlenmiş, evde gördüğü muamele onun içine kapanıklığını daha da bir arttırmış ve sıkıldıkça akşamları dolşamaya başlamıştır. Marianın mektupların kesilmesinden on yıl sonra sokakta iki kişiyle karşılaşır. Bunlardan biri Berlin'deki pansiyonun sahibi Frau van Tiedemann'dır. Raif Efendi o adamdan Maria'nın hamile olduğunu, bunu kendisine söylemediğini ve doğum sırasında öldüğünü öğrenmiştir. Hatta o adamın yanındaki çocuk da Maria'nın ve kendisinin çocuğudur. Ancak Frau von Tiedemann kızı da alır ve trene binerek Bağdat'a doğru hareket eder.
Yaşlanıp ölümünün yaklaştığını anladığında, bu güzel günleri kaydettiği defterinin yakılmasını genç iş arkadaşından rica eder. Genç iş arkadaşı da Raif Efendi ile ilgili bu gizemi çözmek ve onu daha yakından tanıyabilmek için defteri okur.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Çanlar Kimin İçin Çalıyor Roman Özeti
İki savaş arasındaki yitik kuşağın duygu ve düşüncelerini büyük bir inandırıcılık ve insancıllıkla aktaran Hemingway, savaş muhabiri olarak bulunduğu İspanya’da “iç savaş”ı yaşadı. Hemingway’ın, büyük bir insanlık dramı olan bu savaşı, İspanya halkının Cumhuriyetçi mücadelesini anıtlaştırdığı Çanlar Kimin İçin Çalıyor (1940) romanı, savaş edebiyatının ölmez örneklerindendir.
Romanın Özeti:
Köprüyü uçurmakla görevli bir asker olan Robert, kılavuzu Anselmo ile dağlardaki çete üyelerinden yardım istemeye gider. Çete reisi Pablo’nun mağarasında gördüğü Mana adlı kızdan çok etkilenir. Pablo’nun karısı Pilar, kocası karşı çıksa da köprünün uçurulmasına yardım edeceklerini söyler. Ertesi gün Robert, Pilar ve Maria, önemli bir çetenin reisi olan El Sordo’yu görmek için bulunduğu tepeye giderler. Robert, yol boyunca onların hayat hikâyelerini dinler.
Maria’nın annesi ve babası faşistlerce kurşuna dizilmiştir. Benzer bir şeyi Pablo’nun karşı taraftaki insanlara yapması psikolojisini bozmuş, onda savaşın dışında kalma düşüncesini doğurmuştur. Robert, El Sordo ile tanışır ve ondan köprüyü uçurma işinde kendisine yardım edeceklerine dair söz alır. Bunun için birlikte plan yaparlar. Dönüşte Robert, Maria ile evleneceğine dair Pilar’a söz verir. Onlara kendi hayatından, savaşla ilgili yazacağı kitaptan söz eder.
Kampa vardıklarında mayıs ayı olmasına rağmen kar yağar. Anselmo soğukta donmak pahasına gözcülük görevini yerine getirir. Robert ile Maria arasındaki aşk giderek kuvvetlenir. Birlikte gelecek günleri hayal ederler. Fakat Robert buradan sağ çıkacağından emin değildir. Bu arada Robert ile kavga eden Pabio bir sorun olmaya başlar. Karısı Pilar bile onun öldürülmesi gerektiğini düşünür. Nitekim Pablo gece dinamitlerin bir kısmını alarak oradan kaçar. Sabah olduğunda silah sesleri duyulur. Sordo’nun birlikleri saldırıya uğrar ve geri dönen Pabio, Sordo ve arkadaşlarının öldürüldükleri haberini getirir. Robert, gelişmeleri haber vermek ve köprüye saldırıyı durdurmak için birliğine mektup yazar. Ancak mektup ulaşması gereken yere çok geç gider. Bu durum birimlerin kopukluğunun ve savaşın anlamsızlığının bir göstergesidir aslında.
Mağarada köprünün uçurulacağı saati bekleyen Robert, vakit geldiğinde harekete geçer. Herkes planlandığı şekilde yerini alır. Robert, dinamitleri köprünün altına yerleştirir ve bir kamyon yaklaşırken patlatır. Köprüden kopan parçalardan biri Anseimo’yu öldürür. Bu arada içlerinden bazıları daha vurulur. Karşı tarafın açtığı ateşten kaçarken Robert’in bacağı kırılır ve Robert, Maria’ya gitmesi için yalvarır. Onları uzakLaştırınca esir düşmeyi ya da kuşuna dizilmeyi istemediği için kendini öldürür. Robert artık Maria’da onların Cumhuriyet idealinde yaşayacaktır.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Onlar da İnsandı Roman Özeti
Bu roman, Cengiz Dağcı’nın mutlu ilk çocukluk günlerinin geçtiği, Kırım’ın Kızıl taş köyü hayatının bir destanıdır.
Romanın Özeti:
Köyde herkes, Bekir de, ineği Macik de, kendi işinde gücünde ve mutludur. Sonra köye Ivan gelir; ona acıyarak kendisini yanlarına alır, işlerini gördürürler. Ancak Ivan daha sonra gelecek olan felaketlerin simgesi gibidir. Ruslar Kızıltaş’a yol yaparlar; yol yakınlaştıkça köyün huzuru bozulur, hırsızlıklar artar, kapılara kilit vurulur olur.
Sonunda Kolhoz kurmak üzere köye gelirler. Topraklarından kopmak istemeyenler dövüşürler; ama, akıbetleri ölüm ya da sürgündür. Köyün boşaltılan evlerine Ruslar yerleştirilir. Kızıltaş köyü artık tükenmiş bir köy, terk edilmiş bir tarla gibidir. Romanın adı, aynı zamanda bitiş cümlesidir.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
İnsanların Diğer Beğendikleri
2
Beğeniler
Tanınmış kişi
7
Beğeniler
Sayfa Yöneticileri
-
Asya ŞenKurucu