Beğeniler
Araştırmalar Işığında: Urartu Sivil Mimarisine Giriş
Urartu Mimari Gelişimi
Urartu başlığı altındaki araştırmalar daha çok askeri ve dini mimari üzerinde sürdürülmektedir. Urartu dönemi sivil mimari konusunda ise yeterince bilgiye sahip değiliz. Sivil yerleşmelere dair fazla bir şey bilmediğimizden dolayı söylenebilecekler sınırlıdır. Urartu Devleti’nin kuruluşuyla M.Ö. IX. yüzyıl ortalarından itibaren Doğu Anadolu ve çevresinde meydana gelen köklü kültürel değişimden kırsal yaşamın yani yerel halkın ne şekilde etkilendiği konusu bir problem olarak durmaktadır.[1]
2800 Yıllık Şamran Kanalı
Yapılan araştırmalara göre; Urartu ekonomisindeki tarım sahasının genişletilmesi sadece barajların, su depolarının ve sulama kanallarının yapılmasını değil aynı zamanda düşman toprağında esir edilen sivillerin de zorunlu yerleştirilmeye tabi tutulmasını gerektiriyordu. İyi işleyen yerleştirme süreci boyunca yarı-göçebe toplumların kışlak vadilerine kurdukları çadırlar,[2] çok pratik avantajlara sahip olmakla birlikte yarı-göçebe Hurri kavimleri tarafından kullanılan yuvarlak çadır tiplerinin de bir benzeriydi. Genellikle 4-13 m çapında, ortasında merkezi bir direğe sahip olan tek kapılı bu yapıların çok geniş bir coğrafi alanda yaygın olarak kullanılmış olması, o devirde devamlı bir tehlikenin mevcudiyetine işaret etmektedir.
Göçebe ve yarı göçebe topluluklar tarafından yapılan bir saldırı neticesinde çok çabuk terkedilen bu evler, Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki Hurri Kültür birliğinin bir ortak özelliğinin de mimari yapılar olduğunu gözler önüne sermektedir. Ayrıca Transkafkasya, Kuzeybatı İran ve Van Bölgesi’nde bu döneme ait yuvarlak planlı yapı tipleri, geleneksel Hurri kültürünün önemli ve karakteristik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.[3] Ancak daha sonra bu yapılar, zorunlu yerleşim girişimi ile birlikte kademeli olarak yerlerini daha iyi şartlar sunan, korunaklı ve sağlam yapılara bırakmıştır.
Bunun dışında Urartu Devleti’nin egemen olduğu coğrafyada var olduğu bilinen çok sayıda aşiretin Urartu öncesinde yarı göçebe bir yaşam sürdüklerine ve daha çok hayvancılıkla geçindiklerine inanılır. Bu aşiretlerin, Urartu Krallığı döneminde uygulanan nüfus nakilleri, tehcir ve planlı iskan politikası sürecinde aldıkları yeni biçim konusuna ışık tutacak maddi kültür kalıntısı henüz bilinmemektedir. Ancak devlet denetiminde olmakla birlikte ayrıcalıklı ve güçlü konumda olan aşiret reislerinin üstlendikleri yeni role uygun, “konak” olarak tanımladığımız bir yapı tipini geliştirdiklerini anlaşılmaktadır.[4]
Ortak Özellikler Gösteren Örnek Yerleşmeler
Van/Yoncatepe, Patnos/Giriktepe ve Elazığ/Norşuntepe yapıları birçok bakımdan ortak özellikler gösterir. Her üç yapı da köy yerleşmelerinin yakınında, ancak ayrıcalıklı, biraz yüksekçe bir konumda inşa edilmiştir. Boyutları 1500-2000 m2 civarında olan her üç yapı ortak bir plan flamasına sahiptir: Plan, ana girişten ulaşılan açık bir veya iki avlu, depolar ve işlik mekanlarından oluşur. Yapıların çevresinde savunma amaçlı bir sur sistemi yoktur. Duvarlarında kullanılan taşların işçiliği çoğunlukla yerel özelliktedir. Duvarlardaki destek çıkıntıları, nişler, mutfak ve işliklere yerleştirilmiş küvetler gibi kimi ayrıntılar, büyük kentlerdeki Urartu mimarlığının yansımaları olarak değerlendirilmektedir. Her üç yapı da Urartu’nun sonlarına, M.Ö. 7. yüzyıla tarihlenmektedir.[5]
2700 yıllık Van Kalesi
Urartu Başkenti: Van (Tuşpa)
Başkent olan Van (Tuşpa)’da ise Van kalesinin kuzeyindeki bir höyükte yürütülen arkeolojik kazılarda bazı yapı kalıntıları açığa çıkarılmışsa da bir kenti oluşturabilecek büyüklükte bir yerleşim yeri bulunamamıştır.
Kalenin güneyinde, tarihi Van kentinin altındaki Urartu yerleşim kalıntıları olma olasılığı elbette vardır ancak bunlara ulaşmak olanaksızdır. Urartu mimarlarının ve kent planlamacılarının eserlerinin değerini anlayabilmek için başkentlerinin ötesine, kontrollerindeki coğrafyanın tümü boyunca kurdukları kalelere bakmak gerekmektedir.[6] Bilinen Urartu ören yerleri, yerleşim değil, savunma amaçlı kaleler ve karakollardır. Genellikle nüfusun çoğunluğunun kırsal kesime dağıldığı varsayılmaktadır. Karmir Blur, Bastam ve Armavir gibi birkaç merkezin duvarlarının dışında yerleşim alanları da bulunmaktadır. Ayanis’te ise farklı tipteki evlerin çeşitliliği bir arada görülebilmektedir.
Kalelerdeki duvarlarla aynı biçimde kaideleri taştan yapılmış evsel yapıların bir kısmı oldukça iyi planlanmıştır. Bir kısmı da modern apartmanları andırır biçimde, düzenli bloklar halinde birden fazla konut barındırır şekilde planlanmıştır. Diğerleri ise nerdeyse her duvarın farklı bir biçimde inşa edildiği gecekondulardır. Zernaki Tepe ören yerindeki bilinen en eski ızgara planlı yerleşim, Urartuların ünlü kent planlamacılığına dair tek ve kuşkulu kanıttır; çünkü bu yerleşim Urartu’ya ait olmayabilir. Ayanis kazılarından elde edilen veriler de maalesef kent planlamacılığı konusunda yardımcı olamamaktadır.[7]
Taş Avlulu Urartu Evleri – Van Kalesi Höyüğü
Ayanis: Pınarbaşı ve Güney Tepe
Ayanis: Pınarbaşı ve Güney Tepe’de gerçekleştirilen kazı çalışmaları sonucunda, Dış Kent’in ana ve ara yolları olan düzenli olarak tasarlanmış bir kent olduğu anlaşılmıştır. Sivil halkın varlığına dair çarpıcı sonuçlar sunan “Dış Kent Kazıları” şimdilik Doğu Anadolu’daki ilk ve tek sistemli kazı olma özelliğine sahiptir. Pınarbaşı ve Güney Tepe’deki en dikkat çekici durum iki yerleşimin mimarisinin birbirinden farklı olmasıdır. Pınarbaşı’ndaki yapılar Güney Tepe’ye göre daha anıtsal olmasına rağmen ele geçen buluntular kalite olarak daha düşüktür. Tam tersi durum Güney Tepe için geçerlidir ki, burada mimari yapı Pınarbaşı’na göre daha yalın iken ele geçen küçük buluntular daha kalitelidir. Bu durum ilk bakışta çelişki yaratsa da anlaşılmaz değildir. Muhtemelen Güney Tepe, dış kentin elit insanlarının yaşadığı bölümü oluştururken; Pınarbaşı’da kent içindeki idari yapıyı temsil ediyor olmalıydı.[8]
Ayanis Kalesi Kazı Çalışmaları
Körzüt Kalesi
Bir başka Urartu merkezi olan Körzüt Kalesi’ndeki araştırmalar ise kaleyi güneydoğu, doğu ve kuzeydoğu yönlerden çevreleyen aşağı kente ait kalıntılar iki kısma ayrılmış olduğunu düşündürmektedir. Daha geniş bir yer kaplayan doğu ve kuzeydoğu kısım, Arapkale Tepe’nin etekleri üzerinde kurulmuştur; yayvan teraslar halinde ova düzeyine ve kalenin giriş kapısına doğru inmektedir. Ancak güneydoğuda yer alan iskana kıyasla burası daha gevşek bir yerleşme ve daha büyük çaplı yapılar içermektedir. Kalenin güneydoğu eteklerinde, yaklaşık olarak 1 hektarlık düz bir alana yayılmış bulunan yerleşme alanı, toprak üstü kalıntılar yönünden, ötekilere kıyasla daha açık ve derli toplu bir plan vermektedir. Gerek güneydoğu ve gerekse doğu ve kuzeydoğu yerleşme alanlarında yapılar tamamen taştan inşa edilmiştir; kerpiç kullanıldığına işaret eden en küçük bir ize rastlanılmamaktadır.
Duvarlar ortalama 1 metre kalınlığındadır; iç ve dış yüzleri düzgün olmayan taşlarla örülmüş, iç kısımları ise daha küçük moloz taşlarla doldurulmuştur. Bu duvar işçiliği öteki yerleşme alanları için de tipik olan değişmez bir örgü sistemi görünümündedir.[9] Ancak Körzüt’te iskan planlamasının yok denecek kadar az olduğu da açıktır. Dar ve düzgün olmayan sokaklar, muntazam olmayan yapılar, Körzüt’te yaşayan halkın şehircilik konusunda neredeyse hiçbir şey bilmediğini göstermektedir. Dikkat edilen tek özellik ise yapıların giriş kapılarının güneye dönük olarak yapılmış olmasıdır.[10]
Eski Norgüh ve Yeni Saptanılan Yerleşmeler
Körzüt’e kıyasla daha açık planlar veren Eski Norgüh aşağı kentinde, aynı Körzüt’te olduğu gibi, yapılar tümüyle taştan inşa edilmiştir; kerpiç kullanımına işaret eden en küçük bir ize rastlanılmamıştır. Ortalama 1 metre kalınlığındaki duvarlar, teknik olarak aynı Körzüt’teki gibi iç ve dış yüzleri düzgün olmayan taşlarla örülmüş, iç kısımları ise daha küçük boylu moloz taşlarla doldurulmuştur. Yine de Eski Norgüh aşağı kenti, düzensiz fakat geniş sokakları ve yerleşme birimlerinin gruplaşmaları yönünden Körzüt’e kıyasla daha başarılı bir plan uygulaması göstermektedir.
Eski Norgüh ve Körzüt ile birlikte yeni saptanılan Ağaçlık, Gövelek, Giyimli vb. yerleşme alanlarında halk tabakasına mensup kişilere ait evlerin genel nitelikleri söylemek gerekirse: Temeller basit moloz taşlardan yapılmış, döşemede Karmir Blur, Giyimli ve Bastam’dan öğrendiğimiz üzere sıkıştırılmış kil kullanılmıştır. Temel duvarlarının üzerinden yükselen yine çamurla takviye edilmiş basit ocak taşlarından yapılmıştır. Bu evler birbirine bitişik bir düzende yapılmış olup, kente ait bir bütün meydana getirirler ve hemen her zaman avluya benzer açık bir alana açılırlar. Çoğunlukla iki odalı olan bu evlerin iç düzenini; ocaklar, tandırlar, depolama çukuru ve çöp çukurlarıyla küçük ev sunakları oluştururlar. Urartu halkının kentlileşme çabasının yoğun olduğu anlarda kerpiç tuğlalardan yapılmış evlerde yaşamış olduklarını kabul edebiliriz.[11]
Urartu Sivil Yerleşimi
Urartu’da sivil halkın yerleşme yerleri ya düzensiz ya da devlet otoritesinin baskısıyla düzenli planlara sahiptir. Izgara planlı ya da düzenli plan gösteren yerleşmeleri, Urartu krallarının uygulamış olduğu yerleşme politikaları ile ilişkiye sokmak mümkündür. Yani denilebilir ki düzenli plan gösteren şehirler, devlet tarafından yeni göçmenler için hazırlanmış olup, yerli halk kitleleri ise düzensiz planlı kentlerde oturmaktaydılar ve göçmenlere kıyasla belirli bir özgürlüğe sahiptirler. Urartu uygarlığında köklü bir şehircilik anlayışıyla karşılaşılmaktadır ki bu husus gayet önemlidir. Çünkü şehirleşmede karşılaşılan bu köklü gelenek göz önüne alınmadan yapılacak çalışmalarla Urartu kültürünün kökeni konusunda sağlıklı sonuçlar elde etmek çok zor ve hatta olanaksızdır
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Büyük İskender’in Fethedemediği Yer: Termessos Antik Kenti
Termessos ve Büyük İskender
Termessos, Türkiye’nin en iyi korunmuş antik şehirlerindendir. Antalya’nın 30 kilometre kuzeybatısında, Korkuteli yolu üzerinde yer alır. Deniz seviyesinden ortalama 1.150 metre yükseklikte, Güllük Dağı’nın güneybatısında doğal bir platform üzerine kurulmuştur. Birçok vahşi bitkinin arasında saklanmış ve sık çam ormanlarıyla sınırlanmıştır. Termessos’un, huzur veren ve el değmemiş görünümüyle diğer antik şehirlerden daha farklı ve etkileyici bir havası vardır. Doğal ve tarihi zenginliklerinden ötürü, şehir adını taşıyan Milli Park kapsamına alınmıştır. Termessos’taki çift “s”, şehrin Anadolu insanları tarafından kurulduğuna dair dilbilimsel bir kanıt sağlar. Strabon’a göre, Pisidia halkı olan Termessos sakinleri kendilerini Slymi olarak çağırırlardı. Yaşadıkları dağa da verilen bu isim, sonraki yıllarda Zeus’la özdeşleştirilen ve burada da Zeus Solymes kültünün yükselmesine sebep olan Anadolu tanrılarından Solymes’den gelmektedir.
Termessos antik kentinin konumu
Termessos madeni paralarında genelde bu tanrı vardır ve paralara adı verilmiştir. Bu şehir tarihte ilk defa Büyük İskender kuşatmasıyla anılmaktadır. Bu olayla ilk ilgilenen ve Termessos’un stratejik önemini kaydeden eski tarihçilerden biri olan Arrianos, şehri kuşatan başa çıkılamaz doğal engellerden dolayı şehrin küçük bir birlikle bile savunulabileceğini belirtmiştir. İskender, Pamphylia’dan Frigya’ya geçmek istemiş ve Arrianos’a göre Frigya’ya yol Termessos’tan geçiyordu.
Gerçekten de, daha alçak ve kolay geçitler varken İskender’ın neden o kadar sarp olan Yenice geçidini tırmanmayı seçtiği hâlâ tartışma konusudur. Perge’deki düşmanlarının İskender’i yanlış yola gönderdiği de söylenir. İskender, Termessosluların kapattığı geçidi geçmek için oldukça çaba ve zaman harcamıştır ve bu sinirle geri dönerek Termessos’u kuşatmıştır. Muhtemelen Termessos’u zaptedemeyeceğini bildiğinden, İskender hücuma geçmemiştir fakat bunun yerine kuzeye doğru yürümüş ve öfkesini Sagalassos’dan çıkarmıştır. Tarihçi Diodoros Termessos tarihinde bir başka unutulmaz olayı da tüm detaylarıyla kaydetmiştir.
Büyük İskender Sonrası Termessos
M.S. 319’da İskender’in ölümünden sonra, generallerinden biri, Antigonos Monophtalmos, kendisini Küçük Asya’nın hükümdarı ilan etmiştir ve esas destekçisi Pisidia olan rakibi Alcetas ile savaşmak için hazırlanmıştır. Antigonos Monophtalmos’un kuvvetleri, 40.000 piyadeden, 7.000 süvariden ve ayrıca sayısız filden meydana gelmiştir. Bu üstün nitelikli kuvvetlerin hakkından gelemeyen Alcetas ve arkadaşları Termessos’a sığınmışlardır.
Termessoslular, onlara yardım etme sözü vermişlerdir. Bu sürede, Antigonos şehrin önüne gelmiş ve burada kamp kurarak düşmanının kendisine iade edilmesi için çabalamıştır. Yabancı bir Makedon uğruna şehirlerinin felakete sürüklenmesini istemeyen Termessos yaşlıları Alcetas’ın iade edilmesine karar vermişler ancak genç Termessoslular verdikleri sözü tutmak istemişler ve bunun dışına çıkmayı reddetmişlerdir.
Büyük İskender’in büstü.
Yaşlılar, Alcetas’ı bırakma niyetleriyle ilgili bilgilendirmek amacıyla Antigonos’a heyet yollamışlardır. Savaşa devam etmek için yapılan gizli bir plana göre, Termessoslu gençler şehri terk etmeyi başarmıştır. Yakında tutsak olacağını öğrenen Alcetas, düşmanın eline verilmektense ölmeyi tercih etmiş ve kendini öldürmüştür. Yaşlılar, Antigonos’a Alcetas’ın cesedini yollamışlardır. Üç gün boyunca cesede her türlü eziyeti yapan Antigonos, daha sonra cesedi gömmeden bırakarak Pisidia’dan ayrılmıştır. Olanlara kızan gençler, Alcetas’ın cesedini geri almışlar, saygı içerisinde gömmüşler ve anısına bir güzel bir anıt dikmişlerdir.
Termessos Şehrinin Konumu
Termessos, açıkça bir liman şehri değildi ancak, toprakları güneybatıda Attaleia (Antalya) Körfezi boyunca uzanırdı. Şehrin denize olan bu bağlantısından dolayı şehir, Ptolemyler tarafından alınmıştır. Daha 40 yıl önce İskender’in güçlü dönemlerinde bile direnen bir şehrin, Mısır egemenliğini kabul etmesi çok şaşırtıcıdır. Likya’nın Araxa şehrinde bulunan bir yazıt, Termessos hakkında önemli bilgi verir.
Bu yazıta göre, M.Ö. 200’lerde Termessos bilinmeyen sebeplerden dolayı Likya şehirleri birliği ile savaştaydı ve M.Ö. 199’da Termessos kendini tekrar Pisidialı komşusu İsinda ile savaşta buldu. Bu dönemde M.Ö. 2. yüzyılda Küçük Termessos kolonisinin şehrin yanında kurulduğunu görüyoruz. Termessos, eski düşmanı Selge ile daha iyi mücadele edebilmek için Pergamon Kralı II Attalos ile dostça ilişkiler içine girdi.
Termessos antik tiyatrosu
II. Attalos da bu dostluğun anısına Termessos’da 2 katlı bir stoa inşa ettirdi. Termessos, Roma’nın müttefikiydi ve böylelikle M.Ö. 71’de Roma Senatosu tarafından bağımsızlığı kabul edildi; bu kanuna göre Termessos’un özgürlüğü ve hakları garanti altına alındı. Bu bağımsızlık, Galatia Kralı Amyntas ile yapılan ittifak haricinde (M.Ö. 36-25 yılları hükümdarlık sürdü) uzunca bir süre devam etti. Termessos’un bağımsızlığı, “Autonomous” adını taşıyan madeni parasıyla da belgelenmiştir. Ana yoldan sarp bir yolla şehre ulaşılır. Bu yoldan geçen biri, etrafında Termessosluların “Kral Caddesi” olarak isimlendirdikleri eski yolun yanı sıra Helenistik dönem İstihkam duvarlarının, sarnıçların ve diğer bir çok kalıntının bulunduğu meşhur Yenice Geçiti’ni görebilir.
Termessos’un Yapıları
Termessos halkının katkılarıyla M.Ö. 2. yüzyılda yapılan Kral Caddesi, yükselen şehrin duvarlarının yanından geçer ve düz bir yol şeklinde şehrin merkezine kadar uzanır. Şehir kapısının doğusundaki duvarlarda zarlarla kehanet içeren oldukça enteresan yazıtlar vardır. Roma İmparatorluğu tarihi boyunca bu tür büyüler, sihirler ve batıl inançlar yaygındı. Büyük olasılıkla Termessoslular, geleceği tahmin etmeye oldukça meraklıydılar. Bu tür yazıtlar, genellikle dört beş satır uzunluğundadır ve zarlarla belirlenen sayılar içerir, kehanet için tanrının adı istenir ve kehanetin içeriği o tanrının öğütleri içinde verilir. Resmi binaların bulunduğu Termessos şehri, iç duvarların az ilerisindeki düz arazide yer alır.
Termessos antik kentinde bulunan hamam kompleksi
Bu yapılardan en dikkat çekici olan çok özel mimari özelliklere sahip bulunan agoradır. Açık hava pazar yeri olan bu yapının zemini taş bloklar üzerinde yükselmiştir ve kuzeybatısında beş büyük sarnıç oyulmuştur. Agora üç yandan stoalarla çevrilmiştir. İki katlı stoada bulunan bir yazıta göre, stoa, Pergamon Kralı (M.Ö. 150-138 yılları arasında hükümdarlık sürmüştür) II. Attalos tarafından dostluklarının kanıtı olarak Termessos’a hediye edilmiştir. Kuzeydoğu stoa, muhtemelen Attalos’un stoası taklit edilerek Osbaras isimli varlıklı bir Termessoslu tarafından yaptırılmıştır. Agoranın kuzeydoğusunda bulunan kalıntıların gymnasyuma ait olduğu düşünülmektedir ancak sık ağaçların arasından bunu anlamak zordur. İki katlı stoa içerde tonozlu odalarla çevrelenmiş avludan oluşur. Stoanın dışı nişlerle ve Dor nizamında diğer süslemelerle dekore edilmiştir. Bu yapı M.S. I. yüzyılı işaret eder.
Tiyatro ve Odeon
Agoranın hemen doğusunda tiyatro vardır. Pamphylia Ovasının üzerinde manzaraya hakim olan tiyatro hiç şüphesiz Termessos ovasının en göz alıcı yapısıdır. Helenistik dönem tiyatro planını koruyan bu tiyatro, Roma tiyatrosunun en belirgin özelliklerini sergiler. Helenistik caeva ya da yarım dairesel oturma alanı, diazoma ile ikiye ayrılır. Diazoma’nın üzerinde sekiz, aşağısında on altı oturma sırası vardır. Tiyatro, yaklaşık 4000 – 5000 seyirci kapasitesine sahiptir. Geniş kemerli giriş yolu, cavea ile agorayı bağlar. Güney parados’a daha sonraları kemer yapılmışsa da kuzey parados orijinalindeki gibi üstü açık olarak bırakılmıştır. Sahne binası M.S. ikinci yüzyılın özelliklerini gösterir.
Termessos antik tiyatrosu
Bunun arkasında sadece uzun, dar bir oda vardır. Burası, görkemli bir şekilde süslenmiş cepheyi kesen beş kapı ile oyunun sahnelendiği podyuma bağlanır. Sahnenin altında vahşi hayvanların dövüşe çıkarılmadan önce tutuldukları beş küçük oda vardır. Diğer tüm klasik şehirlerde olduğu gibi tiyatronun yaklaşık 100 metre ilerisinde odeon vardır. Küçük bir tiyatroyu andıran bu yapı, M.Ö. 1. yüzyıla kadar uzanabilir. Çatı seviyesine kadar oldukça iyi korunmuş olan odeon en iyi kalite yontma taş duvarcılığı örneği sergiler. Alt kat sadeyken ve iki kapıyla ayrılmışken, üst kat Dor düzeninde süslenmiş ve kare şeklinde kesilmiş taş bloklardan yapılmıştır. Yapının orijinalinde çatısının olduğu kesindir çünkü ışığı doğu ve batı duvarlarındaki 11 geniş pencereden almaktadır. 25 metre uzunluğundaki bu çatının binanın üzerinde nasıl durduğu hala belirlenememiştir.
Termessos tiyatrosunun Skene kısmı
Günümüzde içi toprak ve moloz dolu olan harabedeki oturma düzeni ya da oturma kapasitesi değerlendirmek pek mümkün değildir. Oturma kapasitesi muhtemelen 600-700 kişiden fazla değildi. Molozların arasında, renkli mermer parçaları çıkartılmıştır bu da iç duvarların mozaiklerle süslü olabileceğini göstermektedir. Bu güzel yapının, bouleuterion ya da konsey odası olarak hizmet vermiş olması da mümkündür.
Tapınaklar
Termessos’ta değişik büyüklüklerde ve çeşitlerde altı tapınak vardır. Bunlardan dört tanesi odeonun yanında kutsal olduğu tahmin edilen alanda bulunmuştur. Bu tapınaklardan ilki odeonun tam arkasında yer alır ve gerçekten görkemli bir duvarcılık işçiliği sergiler. Bu tapınağın şehrin asıl tanrısı Zeus Solymeus’a ait olduğu ileri sürülmektedir. Ancak ne yazık ki, geriye 5 metre yüksekliğindeki tapınağın iç duvarlarından başka çok az şey kalmıştır. İkinci tapınak odeonun güneybatı köşesinde uzanır. Bu tapınağın cella’sının duvarlarının boyutları 5.50 x 5.50 metredir ve prostylos tarzındadır.
Halen ayakta duran ve tamamlanmış olan girişte bulunan bir yazıta göre, bu tapınak Artemis’e ithaf edilmiştir ve hem harabe hem de içindeki kült heykel Aurelia Armasta isimli bir kadın ve kocası tarafından kendi gelirleri kullanılarak yaptırılmıştır. Girişin diğer tarafında yazılı bir zemin üzerinde bu kadının amcasının heykeli durur. Tarzına bakılarak tapınağın tarihinin M.S. II. yüzyılın sonlarına kadar uzandığı söylenebilir. Artemis tapınağının doğusunda Dor tarzı tapınağın kalıntıları vardır. Bir kenarda altı veya 11 sütundan oluşan tapınak peripteral tiptedir; boyutlarına göre değerlendirilecek olursa bu tapınak, Termessos’un en büyük tapınağı olmalıdır.
Termessos antik kentinde bulunan Korint tapınağı
Rölyeflerden ve yazıtlardan bu tapınağın da Artemis’e ithaf edildiği anlaşılmıştır. Daha ileride doğuda kesilmiş taşlardan yapılan terasın üzerinde küçük bir başka tapınağın kalıntıları vardır. Tapınak yüksek bir podyum üzerinde yükselir, ancak hangi tanrıya ithaf edildiği bugün bilinmemektedir. Yine de, klasik tapınak mimarisinin genel kurallarına karşı bu tapınağın girişi sağdadır ve bu da tapınağın bir yarı tanrıya ya da kahramana ait olabileceğine işaret eder. Bu tapınağın tarihi M.S. 3. yüzyılın başlarına kadar uzanabilir. Diğer iki tapınak Korinth düzenindeki Attalos Stoası’nın yanında yer alır ve prostylos tarzındadır. Yine bugün halen bilinmeyen tanrılara ve tanrıçalara ithaf edilen bu tapınaklar, M.S. 2. ya da 3. yüzyılı işaret ederler.
Evler
Bu geniş merkezi alanda bulunan tüm resmi ve kült yapılar arasında, en ilginçlerinden biri tipik Roma dönemi evi formundadır. Altı metre yüksekliğe ulaşan Batı duvarında bulunan Dor düzenindeki kapı aralığının üzerinde bir yazıt görülebilir. Bu yazıtın üzerinde evin sahibinden, şehrin kurucusu olarak övgüyle söz edilir. Şüphesiz, bu ev Termessos’u kuranın değildi. Belki bu, şehre fevkalade hizmetler sunan ev sahibine bir ödüldü. Bu tür evler genellikle soylu kimselere ve zenginlere ait olurdu. Ana giriş, ikinci bir kapıya giden bir salona, bu ikinci kapı da merkezi avluya ya da atrium’a açılır. Yağmur sularını tutmak için avlunun ortasında impluvium ya da havuz vardır.
Termessos antik kentinde bulunan hamam kompleksinden bir bölüm.
Atrium, evin bu gibi günlük faaliyetlerinde önemli yer tutardı ve aynı zamanda konuk kabul odası olarak da kullanılırdı. Bu yüzden de sık sık gösterişli bir şekilde süslenirdi. Evin diğer odaları düzenli bir biçimde atriumun etrafında yer alır. Geniş, dükkanların sıralandığı portico’ları olan bir cadde, şehir boyunca kuzey-güney istikametinde uzanırdı. Sütunlar arasındaki boşluklar genellikle, çoğu güreşçilere ait olan başarılı sporcuların heykelleriyle doldurulmuştur. Bu heykellerin yazılı kaideleri hala yerlerindedir ve bu yazıları okuyarak bu caddenin eski ihtişamını yeniden canlandırılabiliriz.
Kaya Mezarları ve Ölü Kültü
Şehrin güneyi, batısı ve kuzeyinde çoğu şehir duvarları içerisinde olan, kayaya oyulmuş mezar taşları bulunan geniş mezarlar vardır ve bunlardan bir tanesinin Alcetas’a ait olduğu düşünülmektedir. Ne yazık ki, mezar hazine avcıları tarafından yağmalanmıştır. Mezarın içerisinde kline’nın arkasında sütunların arasında bir çeşit kafes oyulmuştur ve bunun yukarısında muhtemelen süslenmiş bir friz vardı. Mezarın kalan kısmı M.Ö. 4. yüzyıla tarihlendirilebilecek ata binen bir savaşçının betimlemeleriyle bezenmiştir. Genç Termessosluların General Alcetas’ın trajik ölümünden ne kadar fazla etkilendikleri ve onun için görkemli bir mezar yaptıkları bilinmektedir ve tarihçi Diodoros, Alcetas’ın Antigonos ile at üzerinde savaştığını kaydeder. Çakışan bu olaylar, aslında mezarın Alcetas’a ait olduğuna ve rölyefde tasvir edilenin de o olduğuna işaret eder.
Alketas kaya mezarı
Yüzyıllardır şehrin güneybatısında sık ağaçların arasında saklanan lahit, insanı bir anda tarihi törenin derinliklerine götürür. Ölüler, kıyafetleri, mücevherleri ve diğer aksesuarlarıyla bu lahitlere konurdu. Yoksulların bedenleri, sade taş, kil ya da ahşap lahitlerde yakılırdı. Tarihi M.S. 2. yüzyıla uzanan bu lahitler, yüksek kaideler üzerinde durur. Öte yandan zengin aile mezarlarında, lahitler soyuyla ya da onun yanına gömülme izni olanlarla birlikte ölen kişi için hazırlanmış şatafatlı bir şekilde bezenmiş yapının içine yerleştirilmiştir. Böylelikle, kullanım hakkı resmi olarak garanti altına alınmış oluyordu.
Lahit mezar
Ayrıca, lahitlerinin açılmasını engellemek ve mezar soyguncularını korkutmak için tanrıların öfkesini çağıran yazıtlar da bulunabilir. Bu yazıtlar aynı zamanda kurallara uymayanlara uygulanan para cezalarını da belirtir. 300 ile 100.000 denar arasında değişen bu para cezaları genellikle Zeus Solymeus adına şehir hazinesine ödenirdi ve yasal hükümlerin yerini alırdı.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Zerdüşt Kimdir? Perslerin Peygamberi mi? Yoksa Bir Filozof mu?
Zerdüşt Felsefesi
Hangi tarihte yaşadığı, hatta gerçekten yaşayıp yaşamadığı bile tam bilinmese de Zerdüşt, milyonlarca insana hitap eden felsefesiyle Ortadoğu hakları gözünde önemli bilgelerden biridir. Zerdüşt bazılarınca peygamber olarak değerlendirilse de duruşu filozofa daha yakındır. M.Ö. 10. ila 6. yüzyıl arasında bir tarihte yaşadığı tahmin edilmektedir. Zerdüşt ve Zerdüştlüğe ilişkin belgelerden, onun Kuzeybatı İran’da yaşadığı sanılıyor. Kuzeybatı İran’ın (Medya) taşıdığı neolitik kültür Zerdüşt felsefesinin şekillenmesinde önemli bir role sahiptir. Sümer kent devriminin de bölgeye etkilerinin olması her iki etkinin sentezine dayalı bir gelişmeyi doğurmuştur. Dönemin temel aryan tanrıçaları olan İndra, Mitra ve Varuna’dan “Ahura Mazda” adında bir tanrıya geçiş yapılmıştır. Bu anlamda İran, Medya ve Anadolu tek tannıcılığına doğru bir aşama anlamına gelen Zerdüşt inancının çıkışında, köleci uygarlığa karşı dinamiklerin bölgede yoğun yaşanan neolitik kültürden alınması yatmaktadır.
Zerdüşt
Bu kültür şekillenmesi Zerdüşt’ün tarım ekonomisine son derece bağlı olması, emeği, üretimi, helal kazancı esas alması, yeşile kutsallık atfetmesi ve hayvanları korumayı esas almasına yansımıştır. Neolitik kültürün Zerdüşt felsefesine yansıyan en derin etkileri kadına yaklaşımında kendisini göstermiştir. Köleci sistemde Marduk’la birlikte giderek toplumsal statüsündeki düşüşü derinleşen kadına, Zerdüşt tarafından üstün değer biçilmıştir.
Roma merkezlerine kadar etkisini gösteren Zerdüşt antikçağ köleci toplumdan klasik kölecilik çağının (M.Ö. 500-M.S. 500) başlamasında belirleyici güç kaynaklarından biri olmuştur. Tarih boyunca tek tanrılı dinlerin, özellikle İsa’nın çıkışında rol oynaması nedeniyle etkilerini korumuştur. Yine Zerdüşt’ün zıtların birliği ve karşıtlığına dayanan düşünce sisteminin tarihe en büyük katkısı felsefeyi düşünenin gelişimine kaynaklık etmekle olmuştur. Zerdüşt felsefesinin etkileri Sokrates ile yoğunlaşmış, “doğru düşünme, doğru söz, doğru eylem” ilkesi, “doğru düşün, mükemmel yap, güzel ol” ilkesine dönüşerek Sokrates ahlakının özünü oluşturmuştur.
Zerdüşt’ün Ortaya Çıkışı
Zerdüşt`ün bir karakter olarak tanımlanması ilk kez Xantus’un ve Plato’nun yapıtlarında karşımıza çıkıyor ve daha o zamanlar bile kendisinden “eski bir paygamber” olarak söz edilmektedir. Adının anlamından tutun da gerçekten yaşamış bir insan mı, yoksa çeşitli yazarların yazdıklarının sonradan toplanmasına verilmiş bir ad mı olduğu bile kesin değildir. Kesin olarak bilinen noktalar bu adda birinin (ya da birilerinin) Avesta dilinde çeşitli eserler verdiği ve bu eserlerin zaman içinde felsefenin konusundan çıkarak din haline dönüşmüş olmasıdır. Gathalar (Zerdüşt’ün sözleri olduğu sanılan şarkı ve ilahiler), Pehlevi Dili’ndeki dini metinler olan “Bundahişn” ile “Denkart” ve çeşitli Yunan yazarların eserleri gibi kaynakların Zerdüşt’ün görüşlerini ne ölçüde doğru yansıttığı da tartışmalıdır.
Zerdüşt
Zerdüşt ün güçlü bir filozof ve düşünce adamı olduğunu, doğa, toplum ve insan gerçeğine ilişkin bilimsel perspektiflerinde görmek mümkündür. Örneğin Antikçağ Yunan filozoflarının hareket noktası, Zerdüşt inanışının geliştirdiği kavramlara dayanır. M.Ö. 538 dönemlerinde yaşayan Theopampos Ahura Mazda ve Ehriman arasındaki mücadeleyi tabiatın kendi içindeki kanunu olarak algılar. Zerdüştlük inancında tanrı kabul edilen Ahura Mazda “Aklın Efendisi” olarak sembolize edilir, Ehriman ise kötülüğün güçlerini temsil eder. Ve iyilik-kötülük mücadelesi bu noktada başlar. Yunan felsefesinin Zerdüşlük’ten etkilenme yönündeki diğer bir örneğini ise Heraklitos’da görebiliriz. Heraklitos “sonsuz hareket” kuramında Zerdüşt’ün karşıtlar mücadelesi çizgisinden etkilenir. Bundan yola çıkarak, Zerdüşt’ün gök, ışık, güneş ve diğer göksel varlıkların çözümlenmesini yorumlar, bununla fiziksel evrenin öz devinimlerini formüle eder.
Zerdüşt’ün felsefi inancının dünyanın beş temel elementten oluştuğunu belirtir. Bunlar toprak, su, ateş, hava ve bitkidir. Bu tespitler kuşkusuz yerindedir. Zerdüşt inancının yaşandığı Mezopotamya bölgesinin coğrafi konumu ve yaşam koşulları bu tespitlerin kaynağını oluşturur. Mezopotamya’nın elverişli topraklarını da düşünecek olursak, Ortadoğu halklarının yaşamında doğa koşulları ve tarımın dini inançlarını dahi şekillendirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Arkeolojik Verilerle Kuzeydoğu Asya Tarihi
Kuzeydoğu Asya Kültürleri
Arkeolojik bulgulara göre Kuzeydoğu Asya (Doğu Sibirya) coğrafyasında ilk insan izleri Erken Taş Devri’ne kadar uzanmaktadır. Yapılan çalışmalarda elde edilen, en eski kalıntıların tarihi 300.000 yıl öncesine kadar tarihlendirilebilmektedir.
Buzul çağı sonlarında, Lena, Yana, İndigirka, Kolıma, Anabara, Olenek ve Aldan gibi akarsu havzalarında ilk insanların yerleşmeye başladığı bilinmektedir. Bu insanlar Kuzeydoğu Asya, Alaska, Kanada ve Amerika’ya yayılacak kültürlerin ilk öncülleri oldular. Daha sonra, bu coğrafyalarda kendi özgün uygarlıklarının temelini atacaklardır. Kuzeydoğu Asya’da Sahalar, Evenkler, Evenler, Yukagirler, Çukçiler ve Dolganlar sert iklim koşulları altında kendi kültürlerini oluşturdular. Büyük ölçüde kürk hayvanları avcılığı, geyik besiciliği, balıkçılık ve diğer hayvancılık türleri bu halkların başlıca uğraşları olmuştur.
Sibirya’da bir şaman ayini.
Yerleşimler
Eski taş devri insan izlerine yoğun olarak Lena nehri havzasında ve Aldan vadisinde rastlanılmaktadır. Yeni taş devrine geldiğimizde insanların Lena nehri havzasının yanı sıra diğer akarsuların kenarında yaşamaya başladıklarını görüyoruz. Doğu Sibirya coğrafyasının güney bölgelerinde elde edilen arkeolojik bulgulara bakıldığında, bölge insanlarının yarı göçebe halde yaşadıkları ve balıkçılık ile avcılıkla yaşam sürdürdükleri anlaşılmakta. Çoğunlukla da geyik avı sahnelerini taşıyan kaya resimleri bu bölgede yoğunluktadır. Kuzey bölgelerde elde edilen arkeolojik bulgularda Lena, İndigirka ve Kolıma havzasında yaşamış insan topluluklarına aittir. Burada Avrupa geyik avcısı göçebe topluluklarının da izlerine rastlanmaktadır.
Maden Çağına geldiğimizde, özellikle Baykal bölgesinde özgün mezar kalıntılarına rastlanmaktadır. M.Ö. II. Binyılın sonu ve I. Binyıl başlarından kalma, bölgede dökme pirinç kılıçlar, hançerler, mızrak kalıntılarına rastlanmıştır. Buluntulara bakılırsa bölgede metal işlemeciliğinin bilindiğini yine elde edilen kalıp kalıntılarına bakarak anlayabiliyoruz. MÖ I. Binyıl başlarına gelindiğinde artık bölgede demircilik yayılmaya başladı. Ekonominin temeli ise hâlâ avcılık ve balıkçılık ağırlıklı olmuştur.
Sibiryalı bir Türk
M.S. I. Binyıla gelindiğinde bölgeye Even ve Evenkler yerleşmeye başladı. Bu topluluklar Tungusca konuşmaktaydılar ve geyik besiciliğiyle uğraşmaktaydılar. Bu toplulukların Baykal kıyılarından ve Amur dolaylarından kuzeye yönelmeleri hayvancılıkla uğraşan Türk topluluklarının Doğu Sibirya’ya yönelmesine neden oldu. M.S. XIII. Yüzyıla gelindiğinde Tungus kabileleri Lena, Vilyüy ve Olekma bölgelerine yerleşmiş vaziyetteydiler. Sahaların atalarının bölgeye gelişiyle bu kavimler Lena nehrinin batı ve doğu yakasına doğru dağıldılar.
Türk kavimlerinin Kuzeydoğu Asya coğrafyasına gelişleri birden değil, dalga dalga olmuştur. En son dalganın da XIII. Ve XIV. Gerçekleştiği düşünülmektedir. Saha halkının etnik kökenlerine dair bulgulara bakıldığında Hun ve İskit izlerine fazlaca rastlanmaktadır. Saha kültürü de büyük ölçüde güney Sibirya ve Orta Asya erken göçebe kültürü üzerinde gelişmiştir. Son olarak sahaların bölgeye gelişiyle atlı hayvancılık kültürü, kalıcı konutların yapılması ve madencilik faaliyetlerinin Kuzeydoğu Sibirya’ya yayılmasına olanak sağladı.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Yücelerin Yücesi Tanrı Zeus’un Doğuş Efsanesi
Tanrı Zeus ve Doğumu
Tanrıların en yücesi Zeus ile ilgili efsanelere oldukça aşinayız. Bu efsanelerden bir tanesi de Zeus’un doğuşudur. Zeus’un babası Kronos adında bir erkek titan, annesi ise; Rhea adında bir kadın titandır. Bu iki kardeş ve aynı zamanda karı kocadan; Demeter,Hera,Hades,Poseidon,Hestia ve son olarak da Zeus adında altı tanrı dünyaya geldi. Ancak bu tanrıların babası Kronos, hayli tehlikeli bir titandı. Tüm çocuklarını sırf tahtına ortak olmasın diye doğar doğmaz yemeye başladı. Bu hikayenin bize Kronos’un babası Uranos’tan tanıdık gelmesi oldukça normal çünkü, Uranos’ta çocuklarını ortadan kaldırma yolunu denemişti. Kronos her ne kadar babası gibi olmak istemese de kaderinden ve babasının ektiği tohumlardan kaçamamıştır.
Kronos sırasıyla doğan tüm çocuklarını yedi ancak Zeus’un doğma vakti gelince annesi Rhea önceden çocuklarının başına gelenlerden korkarak annesi Gaia’dan yardım ister. Günler sonra Zeus doğar ve çocuk doğar doğmaz Kronos Rhea’dan çocuğu getirmesini ister. Rhea Kronos’a Zeus’u değil kundağa sıkı sıkıya sarıp sarmaladığı büyük bir taş götürür ve Kronos’a uzatır.
Kronos taşı aldığı gibi yutar. Ve Zeus’u yuttuğunu sanır. Oysaki Zeus Girit Dikteon Andron Mağarasında büyür. Onu Nymphalar (su perileri) emzirir, Kurretler (cinler) korur, kılıç sesi çıkararak ağlamasını bastırır. Giderek büyüyen Zeus babasından öç almak için annesinin de yardımıyla bir iksir hazırlayarak Kronos’a içirir. Kronos kusmaya başladığında ilk önce yuttuğu taşı daha sonra teker teker yuttuğu çocuklarını çıkarmaya başlar. (Bu taşın bulunduğu yer dünyanın merkezi olarak nitelendirilmiştir.) Böylece Zeus kardeşlerini de yanına alarak babasını yerinden eder ve tanrıların tanrısı olarak göklerin hakimi olur.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Çılgın Roma İmparatoru Caligula (M.S. 37-M.S. 41)
Kimdir Bu Çılgın İmparator Caligula?
Caligula; Tam ismi Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’tur. Bu son derece garip, korkunç, çılgın ama bir o kadar da ilginç kişilik Roma imparatorluk devrinin üçüncü imparatorudur. Caligula, İmparator Tiberius tarafından evlat edinilmiş ve Tiberius’un ölümünden sonra hükümranlığı başlamıştır. Tiberius’tan nefret eden Romalılar öldükten sonra onu gömmeyip cesedini Tiber nehrine atmayı bile düşündüler. Ancak zavallı Romalılar beterin beteri olacağını ve daha da açıkçası yağmurdan kaçarken doluya tutulduklarından bi haberdiler.
Caligula’nın mermer büstü
Caligula isminin bu imparatora yakıştırılması küçük yaşlarda iken ordugahlarda askerlerin onunla dalga geçmesi sonucunda aldığı bilinir. Caligula manası küçük sandalettir ve Caligula hep bu sandaletlerle ordugahta dolaşmaktadır. Daha küçük yaşlardayken acımasızlığı ve hırçın duyguları açığa çıkmaya başlamıştı. İdamları izlemeyi seviyor, geceleri üzerinde garip giysilerle ve kafasında perukla dışarı çıkıp şarkı söylüyor, dans ediyor her türden eğlencelere katılıyordu. İmparator Tiberius, Caligula’nın Romalılar için bir su yılanı Dünya için ise bir piton yılanı olduğunu belirtmiştir. Tiberius’un bu tespitininin ne kadar yerinde olduğunu göreceğiz.
Caligula’nın mermer büstü
Caligula’nın Çılgınlıkları Başlıyor…
Caligula’nın ilk garip ve şeytanca olaylarından birisi, karısı Juria’nın ölümünden sonra yaşanır. Muhafız alayı komutanı Macro’nun karısını baştan çıkarır ve bu kadını kullanarak Macro’nun imparator Tiberius’u zehirlemesini sağlar. Böylece taht yolunu önüne kolayca açmış olur. Caligula’nın bundan sonraki ilk dönemleri aslında gayet iyi geçer. Vergilerde indirime gider, yangınlarda zarar görenlere yardım elini uzatır, yarım kalmış bazı yapıları tamamlatır. Ancak bir süre sonra Caligula bir rahatsızlık geçirir ve işte zalim, çılgın ve korkunç Caligula bundan sonra ortaya çıkar.
Çılgın İmparator Caligula
Öncelikle kendisine vatanın ve orduların babası, en iyi ve en büyük hükümdar, inançlı gibi bir çok takma ad alır. Ülkenin dört bir yanından getirttiği tanrı heykellerinin kafalarını kestirip kendi kafasının heykelini monte ettirir. Kendisine bir tanrıymış gibi tapınak yaptırır ve ona kurbanlar sunulmasını ister. Bu kurbanlar arasında flamingolar, tavuskuşları, horozlar ve tavuklar başı çekmektedir. Roma’nın baş tanrısı Jüpiter Optimus Maximus’un tapınaktaki heykeliyle sık sık konuştuğu görülür. Hatta bazen tanrının heykeliyle yüksek sesle tartışmaya girer. Kardeşi Tiberius’u ve ardından da kayın babası Silianus’un boğazlarını usturayla kestirerek öldürtür. Burada Silianus’u öldürme gerekçesi kendisi fırtınalı bir denize açılırken Silianus’un nasıl olupta onu uğurlamaya gelmediğidir. Ancak zavallı Silianus’u deniz tutmaktadır ve onun bu korkusu ölümüne sebep olmuştur. Tarih böyle birçok garip olaylarla doludur.
Caligula’nın Yasakları..
Kızkardeşi Drussila öldüğünde yas ilan eder ve bu yas süresince Romalılar’ın gülmesini, yıkanmasını, ailecek yemek yenmesini yasaklar. Bu acıya dayanamayıp bir gece saraydan kaçar ve Syracusa’ya kadar delice at sürer. Birkaç gün sonra saçı sakalı uzamış berduş bir şekilde Roma’ya geri döner. Dostları ve yüksek devlet memurlarıyla olan bir davette karşısındakine de uzanan senatöre ”karını bırak” diye bir not gönderir. Kadını alarak davetten ayrılır. Bir sonraki gün ”Romulus ve Remus gibi evlendim” diye bir bildiri yayınlatır. Burada atıfta bulunduğu Roma’nın kuruluş efsanelerinde bulunan bir hikayedir. Bir ordu komutanı olan Gaius Memmius bir keresinde anneannesinin çok güzel bir kadın olduğundan bahsetmesi ve Caligula’nın bunu duyması üzerine bu kadın bulunduğu yerden derhal alınıp getirilir. Kadının ileri derecede yaşlanmış olmasına rağmen bu kadınla evlenir. Bu evlilikten bir kız çocuğu olur ve bu çocuk Caligula’nın tüm korkunç özelliklerini taşımaktadır. Öylesine ki oynadığı çocukların yüzlerini gözlerini tırmalayıp yaralamaktadır.
Caligula’nın Zevk Anlayışı..
Senatörlerine düşmanca davranışlarda bulunmaya başlar. Atlı arabasıyla giderken onları arabasının yanında kilometrelerce koşmaya zorlar ve yemek yerken karşısında ellerinde peçeteyle yemek sonuna kadar beklemelerini ister. Bazılarını sebepsiz yere öldürtüp sonrada onları sanki hala yaşıyorlarmış gibi toplantıya çağırtır. Doğal olarak gelmediklerini görünce de onların intihar ettikleri söylentisini çıkartır. Romalılar gündüz Circus Maximus’ta düzenlenecek gösteriler için sabah çok erken saatlerde yer kapmak amaçlı buraya gelmektedirler. Caligula bu insanların gürültülerinden rahatsız olup muhafız alayını bunların üstüne gönderir çıkan arbedede onlarca insan ölür.
Caliguna’nın rekonstrüksiyonu
Gladyatörler yerine hasta ve yaşlı gladyatörler ile beden engelli insanları arenaya çıkartıp dövüştürüp bunları izlemekten haz alıyordu. Arenada gösteriye çıkacak yabani dövüş hayvanlarına yem olarak verilecek küçükbaş hayvanların maliyetinin çok olduğu söylenince bu hayvanlara esir alınan insanların yem olarak atılmasını ister. Bu esirlerin seçimini ise bazen bizzat kendisi yapıp ”şu dazlaktan şu dazlağa kadar’’ gibi garip seçme kriterleri belirlemiştir. Kendisinin hükümranlık devrinde büyük felaketlerin olmaması nedeniyle onun devrinin unutulacağını düşünmektedir.
Caligula’nın İşçileri Denize Atması…
Nitekim İmparator Augustus devri Varus bozgunuyla, İmparator Tiberius devri Fidanae’deki tiyatronun çökmesiyle anılıyordu. Caligula ise büyük bir savaş yenilgisi, veba salgını, yangın veya bir depremin olması için dua ediyordu. Öğle yemeği ve akşam yemeği sırasında idam izlemeye bayılıyordu. Puteali limanının karşı kıyısına kadar gemileri yan yana dizdirip iki kıyı arasında bir köprü oluşturup bu köprüyü de toprak ve taş döşeterek yol haline getirmişti. Bu köprüde bir taraftan diğer tarafa delice at sürerek eski efsanelerde yaşananlara atıfta bulunmaya çalışır. Ancak daha da garip olan bir şey yapar. Bu köprünün yapımında çalışan işçileri birden bire yanına çağırır, işçiler ona doğru geldiğinde onların hepsini denize düşürür ve hatta kurtulmaya çalışanları da uzun sırıklarla denize iter.
Caligula ve Arena..
Arenaya çıkıp karşısındaki gladyatöre tahta kılıç verip savaşmayı çok sevmektedir. Böyle bir dövüşte karşısındaki gladyatörün mahsustan yere düşmesine sinirlenip onu direkt öldürür. Sonrada gerçekten zafer kazanmış gibi arenada çılgınca turlar atar. Bir mahkumun cezasını kendi elleriyle vermek ister. Mahkum karşısına cellat eşiliğinde getirilir ve Caligula da baltasını kaldırıp mahkumu öldürmek için beklemekteyken baltayı cellata indirir ve mahkumun hayretli bakışları arasında cellat can verir. Yakışıklı ve güzel insanlar ile karşılaştığında çirkin görünmeleri için enselerini traş ettirirdi.
Gladyatörler
Dış görünüşüne fazlasıyla düşkündü, saçları çok az olduğu için bunu mümkün olduğu kadar bertaraf etmek amacıyla insanlara hep yukarıdan bakardı. Arenada bir rahip, gladyatör olan kölesinin dövüşü kazanması üzerine kölesini azat eder. Bunun üzerine arenada büyük bir tezahürat olur. Bu tezahürat zaten sinirlenmek için yer arayan Caligula’yı tekrar sinirlendirir. Ayağa kalkıp tanrının temsili olan imparator olan kendisi orada dururken nasıl olurda insanların bir rahibe böyle tezahürat gösterdiklerine kızıp bağırarak ilerlerken birden entarisine basarak tepe taklak düşer. Buna daha da sinirlenen Caligula derhal arenayı terk eder. İnsan bu rahibin sonunu düşünmeden edemiyor açıkçası.
Caligula ve Saturninus..
Biraz da Caligula’nın mali çılgınlıklarından bahsedelim. Para savurganlığında hazineyi tam takır kuru bakıra çevirerek başka bir boyuta ulaştığını söylersek abartmış olmayız. Zaman zaman incileri sirkede eritip içiyordu. Julia bazilikasının tepesinden halkına altınlar saçmışlığıyla bilinir. İşlerin iyice karışıp parasız kalması üzerine sahte suçlamalar ve olmadık vergiler icat ederek para bulmaya çalışmıştır. Halktan varlıklı olanları kendisine mirasçı atamaya girişir ve bu kişilerin hala yaşamaya devam ederek kendisiyle dalga geçtiklerini bahane gösterip onları zehirli yiyecekler göndererek öldürür. Gösterilerde ele geçen malzemeleri açık arttırmaya çıkarıp bunlardan gelir elde etme yoluna gitmiştir. Bu açık arttırmalarda fiyatları öyle bir noktaya çekmiştir ki insanlar mallarını mülklerini kaybedip intihar etmeye başlamışlardır. Hatta bununla ilgili anlatılan bir hikaye oldukça ilginçtir.
Caligula
Eski bir yüksek devlet memuru olup sonrasında da konsüllük görevinde bulunmuş yaşlı Aponinus Saturninus bir gün yine bu açık arttırmalardan birisine katılmıştır. Ancak yaşlı adam açık arttırma sırasında kafası sürekli önüne düşerek uyuklamaya başlar. Bunu görüp fırsata çevireceğini düşünen Caligula tellala işaret ederek Saturninus’un kafasının her düşüşünde fiyatın artması için onay verdiği anlamına gelmesini ister. Zavallı Saturninus’un uyandığında 13 tane işe yaramaz gladyatöre dokuz milyon sessertius verdiğini duyunca ne hale geldiğini tahmin etmek pek de zor olmasa gerek.
İmparator Para Bulmak İçin Nereden Vergi Alacağını Şaşırıyor…
Her alanda ve olur olmaz her şeye koyduğu vergilerden halk bi haber oluyor ve sonrasında kaçınılmaz olarak cezalı vergi ödeyerek daha da büyük bir mali çöküntüye giriyorlardı. Ayyuka çıkan huzursuzluklar sonucunda Caligula nelerden vergi alınıp alınmadığını yazan levhalar yaptırdı. Ancak bunları öyle küçük yazdırdı ve öyle olmadık yerlere koydurdu ki insanlar bunları okumakta zorlandıkları hatta bazen hiç okuyamadıkları için yine zor duruma düştüler. Sonuçta değişen çok bir şey olmamış, bu ise Caligula’nın biraz daha keyiflenmesinden başka bir işe yaramamıştı.
Joffrey Baratheon ve Caligula’nın benzerliği…
Kızının doğumunda insanlara ona doğum hediyesi olarak para vermeleri için halkı zorladı. Ocaktaki yılbaşında sarayın kapısında ayakta durarak halkın ona para vermesini bekledi. Para çılgınlığında çağ atlayarak yerdeki paraların üzerinde yürüyüp etrafı paradan bir havuza dönüştürüp onların içinde yatıp yuvarlanmaktan keyif alır hale geldi (insan, izlediğimiz varyemez amca çizgi filminin buradan esinlenilip esinlenilmediğini düşünmeden edemiyor). Zaman zaman halkın arasına karıştığında nakışlı kadın elbisesi giyerek dolaşırdı. Bir gece yarısı olmadık bir saatte eskiden konsüllük yapmış üç kişiyi sarayına birden bire çağırdı. Öldürüleceklerinden korkan zavallı adamlar saraya geldiklerinde Caligula’nın kendilerini onunla zorla dans etmeye çağırdığını öğrenince hem sevinmiş hem de şoka uğramış olmalılar.
Caligula ve Binek Atı : Incitatus..
Caligula’nın Incitatus isminde beyaz bir atı vardı ve bu ata hastalık derecesinde bağlıydı. Bu ata mermerden bir ahır yaptırmış, boynuna inciden kolyeler yaptırmış, erguvan rengi battaniyelere sardırmıştı. En sonunda atı senatoya getirip ‘’işte yeni konsülünüz geldi’’ demesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Sonuçta bu kadar çılgınlık, zalimlik ve kötülüğün imparatora karşı bir yansımasının olması da kaçınılmazdı. Zaten bu olmasaydı Roma’da yaşayan insan da kalmayacaktı. Ölümün kendisine yaklaştığını hissettiren kehanetler olduğu söylenmiştir. Mesela rüyasında baş tanrı Jüpiter Optimus Maksimus onu ayak baş parmağıyla iterek düşürmüştür. Pagan dininde önemli günlerden birisi olan mart ayının onbeşinde Capua’daki Capitolum’a yıldırım düşer yine aynı gün Caligula’nın sarayındaki odasının kapısına da yıldırım düşer.
Caligula ve Incitatus
Beklenilen Sona Doğru…
Sonunda Caligula’ya sarayının bir tünelinde tuzak kurulur. Tıpkı o devirdeki kurban ve idam etme törenlerinde uygulanan ritüeller takip edilerek imparator yere yığılır sonra da suikasti tertipleyenler tarafından kılıçtan geçirilir. Cesedi yarım yamalak yakılarak Lamia soyunun aile mezarlığına gömülür. Sürgüne gönderdiği kızkardeşleri gelip onu mezarından çıkararak doğru dürüst yakarlar ve tekrar gömerler. Ancak Romalılar’ın çektikleri burada bitmez Caligula’nın hayaletinin mezarlığın etrafında dolaşıp insanlara dehşet saçtığına dair söylentiler çıkar. Romalılar’ın Caligula için artık tek istedikleri onun devrini bir an önce unutmak olmuştur.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Apollon ve Didyma Apollon Tapınağı
Kimdir bu Apollon?
Apollon bir Yunan tanrısı olmasına rağmen, bazı dil bilimciler isminin Yunanca olmadığını ve asıl isminin Apello olduğunu söylemektedir. Apello kelime anlamına göre “kötülüğü def etmek” fiilinden gelir. Apollon’un doğumu, Homeros’un ilyadasının ilk dizelerinde “Leto ile Zeus’un oğlu.”, “Güzel saçlı Leto’nun doğurduğu.” Olarak geçmektedir. Apollon, Zeus ve Leto’nun birleşmesiyle doğmuştur. Aynı zamanda ikiz kardeşi de vardır, doğum tanrıçası Artemis. Mitolojiye göre Leto, önce Artemis’i doğurur fakat Apollon’u doğuracak gücü kalmamıştır. Artemis doğduğu gibi annesine ebelik yapar ve kardeşi Apollon’un doğumuna yardım eder.
Apollon’nun büstü
Apollon’u kafasında defne yaprağıyla betimlenmiş bir şekilde görürüz. Bunun sebebi ise çok romantiktir. Apollon, kardeşi Artemis’ın rahibelerinden Leto isimli bir kıza aşık olur ve onunla evlenmek ister. Ama Leto bunu kabul etmez ve Artemis’e onu koruması için yalvarır. Artemis ise onu defne yaprağına çevirir. Apollon böylesine güzel bir kızın kaderinin böyle olmasına çok üzülür ve defne yaprağını alıp başına koyar, başının tacı eder. Apollon’a adanan kutsal günlerde genç kız ve erkekler ellerinde defne yaprağı sallar ve dafneyi çağrıştırır. Apollon’un tam anlamıyla anlamak için sıfatlarından bir kaçına değinmemiz gerekiyor. Sanat ve müzik yeteneğine sahiptir ve bir çok efsanesi vardır. Yetenek perileri olarak nitelendirebileceğimiz Musaların da yöneticisidir aynı zamanda.
Apollon ve Daphne heykeli. Heykeltraş Gian Lorenzo Bernini, 17. yüzyıl.
Tanrılar da Sinirlenir
Kral Midas’ın eşek kulakları en çok anlatılan mitlerden biridir. Kır tanrısı olan Pan, Apollon’a müzik konusunda meydan okur. Apollon onu yarışmaya davet eder ve tabiri caiz ise “Sizin gibi gençleri, pistlerde görmek isteriz.” der. Yargıç olarak ise Kral Midas’ı seçerler. Pan başlar flütünü çalmaya ve herkesi büyüler. Apollon da lirini çalmaya başlar ve herkesin beğenisini alır. Sonuç aşamasına geldiklerinde Kral Midas Pan’ı seçer. Apollon ise bu duruma oldukça sinirlenir ve Kral Midas’ın müzikten anlamadığını söyler. “Müzikten anlamayan bir insana ancak eşek kulakları yakışır.” Der ve kulaklarını eşek kulağına çevirir.
Eşek kulaklı Midas
Tanrı Gözlerin Ne Görüyor Apollon?
Apollon’un en öne çıkan yeteneği ise bilicilik yeteneğidir. Geleceği görebilme yeteneği vardır. Apollon’a sormadan hiç kimse büyük adımlar atamazdı. İnsanlar önce Apollon tapınağına gider, sunular sunarlardı. Sonra oradan cevabı alır ve o cevaba göre hareket ederdi. Fakat bu kehanetler hiçbir zaman kesin bir yargı ile yapılmazdı. Lidya kralı Kroisos, Perslere saldırmadan önce Apollon tapınağından kehanet ister. Apollon tapınağı her zamanki gibi kesin bir şey demez, “Savaş sonucunda büyük bir krallık yıkılacak.” der ve topu taca atar. Kroisos buna çok sevinir çünkü Persleri yıkacağını düşünür fakat savaş sonucunda Kroisos kendi yenilir.
Apollon’un Evi: Didyma Apollon Tapınağı
Bugün yolculuğumuz Didim Apollon Tapınağına olacak. Efsaneye göre Apollon bir gün Didim yöresinde çobanlık yapan Brankhos’a rastlar ve çok sever. Brankhos’a biliciliğin sırlarını öğretir. Çoban Brankhos’ta bugün Apollon Tapınağının yerinde bulunan defne ormanı ve su kaynağının yanına Apollon adına ilk tapınağı kurdu. Zaman içinde Brankhos’un soyundan gelenlere “Brankidler” denilmeye başlandı ve çok uzun bir süre Apollon tapınağının yöneticiliğini yaptılar. “Didyma”, “Brankhidai” (Brankhidlerin ülkesi) olarakta bilinmektedir.
Didyma aslında bir antik kent değil, kutsal bir mahaldir. Miletostan gelen kutsal yol ile bağlantıya sahip olan kehanet merkezidir. Kutsal Didim’in ilk dönemi, Perslerin Milet’i ele geçirmesi ve tapınağı yakıp yıkmasıyla son bulur. M.Ö 494 yılında Lade Deniz savaşından sonra Persler tarafından yağmalanarak, Tanrı Apollon’un “Kanakhos” tarafından yapılan heykeli “Ekbatana”’ya yani İran’a götürülmüştür. Ancak İskender’in gelişiyle birlikte yeniden bir canlanma yaşanır ve İskender’in komutanlarından Seleukos’un emriyle, M.Ö. 300 dolaylarında bugün kalıntılarını gördüğümüz tapınağın inşaasına başlanır. Ayrıca Seleukos, Ekbatana’ya kaçırılan “Kanakhos” tarafından yapılmış Apollon heykelini geri getirtmiştir.
Didyma Apollon Tapınağı
Marcus Aurelius dönemine kadar bu tapınak çok güzel yıllar geçirmiştir. Fakat M.S. 3. yy’da gerilemeye başlamıştır. 262 yılında Gotların (güney iskandinavya) tehdit oluşturması nedeniyle burası bir kaleye dönüştürülmüştür. Ele geçen bir yazıta göre tapınağın içinde kalanlar susuz kalmış, bunun üzerine Apollon kutsal yerde bir pınar çıkarmıştır. Büyük ihtimalle bu pınar, Naiskos (küçük naos) içindeki kutsal pınardır. Bizans döneminde ise tapınağın içine bir kilise inşaa edilmiştir.
Pers istilasından önce İyon nizamındaki bu tapınağın boyutları 85×35 metreydi ve antik Yunanın en büyük tapınak planı olan dipteral plandaydı ve 112 sütun bulunuyordu. Fakat bugün gördüğümüz tapınağın ölçüleri yaklaşık 109×51 metredir. Gel gelelim, savaşlar ve yağmalarla duraklayan tapınağın inşaatı, yüzlerce yıl devam eder ve hiçbir zaman tamamlanamaz. Tapınak inşaatında çalışan işçilere yapılacak ödemelerle ilgili olarak, tapınak duvarları üzerine kazılan işaretleri bugün bile görebilmekteyiz. Bazı kaynaklara göre, Apollon tapınağı bitirilebilseydi; dünyanın yedi harikasından biri olabilirdi.
Kehanetler Nasıl Yapılırdı?
Şimdi gelelim bu tapınakta neler yapıldığına, kehanetlerin nasıl yapıldığına: Kehanet için olmazsa olmaz şeyler vardı. Omphalos: Dünyanın merkezi anlamındadır. Delphi Apollon tapınağına bir meteor düştüğünü söylerler ve dünyanın merkezini burası kabul ederler. Her Apollon tapınağında vardır. Astragalos (Aşık Kemiği): Astragalos’un 4 köşesine rakamlar yazılır. Yazılan her rakam bir tanrıyla bağlantılıdır. Zar atılır ve hangi rakam gelirse o tanrı ile ilişkilendirilirdi. En önemli şeylerden biri su. Rahipler, suya bakarak görürler geleceği. Gazlarla ve defne yaprakları ile transa geçip, su falı bakarlardı.
Ben kehanet istiyorum ve cüzdanı hafif olmayan biriyim diyelim. Öncelikle şehri tapınağa bağlayan kutsal yola gidiyorum. Fakat bu kutsal yola yıkanmadan giremem. Yıkandıktan sonra kutsal yola girip tapınağın yolunu tutuyorum. Yanıma da sunu olarak boğa aldım diyelim. Tapınağa varmadan tapınağı çevreleyen hediye dükkanları vardı, buradan da bir heykelcik alıp boğa ile birlikte tapınağa hediye ediyorum. Kahin de kehanet yapmadan önce 3 gün oruç tutuyordu. Bende o 3 gün boyunca tapınağın etrafında olan otellerde kalıyordum. Ve büyük ihtimalle biri gelip bana benim derdimi soracaktı. Benden derdimi dinleyip hemen gidip rahibe ispiyonlayacaktı. Rahipte beni gördüğü gibi adımı söyleyecekti, ne soracağımı söyleyecekti ve bende bundan çok etkilenecektim.
İş kurban sırasına geldiğinde getirdiğim boğayı sunağa götüreceklerdi. Rahip göğe bakarak ilk bıçak darbesini atacaktı ve o bıçağı kirlendiği için dereye atacaktı. En değerli yeri olan derisini ve en lezzetli eti olan yerlerini kendisine alıp, gerisini halka dağıtacaktı ve transa geçmeye başlayacaktı. Defne yaprağını çiğneyip, kitaraları dinleyip kendinden geçecekti. Her şeyin sonunda ise bana ucu açık bir cevap verip geri yollayacaktı.
Biraz Gülelim…
Tarih eğer M.S 78 senesinde ise, “Vezüv dağlarında ev satın almak istiyorum, alayım mı?” dediğimde bana yüksek ihtimalle “Seneye oralar çok sıcak olacak.” diye cevap verilecekti. Bende mutlu olup hemen ev satın alacaktım. Fakat M.S 79 senesinde Pompeii felaketinde yanardağın patlaması ile “sıcaktan” ölecektim belki de…
Bugün Apollon ve Apollon kültlerine kısa bir bakış attık, başka yazılarda görüşmek üzere,
Sağlıcakla…
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Roma İmparatorluğu Döneminde Anadolu’da Basılan Şehir Sikkeleri
Roma İmparatorluğu Döneminde Sikke Basımının Gelişimi
İmparator Augustus’la beraber Roma‘da İmparatorluk idaresi başlamıştır. Ancak, Roma’nın Anadolu ile ilişkisi Augustus’tan çok daha önce M.Ö. II. yüzyıla dayanmaktadır. Bergama Kralı III. Attalos’un vasiyetle ülkesini Roma’ya bırakması sonucu Roma M.Ö. 129’da Batı Anadolu’da Asya Eyaleti’ni kurmuştu. Daha sonra bunu başka eyaletlerin kurulması izledi. Böylece, Roma, henüz imparatorluk rejimine geçmeden Anadolu’nun önemli bir kısmını, M.Ö. II. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ve özellikle M.Ö. I. yüzyılda egemenlik altına almıştı. Anadolu’daki şehirler, daha önce olduğu gibi M.S. I-II. yüzyıllar arasındaki Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altında da sikke basımlarını sürdürmüşlerdir.
Şehirler, Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altında olduklarından, onlara, Roma devletinin parasını kullanmak yerine, kendi paralarını basma ve kullanma hakkı yada imtiyazı, Roma İmparatoru tarafından verilmişti. Bu nedenle şehirler, sikkelerinin ön yüzüne Roma imparatorunun portresi ile isim ve unvanlarını koymuşlar yada koymak zorunda bırakılmışlardır. Arka yüzlerde ise sikkeyi basan şehrin (daha doğrusu halkının) adı ile şehrin kendine özgü bir tasviri (bir tapınak,tanrı veya tanrıça vs.) yer alıyordu. Şehir sikkelerinin basımı için kullanılan esas metal bronzdur; Roma, şehirlerin altın ve gümüş sikke basmasına izin vermemiştir.
Anadolu’da Sikke Darbının En Yoğun Yapıldığı Bölgeler
Roma İmparatorluğu Dönemi’nde Anadolu’da en yoğun sikke darbının yapıldığı bölgeler arasında Çanakkale ve civarını kapsayan Troas, Marmara Denizi’nin güney kıyılarından güneye doğru yayılan Mysia, İzmir ili ve civarını kapsayan Ionia; Manisa ili ve civarını kapsayan Lydia; Eskişehir ve Kütahya illeri ile civarını kapsayan Phrygia; Muğla ili ve civarını kapsayan Karia ile Mersin ve Adana illerini kapsayan Kilikia sayılabilir. Ancak bu bölgelerin dışındaki bölgelerde de, örneğin Bithynia, Paphlagonia, Pontos, Kappadokia, Galatia, Lykia, Pamphylia ve Pisidia’da da sikke darbeden şehirlerin sayısı hiç de az değildi. Güneydoğu Anadolu’da ise sınırlı sayıda şehir sikke basmıştır. Bunlar arasında Zeugma (Belkıs), Dolikhe (Dülük), Samosata (Samsat), Germanikeia (Kahramanmaraş) sayılabilir. Ayrıca, Roma İmparatoruğu Dönemi’ndeki Anadolu’daki şehirler imparatorluğun başından sonuna kadar sürekli ve düzenli bir şekilde sikke basmamışlardır.
Bazı kentler , sadece bazı imparatorlar zamanında sikke basmışken, bazı kentlerin sadece bir veya iki imparator döneminde sikke bastığı görülmektedir. Örneğin günümüzde Teke yarımadasını kapsayan Lykia bölgesindeki kentlerde (bir-iki istisna dışında) sadece İmparator III. Gordianus(M.S. 238-244) zamanında sikke basılmıştır. Anadolu’daki şehir sikkelerinin darbı M.S. III. yüzyıl başlarından itibaren giderek azalmaya başlamış, M.S. III. yüzyıl ortalarından itibaren ise birçok yerde kesilmiştir. Günümüze kalan son şehir sikkesi Roma İmparatoru Tacitus (M.S. 275) zamanında Perge’de basılmıştır.
Roma Sikkelerinin Anadolu’da Tedavülü ve Anadolu’daki Roma Darphaneleri
İlk Roma sikkeleri M.Ö. III. yüzyıl başlarında basılmıştır. Roma devletinin gümüş sikkesi Denarius, altın sikkesi Aureus’tur. Roma’nın bronz sikkeleri ise -küçük birimden büyük birime doğru- as, dupondius ve sestertius’tur. M.S. 215 yılında İmparator Caracalla tarafından, onun adına izafeten(resmi adı Antoninus) antoninianus adı verilen yeni bir gümüş sikke tedavüle sokulmuştur. Bu sikkenin içindeki gümüş sikke miktarı zamanla azaltılmış, bakırın üzeri gümüş kaplanmış ve nihayette tamamen bakır bir sikkeye dönüşmüştür.
Büyük Constantinus (M.S. 307-337) zamanında ise aureus‘un yerine ondan biraz daha hafif olan solidus adlı yeni bir altın sikke tedavüle sokulmuştur. Her ne kadar ilk Roma sikkeleri M.Ö. III. yüzyıl başlarında basılmaya başlanmış ise de, bu sikkeler daha ziyade Roma’nın egemen olduğu topraklarda tedavül ediyordu. M.Ö III. yüzyılda Anadolu Roma egmenliğinde olmadığından bu yüzyılda, Anadolu’da Roma sikkeleri görülmez. Ancak, M.Ö. 129’da Roma’nın, Bergama topraklarında, yani Batı Anadolu’da Asya Eyaletini (Provincia Asia) kurmasıyla, Roma devlet sikkeleri de özellikle Batı Anadolu’da az da olsa tedavül etmeye başlamıştır. Daha sonra Kilikia (M.Ö. 101), Bithynia (M.Ö.74), Pontus-Bithynia (M.Ö.63) ve Galatia (M.Ö.25) eyaletlerinin de kurulmasıyla Roma, Anadolu’nun büyük bir bölümüne hakim olmuş ve Roma sikkelerinin tedavülü bir önceki yüzyıla oranla biraz daha artmıştır. Ancak bu artış yine de göze çarpacak kadar büyük değildir.
Batı Anadolu’daki ören yerlerinde gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda M.Ö. II. ve I. yüzyıl Roma devlet sikkelerinden çok az ele geçmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, Sardeis ören yerinde 1958-1972 yılları arasında yapılan arkeolojik kazılarda sadece bir adet M.Ö. 39 yılında Ephesos’ta darbedilmiş bir Roma sikkesi ele geçmiştir. Geri kalan tüm sikkeler M.S. I-V. yüzyıl arasına tarihlendirilmektedir. Kezâ M.S. I. yüzyıla ait sikke sayısı da azdır. Ancak M.S. II. yüzyıldan itibaren bir artış gözlenmekte ve M.S III. ve IV. yüzyıllarda ise önceki yüzyıllarla kıyaslanmayacak kadar fazla sikke ele geçtiği anlaşılmaktadır. Diğer ören yerleri için de benzer bir tablo söz konusudur.
Roma İmparatorluğu Döneminde Anadolu’da Darphane İşaretleri Nelerdir?
Roma sikkeleri, neredeyse tüm Akdeniz dünyasını kapsayan İmparatorluğun çeşitli bölgelerinde yer alan yaklaşık 40 darphanede basılmıştı. Roma sikklerinin basıldığı esas darphane kuşkusuz Roma’daydı ve bu darphane M.Ö. III. yüzyıldan itibaren faaliyet gösteriyordu. Roma dışındaki diğer darphaneler faaliyetlerine ancak M.S. III. yüzyıl ortasından itibaren başladılar. Bu darphanelerden bir kısmı Anadolu’da ve Marmara Denizi’nin kuzeyinde (Trakya’da) kurulmuştu. Marmara Denizi’nin kuzeyinde iki Roma darphanesi vardı. Heraclea ve Constantinopolis.
Bugünkü Marmara Ereğlisi’ne lokalize edilen Heraclea (daha önce Perinthos) muhtemelen M.S. yak. 291 yılında açıldı ve I. Leo (M.S. 457-474) dönemine kadar faaliyetine devam etti. Darphanenin işareti H veya HT idi. Bugünkü İstanbul’a lokalize edilen Constantinopolis ise Büyük Constantinus tarafından Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapılmasından birkaç yıl önce, M.S. 326’da açıldı ve Bizans İmparatorluğu’nun sonuna kadar faaliyetine devam etti. Aynı yıl Ticinum darphanesi kapandığı için, bir görüşe göre, Ticinum’daki darphane personeli Constantinopolis’e nakledilmişti. Darphane işareti olarak CON, CONS veya CONOB kullanılıyordu. Anadolu’daki Roma darphaneleri ise Cyzicus, Nicomedia ve Antiochia idi. Cyzicus (Erdek) muhtemelen İmparator II. Claudius(M.S. 268-270) zamanında açıldı ve Zeno’nun (M.S. 476-491) iktidarı sırasında kapandı. M.S. 518’de yeniden açılarak Bizans darphanesi olarak faaliyetine devam etti. Darphane işareti olarak K kullanılıyordu.
Nicomedia (İzmit) M.S. yak. 294’te açıldı ve Batı Roma’nın yıkılmasına kadar (M.S. 476) faaliyetine devam etti. Darphane işareti olarak N kullanıyordu. Antiochia (Antakya), M.Ö. I. yüzyılda Roma sikkelerinin basıldığı bir yerdi. M.S. III. yüzyıl ortalarına doğru bir Roma darphanesi olarak düzenli bir şekilde faaliyet gösterdi. Darphane işareti A, AN veya ANT idi. Bu darphanelere ilaveten Kappadokia’daki Caesarea’da (Kayseri) İmparatorluk döneminde gümüş ve bronz sikkeler basılmıştır. Bergama ve Ephesos ise İmparatorluk kistophorlarının darbedildiği darphanelerdi.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Türklerin İlk Kadın Hükümdarı: Tomris Hatun ve İskitler
İskitler (Sakalar)
İskitler, doğudan batıya doğru kavimlerin birbirlerini sıkıştırmaları sonucunda tarih sahnesine çıkmışlardır. MÖ 8. yüzyıl ile MÖ 3. yüzyıl arasında yaşamış göçebe bir topluluktur. Doğuda Çin Seddi’nden batıda Tuna Nehri’ne kadar, 40. ve 50. paraleller arasında, yaklaşık 7000 km’den fazla bir alana yayılmışlardır. Bunun sonuncunda çeşitli kavimler tarafından tanınmışlar ve bunların yazılı belgelerinde adlarından bahsedilerek haklarında bilgiler verilmiştir.
İskit adına ve onlarla ilgili bilgilere Grek kaynaklarında, Pers çivi yazılı metinlerinde, Asur ve Çin yıllıklarında rastlanmaktadır. Adı geçen kaynaklar dil, kültür ve coğrafya bakımından birbirinden farklı kavimlere ait olduğu için İskit adı bu kaynaklarda farklı şekillerde geçmektedir. Grek kaynaklarında Skythai, Asur kaynaklarında Aşguzai, Pers kaynaklarında Saka ve Çin kaynaklarında Sai olarak adlandırılmışlardır.
Yaşamış oldukları kültür coğrafyasından dolayı bozkır kavmi olmalarının yanında kültürlerinin ana unsuru olan attan dolayı da atlı kavimdir. Ok ve yay en bilinen silahlarıydı. Bunların yanında kısa kılıç ve mızrak da kullanmışlardır. Altın ve gümüş işçiliğinde usta oldukları için “Bozkırın Kuyumcuları” olarak tanınmışlardır. Önemli liderleri arasında Alp Er Tunga bulunmaktadır. İskitler, Alp Er Tunga’nın kağanlığı döneminde en parlak dönemlerini yaşamışlardır. Onun yönetiminde Asya’nın batısında ve doğusunda çekinilen güç haline gelmişler ve Perslerin yayılmacı politikasına engel olmuşlardır. Bir diğer önemli liderleri ise Alp Er Tunga’nın da torunu olarak bilinen ve yazımızın asıl konusunu oluşturan Tomris Hatun’dur.
İskit Kadınları
İskit kadınları ata biner, ok atar, at üstünde kargı savurur ve düşmanla savaşırlardı. Kadınları üç düşman öldürmedikçe evlenmezlerdi. İskit kadınları hakkında Antik Çağ yazarlarının değerlendirmeleri; “İskitler, askeri harekatlarda eşleriyle birlikte bulunan cesur kadınlara sahipler.” şeklinde olmuştur. Savaşlara katılan bu kadınlar tıpkı erkekler gibi savaş taktikleri kullanıyordu. Bu tür topluluklarda erkekler savaşla meşgulken sürülerin ve evin idaresi de kadınlara düşüyordu. Bundan dolayı da kadınların silahlı olması ve onları kullanmayı bilmesi gerekiyordu. Yapılan kazılar sonucunda silahlarıyla gömülmüş çok sayıda kadın kurganının bulunması bize İskit kadınlarının da savaştığını açık bir şekilde göstermektedir.
Bu toplumda ailenin kız çocuklarının bozkır hayatına hazırlanmasında da önemli görevler üstlendiklerini görüyoruz. İskit kadınlarının sağ memeleri yoktur. Çünkü kızlar daha çocukken anaları, bu iş için yapılmış tunçtan bir aleti şiddetle kızdırıp sağ memeye bastırarak dağlardı. Böylece memenin büyümesi önlenir, bütün kuvvet sağ omuz ve kola giderdi. Bu şekilde kadınlar gerek savaşlarda gerekse bozkır hayatının zorluklarına karşı daha güçlü mücadele etmişlerdir.
Tomris Hatun Kimdir?
MÖ 6. yüzyılda yaşadığı düşünülen ve bugün de Yakutlar olarak bilinen İskitlerin kadın Türk hakanıdır. Kocası öldüğü için İskitlerin başına geçmiştir. Birçok kaynak dünyada bilinen ilk kadın hükümdar olduğunu yazmaktadır. İsmi Öz Türkçedir ve günümüz kullanımıyla “Demir/Temir” anlamına gelmektedir. Tomris Hatun, Şerife Bacı gibi, Kara Fatma gibi, Nene Hatun gibi ismini tarih sayfalarına altın harflerle kazımıştır. Dünya ve Türk tarihinin kahramanı olan Tomris’in bu övgüleri neden hakkettiğini ve neden bu kadar değerli olduğunu yazımızda anlatmaya başlayalım.
Pers Kralı Kyros İle Mücadelesi
Pers Kralı Kyros, Yeni Babil Krallığı’na son verip Mezopotamya’yı hakimiyeti altına aldıktan sonra büyük olasılıkla Mısır’ı ele geçirmeyi planlamıştır. Ancak gerçekleştirdikleri yıpratıcı akınlarla imparatorluğun kuzeydoğu sınırını oluşturan yerleri tehdit eden İskitler, Kyros’un Orta Asya’ya ikinci bir sefer düzenlemesini gerektirmiştir. Kyros döneminde İskitlerin başında Tomris Hatun bulunmaktaydı. İskitlerin saldırılarını kesin şekilde durdurmayı amaçlayan Pers kralı, Tomris’e karşı sefer düzenleyerek Seyhun Nehri’nin ötesine geçmiş ve burada kendi ismine ithafen Kyropolis adında bir garnizon -askeri birliklerin bulunduğu- şehir inşa ettirmiştir.
Kyros’un İskitlerle olan mücadelesi hakkında en ayrıntılı bilgiler Herodotos‘a aittir. Herodotos’a göre, Kyros Babil’i ele geçirdikten sonra İskitler üzerine sefere çıkmıştır. İskit hükümdarı Tomris’e elçi göndererek kendisiyle evlenmek istediğini bildirmiştir. Ancak onun asıl amacının İskitleri Pers egemenliğine katmak olduğunu anlayan Tomris onun bu isteğini kabul etmemiştir. Pers kralı bu hileyle İskitlere boyun eğdiremeyeceğini anlayınca asıl niyetini gösterip ordusunu Aras Nehri üzerine getirmiştir. Ardından ordusunun nehri geçebilmesi için bir köprü inşa ettirmiş ve bu şekilde nehrin karşı tarafına geçmiştir. Bir süre sonra Tomris, Kyros’a elçi göndererek ona kendilerine saldırmaktan vazgeçmesini bildirmiştir. Eğer vazgeçmezse İskit ülkesine doğru yoluna devam etmesini söylemiştir.
Hain Plan
Pers kralı ve esir alarak beraberinde götürdüğü Lidya Kralı Kroisos, İskitlere boyun eğdirmek için bir plan kurmuştur. Bu plan doğrultusunda Kyros’a büyük bir ziyafet düzenlenmesini, ziyafet sona ermeden Pers ordusunun zayıf güçteki askerlerini bu ziyafetin başında bırakıp ordunun geri kalanıyla birlikte nehrin kıyısına geri çekilmesi söylenmiştir. Ziyafeti gören İskitlerin harekete geçip ziyafetten yararlanmak istedikleri esnada onların bu zayıf anını fırsat bilen nehrin kıyısındaki Pers ordusunun saldırıya geçmesi istenmiştir. Bu doğrultuda planı uygulamışlardır. Ziyafeti gören Tomris’in ordusunun üçte biri ziyafet alanına gelmiş ve buradaki Pers askerlerini öldürerek ziyafetteki yemeklerle karınlarını doyurmaya başlamışlardır. Yemek sırasında içtikleri şarabın etkisiyle sarhoş olan İskit askerleri bir süre sonra uykuya dalmıştır. Bu durumu gören beklemedeki Pers ordusu İskit askerlerinin üzerine saldırarak bir kısmını öldürmüş, bir kısmını ise esir almıştır. Esir alınanlar arasında Tomris’in oğlu Spargapises de vardır.
Spargapises sarhoşluktan ayılıp aklı başına gelince ellerinin çözülmesi için Kyros’a yalvarmıştır. Bu isteği yerine getirilince Perslerin elinde esir olmaktansa ölmeyi tercih edip ani bir hareketle kendisini öldürmüştür. Oğlu ve askerlerinin bir kısmının öldüğünü haber alan Tomris, Kyros’a bir mesaj göndermiş: “Olanlardan gururlanma, cesaret ile değil hile ile kazandın. Oğlumun ölüsünü bana geri ver ve ordularıma ettiğin hakarete rağmen cezalanmadan ülkemden çık git. Eğer böyle yapmazsan İskitlerin güneş tanrısı üzerine yemin ederim ki, ne kadar haris olursan ol seninle başa çıkacağım”. demiştir.
Tomris Hatun’un Öfkesi
Kyros, bu tehdide kulak asmayınca Tomris savaş hazırlıklarına başlayıp Kyros’un üzerine yürümüştür. MÖ 529 da Oxus Bölgesi’nde sabah vaktinde çok şiddetli bir savaş başlamıştır. Her iki ordu da uzun süre birbirlerine üstünlük kuramamıştır. Ancak savaşın ilerleyen anlarında Pers askerlerinin çok büyük bir bölümüyle beraber Kyros’da öldürülmüş ve böylece Pers ordusunu yenmeyi başarmışlardır. Savaşın ardından Tomris elinde kan dolu bir tulum ile ölüler arasında Kyros’un cesedini aramıştır. Kısa bir süre sonra Kyros’un cansız bedenini bulup kafasını kanla dolu olan tulumun içine sokmuş ve şu sözleri söylemiştir: “Canım sağ ve savaştan zaferle çıktım. Ama sen hileyle oğlumu yakalayarak onu öldürdün. Şimdi sana söz verdiğim gibi. Hayatında kan içmeye doymamıştın şimdi benim elimden kana doyuyorsun”.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Dünya Tarihinin En Gizemli Yapısı: Babil’in Asma Bahçeleri
Babil’in Kısa Tarihçesi
Babil’in Asma Bahçeleri, dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen antik bir yapıdır. Fakat onun gerçek bir yapı mı yoksa efsanelerden mi ibaret olduğu tam olarak bilinmemektedir. Babil’in Asma Bahçeleri dendiğinde hemen hemen hepimizin aklına gelen tasvir cennetimsi bir yer olmuştur. Şimdi bu gizemli yapıyı ayrıntılara yer vererek inceleyelim.
İlk olarak Babil kelimesinin ne anlama geldiğine bakacak olursak, Babil adı (bab “kapı”, ili “tanrının”) Akadca “Tanrının Kapısı” anlamına gelmektedir. Mezopotamya’da Babil kenti etrafında kurulmuştur. İçinden Fırat Nehri’nin aktığı bu kent, bugünkü Irak’ın başkenti Bağdat’ın yaklaşık 50 km güneyinde (Irak’ın El Hila kasabası) yer almaktadır. Sami kökenli bir topluluk olan Babilliler, MÖ II. binyılın başlarında Amorit kökenli bir sülalenin yönetiminde ortaya çıkmıştır.
Babillerin en ünlü ve güçlü hükümdarı yaptığı yasalarla ünlü olan Hammurabi’dir. Hammurabi öldükten sonra Babil uygarlığı gücünü yitirmeye başlamıştır. Babil uygarlığı kısa sürede Hitit, Asur, Elam gibi birçok krallığın egemenliği altına girmiştir. Babil tarihi, I. Babil ve II. Babil Devleti olmak üzere ikiye ayrılır. I. Babil Devleti Hititler tarafından yıkıldıktan sonra MÖ 612’de II. Babil Devleti kurulmuş ve bu devlet de MÖ 539’da Persler tarafından yıkılmıştır.
Babil’in Asma Bahçeleri
“Asma bahçeleri” deyimi burada bizim bildiğimiz manadaki üzüm veren asma bitkisini değil, tonozlar (kemerlerin bir araya gelmesiyle oluşan tavan örtüsü) ve yapay teraslar üzerinde yer alan bahçeleri tanımlamaktadır. Bu görünüşleriyle asılı bahçeler veya asma bahçeler adını almıştır.
Babil’in Asma Bahçeleri’nin varlığına dair elimizde sağlam ve somut kanıtlar bulunmamaktadır. Konu ile ilgili bilgilerin hemen hemen hepsi Antik Yunan kaynaklarına dayanmaktadır. Bu kaynakların büyük bir bölümü de muhtemelen Babil’i hiç görmemiş antik dönem yazarlarının söylentilerden veya kendilerinden önce yazılmış antik kaynaklardan yararlanarak yaptıkları yazılardır. Köklü bir yazın geleneği olan ve kralların faaliyetlerinden bahseden Babil çivi yazılı kaynakların bu kadar büyük bir imar faaliyeti konusunda bilgi vermemeleri oldukça şaşırtıcıdır.
Babil Kazıları ve Arkeolog Koldewey
1899-1917 yılları arasında Babil kazılarını yapan Alman arkeolog Robert Koldewey’in kazı sonuçları ve asma bahçeleriyle ilgili değerlendirmeleri bulunmaktadır. Bu kazılar sonucunda kentin özellikle Yeni Babil Dönemi’ndeki planını büyük ölçüde ortaya çıkarmıştır. Bu değerlendirmeler ise bahçelerin varlığı ve yeriyle ilgili somut kanıtların öne sürülmesi açısından önemlidir.
Koldewey’in asma bahçeler olarak tanımladığı yapı grubu “tonozlu yapı” olarak adlandırılır. Bu yapıda güney-kuzey yönlü bir koridorun her iki yanında bu koridora açılan yedişer adet oda bulunur. Kalın bir duvarla çevrelenmiş bu odaların oluşturduğu yapı yine kuzey-güney yönünde uzanan dikdörtgen bir plan gösterir. Bu yapının çevresini dar bir koridor kuşatır ve bu dar koridorun batı ve güney yönünde de birer oda dizisi bulunur. Koldewey kazı raporunda, doğuda yer alan bu küçük hücrelerden birinin içinde hidrolik bir mekanizmanın bulunduğu ve bu odanın sulama ile ilgili bir yer olduğu önerisini getirmiştir. Yine Koldewey’e göre, bu yapının taştan inşa edilmiş olması ve bahçelerin bu tonozlu yapılar üzerine kurulmuş olabileceğini göstermektedir.
Koldewey’e göre asma bahçelerin görünümü
Başlangıçta doğru kabul edilen bu görüş sonraları bazı tartışmaları beraberinde getirmiştir. Daha sonraki yıllarda bu alanda bir tablet arşivinin bulunması bu yapının bir erzak deposu olabileceği görüşünü ortaya çıkarmıştır. Diğer bir sorunsa sulamayla ilgilidir. Fırat’tan bu kadar uzak bir noktaya suyun nasıl getirilmiş olabileceği sorunudur. Çünkü Antik kaynakların büyük bir bölümü bahçelerin hemen Fırat’ın kıyısında olduğundan ve sulamanın nehirden çekilen su ile sağlandığını belirtmiştir.
Beş Antik Kaynak
Asma bahçelerle ilgili bugün elimizdeki bilgilerin çoğunu beş antik kaynağa borçluyuz. Babil’i gördüğü rivayet edilen tarihin babası olan Heredot’un Babil surlarının muhteşemliğinden bahsedip asma bahçeler hakkında bilgi vermemesi ilginçtir. Bunun yanında doğu tarihiyle ilgili önemli kaynak olan Ksenephon bu bahçelerin varlığına değinmemiştir. MÖ 3. yüzyılda Babil’de yaşamış olan Berossos’un anlattıkları Babilli olmasından dolayı önem taşımaktadır. Yazmış olduğu “Babil Tarihi” adlı kitabında Yeni Babil Dönemi hakkında önemli bilgiler verdiği düşünülmektedir. Ama ne yazık ki Berossos’un bu eseri günümüze kadar ulaşamamıştır. Ancak kendinden sonra gelen antik yazarların alıntılarından bilgi edinmekteyiz. Eskiçağ dünyasının ünlü coğrafyacısı Anadolulu Strabon (MÖ 64-MS 21) ve aynı tarihlerde yazan Diodorus da asma bahçelerle ilgili bilgi vermektedir.
Kentin genel görünümü
Her Şey Aşkı Uğruna
Berossos, asma bahçelerin MÖ 605-562 yıllarında hüküm sürmüş olan Nebukadnezzar tarafından yaptırılmış olduğunu söyler. Yazara göre, Nabukadnezzar’ın Asur’a karşı Medlerle MÖ 614’te yapmış olduğu siyasi ittifaka paralel olarak Med kralı Astyages’in kızı Amytis ile evlendiğini belirtir. Nebukadnezzar’ın Media’nın dağlık ve yeşil topraklarından gelen karısının memleket hasretini biraz olsun giderebilmek için bu bahçeleri inşa ettirdiğini söyler. Memleketindeki alışkanlıkların özlemini çeken karısı için sözde asılı bir cennet kurmuştur. Karısının dağlık yerlere tutkunluğundan dolayı sarayın içine aynen dağ manzarasını kopya etmiş ve benzerliği tamamlamak için her tür ağacı diktiği çok yüksek taş teraslar oluşturarak, asma bahçeleri kurmuştur. Bu bilgileri Berossos’un kitabından birebir alıntı yaparak veren daha geç dönem yazarlarından olan Josephus’tan öğrenmekteyiz.
SONUÇ
Bu bilgiler ışığında bahçelerin birbiri üzerine yükselen basamaklı bir tarzda inşa edildiği, dış görünüşün bir tiyatroyu veya Mezopotamya’nın anıtsal yapılarından olan zigguratları anımsattığı ve dışarıdan bakıldığında ağaçlarla kaplı bir dağ görünümünü verdiğini anlamaktayız.
Teraslar masif duvarlarla desteklenmiş fakat bunların tuğla mı yoksa taş mı olduğu tam olarak belli değildir. Bu bilgiye karşın üstteki nemli toprak geniş gövdeli ve yüksek ağaçların ağırlığını taşıyabilecek taştan kalın duvarlara da ihtiyaç duyulmuş olabileceğini bize göstermektedir. Muhtemelen her katı taşıyan taştan inşa edilmiş kemerli tonozlar ve taşıyıcı ayaklar bulunmaktadır. Teraslar halinde yükselen bahçenin en üst kısmı şehir surlarıyla neredeyse aynı yüksekliktedir. Bu yükseklik ise yaklaşık 25 m’dir. Strabon ve Diodorus kare planlı olan bahçelerin her bir kenarının 120 m olduğunu belirtmiştir. Bu durumda bahçelerin yaklaşık 14.400 m2 bir alana yayılmış olabileceği düşünülmüştür. Suyun büyük ihtimalle Fırat’tan sağlandığı düşünülüyordu. Diğer teraslara ise çeşitli teknikle kanallar vasıtasıyla su iletiliyordu.
Asma Bahçelerin rekonstrüksüyonu
Bahçede çeşitli bölgelerden getirilmiş meyve ağaçları ve hoş kokulu bitkiler bulunmaktaydı. Anlatımlardan bahçelerin kraliyet ailesine ait olduğu, halka ise açık olmadığı anlaşılıyordu. Muhtemelen yıllarca süren yıkım, tahribat ve Fırat taşkınları bu bahçeleri ortadan kaldırmıştır. Bugün sadece antik kaynaklardan tanıdığımız ve antik kaynaklara dayanılarak dünyanın yedi harikasından biri olarak seçilen Babil’in asma bahçelerinden elimize söylencelerden başka bir şey kalmamıştır.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
İnsanların Diğer Beğendikleri
2
Beğeniler
Tanınmış kişi
Sayfa Yöneticileri
-
Muhammet KayaKurucu