Beğeniler
Öncelikle biraz yazarımızdan bahsedelim. .
Zeynep Selvili Çarmıklı
Son zamanlarda yazdığı kitaplar ve yaptığı programlarla programlamlarla adından çokça söz ettiren yazarımız26 Haziran 1987 yılında İzmir’de doğmuş. Çocukluk yıllarında hayali balerin olmaktır ancak çok sevdiği köpeği hastalanınca balerinlik hayalleri yerini veterinerliğe bırakır. İzmir Saint-Joseph Fransız Lisesi’nde okurken yaz dönemleri gittiği Princeton ve Georgetown üniversitelerinde Psikolojiye merak salar yazarımız ve bu durumda annesinin her zaman kullandığı “Her şey insanlar için.” Sözünün büyük etkisi olabileceğini dile getirir.
Saint Joseph Fransız lisesine giden Zeynep Selvili Çarmıklı Miami Üniversitesinde Sinema ve Psikoloji çift ana bilim dalını bitirmiş ve oldukça başarılı bir eğitim hayatı olmuştur. Sonrasında New York Üniversitesinin Uygulamalı Psikoloji Bölümünde yüksek lisansını yapar sevgili yazarımız.
Amerika’da bulunduğu süre zarfında kendini geliştirmeye çalışan Zeynep Selvili Çarmıklı ilk olarak bilişsel ve davranışçı terapi ile depresyon tedavisi ve davranışsal aktivasyon alanında eğitim alır.
Daha sonra New York’ta problem çözme tedavisi, travma sonrası terapi ile aile terapisi, çocuk ve ergenlerde intihar ve uygulamalı pozitif alanında kendini geliştirir.
2012 yılında kesin dönüş yaptığı Türkiye’de internet üzerinden psikolojik içerikli bir program yapmıştır. Bu programda her hafta izleyicilerin merak ettiği sorulara, kendini geliştirmek isteyen bireylere yönelik yardımlarda bulunur.
“Bilinçli Farkındalık” ve “Öz-Şefkat” konularına odaklanarak “Kabul ve Kararlılık Terapisi”, “Şefkat Odaklı Terapi” ve “Öz-Şefkatli Farkındalık” konularında pek çok uluslararası eğitime ve seminerlere katılır. 2017 yılında Türkiye’nin ilk “Öz-Şefkatli Farkındalık” eğitmeni olmaya hak kazanıp Bahçeşehir Üniversitesi’nde “Öz-Şefkatli Farkındalık” eğitimini vermeye başlar.
Kendi kendisinin en iyi ve en yakın arkadaşı olmaya devam eden Zeynep Selvili Çarmıklı, Psikolojik kuramların temeliyle kendi hikayesini harmanlayıp yazdığı Pembe Fili Düşünme isimli kitabı ile 2018 yılının en çok okunan yazarları listesinde yerini almıştır.
Pembe fili düşünmemem gerekiyor. Tamam, o zaman kocaman, gri bir balina düşünürüm. Pembe fili düşünme. Balinalardı değil mi su püskürten? O kadar zaman nefeslerini mi tutuyorlar, ne yapıyorlar? Pembe fili düşünme. Geçenlerde aldığım kitabı da düşünebilirim. Pembe fili düşünme. Çok heyecanlıyım başlamak için. Pembe fili düşünme. Pembe fili düşünmemem lazım. Acaba kaç defa düşündüm? Pembe fili düşünme.
Böyle de düşünmemem lazım galiba. Pembe fili düşünme. Pembe fili düşünme. Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu. Pembe fili düşünme. Of kaç dakika oldu acaba? Pembe fili düşünme. Dakika tutmayı unuttum galiba. Pembe fili düşünme. Pembe fili düşünme. Acaba telefonum nerede? Kılıfı da pembe! La la la la. Pembe fili düşünme. Pembe fili düşünme.
“İlk panik atağımı 28 Kasım 2006’da Miami’de üniversite ikinci sınıftayken geçirdim.”
Bu cümle ile başlar Pembe Fili Düşünme. Yazarımız ilik panik atak geçirdiği andan başlar serüvenlerini anlatmaya ve psikolog olduğu ana kadar devam eder bu süreç. Yazarımızın kendi deyimiyle “bir kişisel gelişim değil, kişisel kabul” kitabı olan Pembe Fili Düşünme beş bölümden oluşur ve nasihatlar verip ‘sen her şeyi başarabilirsin’ tarzı bir dil kullanmaktan ziyade kendi kabulleniş sürecini, deneyimlerini ve konu ile ilgi örnekleri sunar bize Zeynep Selvili Çarmıklı.
Yazarımız ilk panik atağını geçirdiğinde bu olayı o kadar yoğun yaşar ki kalp krizi geçirdiğini düşünür bir arkadaşının yardımı ile alalacele hastaneye koşar ve orada yaşadığı şeyin kalp krizi değil bir panik atak krizi olduğunu öğrenir önce. Sonrasında ise işler biraz sarpa sarar. Çünkü yazarımız korkmuştur ve bu korku ile eve kapatır kendisini, dış dünyadan yani kendisine tekrar panik atak geçirebilecek her şeyden soyutlar kendisini. Düşüncesinde şu vardır evde de geçirebilir evet ama dışarıda olacağına evde olsun! Durum o kadar ciddi bir boyuta ulaşır ki okulunu bırakma aşamasına gelir yazarımız. Bu şekilde kaçarak, sakalanarak uzun bir zaman geçirir ve aklında sürekli şu cümle vardır ‘ya yine panik atak geçirirsem.’
Ve neyse ki sonunda şunu öğrenir; duygularını bastırmak, onlardan kaçmak doğru değildir, onlarla yüzleşmek gerekir.
Zihnimizin en karanlık noktasına yer etmiş ve sürekli onlardan kaçarak daha derine atmaya çalıştığımız tüm o duyguları, acıları, mutsuzlukları, hatıraları gün yüzüne çıkarıp onlarla yüzleşmemiz gerektiğini söyler bize yazar. Zira insanı insan yapan tüm yaşadıkları ve tüm duygularıdır.
Beynimizi bir şeyi düşünmemek üzerine programladığımızda bir süre sonra düşündüğümüz tek şeyin aslında düşünmemek istediğimiz şey olması kaçınılmaz bir hal alır. Kitabın adı da oradan gelmekte aslında. Hatta kitabın ilk bölümünde yer alan kısımlardan birin de, Pembe Fili Düşünme! Komutunun aslında yalnızca onu düşünmeye yaradığını ve bundan nasıl kaçınacağımızı açıklayıcı örneklerle anlatmakta yazarımız.
Bilinçli farkındalık, Öz-şefkat, Kabul ve Kararlılık…
Bu üç kavram üzerine kurulmuş kitabın ana teması. Korkularımızın farkına vararak onları kabullenmemiz gerektiğini söyler bize yazar ve ekler korkularımızı kaçarak değil ancak kabullenerek yenebiliriz.
Kitabın ikinci bölümüne geçildiğinde ise etiketlerden bahseder yazarımız. Hayatımız boyunca birileri tarafından veya kendimiz tarafından oluşturulmuş etiketlerimizin (güzel, çirkin, başarılı, aptal, cesur, akıllı, korkak…) aslında bizim üzerimizde bıraktığı etkiden bahsediyor yazarımız. Bu etiketler gerçekten de bizim için iyi birer yol arkadaşı mı yoksa bizi bir kutuya tıkmaya çalışan gardiyanlar mı? Bu konuyu ele alırken de yine kendi hayatından örnekler vermeyi ihmal etmiyor yazarımız. Katıldığı bir seminerde yaşadıklarını anlatarak etiketlerin hayatımızdaki rolünü kavramamıza yardımcı oluyor. Ve tabi en güzel kısmı da örnek olaylara bağlı olarak kitabı bir kenara bırakıp deneyler yapmamızı istiyor bizden yazarımız.
Dünyadaki en acımasız sesin bizi sorgulayan, her hatamızda ‘sen ne yaptın’ diye nağralar atan sesin yani iç sesimizin olduğunu söylüyor bize yazar. Bu ses bizi yaptığımız her hatada kendimizi sorgulamaya iter diyor ve ekliyor onu dinledikçe hata yapmaktan korkarız ve zamanla da hiçbir girişimde bulunmamaya başlarız. Peki o içsesi ve çevremizde sürekli bizi sorgulamak için bekleyenleri nasıl susturacağız?
Çocukluğunda annesi ile olan bir anısından bahsediyor bu kısımda yazarımız, aslında o iç sesin nasıl doğduğundan. ‘Şevkatli bir dost eli’ uzatıyor yazar bize bu her alanıyla içimizi ısıtan kitapta. Kitabın her sayfasında, her satırında kendimizi bulmamız mümkün. O kadar bizden ki kitap hatta o kadar da biz aslında. Çevirdiğimiz her sayfada, okuduğumuz her satırda, yazarımızın her anısında kendimizden bir parça buluveriyoruz hemen. Çünkü yaşananlar ortak, acılarımız, mutluluklarımız, kaygılarımnız, korkularımız o kadar benzer ki birbirine onun anılarını okurken birden kendi anılarımız canlanıveriyor gözümüzün önünde.
Hayatımız boyunca bizi çıkmaza sokan, takılıp düşmemize sebep olan hatta bazen düştüğümüz yerden kalkmamıza bile engel olan her türlü zorluğu aşabilmemiz için adeta rehber niteliğinde bir kitap. Ama bilinenin aksi bir durum var var bu kitapta. “Onu şöyle yaparsan böyle olur” gibi emir kipleri ya da yönlendirmeler yok bu kitapta, hatta okurken hiç tanımadığımız bir beni ortaya çıkarmamızı da söylemiyor kitap bize. Bunun aksine tanıdığımız, var olduğunu bildiğimiz hatta çoğu zaman korkup kaçmaya çalıştığımız benle yüzleşip, onu kabullenmenin yollarını sunuyor bize tüm içtenliğiyle.
Çirkin ya da güzel, başarılı ya da başarısız, çalışkan ya da tembel her ne isek kendimizi kabul yoluna giriyoruz bu kitap ile. Bu zamana kadar beğenmediğimiz her yönümüz ile kucaklaşıp onu sevmeye başlıyoruz. Hayır öyle önyargılı bakmayın hemen! Kitabı okurken o kadar kendimizi buluyoruz ki her cümlede bunu istemesek de, inanmasak da yapıyoruz.
Kitap aslında bize mükemmel olmadığımızı ve hatta ne kadar uğraşsak da mükemmel olamayacağımızdan bahsediyor. Evet belki mükemmel değiliz ama neden şikayet etmek yerine kendimizle barışık olmayı, her koşulda kendimizi sevmeyi denemiyoruz? Mükemmel olmasak da kendimizi sevdiğimiz taktirde yaptığımız her işin en iyisini yapacağımızı anlatıyor yazar bize. Ve tüm bunları da alalade bir dille, üstten bakarak değil kendi hayatına dair eğitiminden, katıldığı seminerlerden hatta çocukluğundan örnekler vererek anlatıyor ve aslında kitabı bu kadar sevip benimsememizi de bu içtenlik sağlıyor. Çevirdiğimiz her sayfada içimiz biraz buruk, bazen mutlu ve ne olursa olsun huzurlu bir şekilde hak veriyoruz yazara.
Hayatımızın zor bir evresinden geçiyorsak eğer Öz-şefkat bize iyi gelecek olan tek şey diyor Zeynep Selvili Çarmıklı. İçinize dönün, kendinizi motive din, öz-şefkate sarılın diyor. Bizim en büyük destekçimiz, başarı sebebimiz şefkat ve onu hayatınızdan eksik etmeyin diyor.
Ve kitabın son bölümünde en önemlisi değerlerimizden bahsediyor. En çok da hedeflerle karıştırdığımız değerlerimizden. Değerlerimiz bizim iskeletimizdir diyor ve ekliyor; “Değerlerimiz hep bizime kalır ve yol gösterir. Hedeflerimiz ise daha ziyade gelecek odaklı ve bir yandan gözlerimizi gelecekteki belirli bir noktaya dikip ilerlerken diğer yandan da gündelik yaşantımızda değerlerimizi yaşayabilmemize yardımcı olur.”
Kısacası her açıdan, başucu yapabileceğiniz bir kitap. Kendi içinizde sorunlarınız varsa ve çözemiyorsanız, boğulacak ve kaybolacak gibi oluyorsanız sizin için rehber niteliğinde bir kitap yazmış Zeynep Selvili Çarmıklı. Bölümler halinde yazılmış olması, tekrar tekrar açıp, istediğiniz, ihtiyaç duyduğunuz konuyu rahatlıkla bulup okumanızı sağlayacak. Eğer şu an zor bir süreçten geçiyorsanız ve kendinize çözüm önerisi olan bir sohbet arkadaşı arıyorsanız Pembe Fili Düşünme’yi bir deneyin derim. Yolunuzu bulmanıza yardım edeceğine inanıyorum.
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Bülbülü Öldürmek “İstediğin kadar saksağan vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.” Bülbülü Öldürmek uzun zamandır okumak istediğim ancak okumayı sürekli ertelediğim bir kitaptı. Okumaya başlar başlamaz da kendimi bambaşka bir coğrafyada buldum. Bülbülü Öldürmek; keşke hiç bitmese dediğim, bitirdiğim gün özlemeye başladığım ve anısı içinimde her daim taze kalan kitaplardan. 1930’ların Alabama’sında geçen bu eserin içinde hayata dair pek çok ipucu bulmak mümkün. Roman temelde Scout adlı anlatıcı karakterimiz, onun kendisinden bir kaç yaş büyük ağebeyi Jem, yakın arkadaşları Dill ve avukat olan babaları Atticus’un hikayesini içermekte. Bu dört ana karakter çerçevesinde; ırkçılık, adalet, özgürlük, eşitlik, cinsiyet, ayrımcılık, büyümek ve ergenlik gibi hassas konuları sade ancak çok etkili bir dille ele alıyor yazar.Roman otobiyografik bir tarzda ve kahramanı olan Scout’un ağzından yazıldığı için romanın genelinde çocukca bir bakış açısı hakimdir. Temal olarak iki bölümden oluşan kitabın birinci bölümde, kendi ailesini nereden geldiklerini ve genel özelliklerini fazla teferruata inmeden tanıtır. Kasabayı, kasabadaki ilginç olan Radley ailesini tanıtır. Boo adında Radley’lerin bir çocuklarının kayboluşu, Radley’lerin evden dışarı çıkmayışı ve evlerinin kapısının sürekli kapalı oluşu Radley’leri kasabalıların, özellikle de çocukların gözünde bir hayalete evlerini de bir kabus haneye çevirmiştir.Bunun yanı sıra Scout ve Jem’in Dill ile tanışması, onunla birlikte geçirdikleri yaz tatili ve sonrasında okulun açılmasıyla başlayan süreç anlatılmaktadır. İkinci bölümde ise; Scout’un gözünden, haksız yere suçlanan bir zenciyi savunan babası Atticus’un yaşadıklarını, bunun çocuklara nasıl yansıdığını ve Jem’in ergenliğe girişini görüyoruz. Bu yazımda romanı özetlemekten ziyade karakterler hakkında konuşmak istiyorum. Öncelikle belirtmem gerekir ki, romanı okurken beni en çok etkileyen karakter Atticus oldu. Atticus, “iyi bir insan nasıl olmalıdır?” ve “nasıl iyi bir baba olunur?” sorularının yanıtını veriyor bize. İnsanları olduğu gibi kabul eden, onları anlamaya çalışan, yargılamayan ve çocuklarına da bunu öğütleyen bir adam. Örneğin kızı öğretmeninin kendisine davranışları nedeniyle okula gitmek istemediğinde, ona şu şekilde öğüt vermekte; “… basit bir sırrı öğrenirsen her türlü insanla anlaşman kolaylaşır, Scout. Bir insanı anlayabilmek için o insanın baktığı açıdan bakmayı becerebilmelisin. Kendini onun yerine koyup her şeyi onun gördüğü gibi görmelisin.”
Bu aslında hepimizin bildiği basit bir kural ancak uygulama aşamasında çoğu zaman tembelliği tercih ediyoruz. Tembellik ettiğimizi düşünüyorum çünkü empati kurmak aslında düşünsel olarak zaman alan ve günümüzün ‘benmerkezci’ dünyasından uzaklaşmayı gerektiren bir süreç. Romanda da Atticus’u ve onun çocuklarını kasabalılardan ayıran en temel özellik de bu aslında. Atticus sadece çocuklarına öğüt vermekle yetinmeyip aynı zamanda yaşayışıyla da onlara rolmodel olmakta. Örneğin kasabanın yargıcı gelip tecavüz suçuyla yargılanacak olan Tom Robinson’un avukatı olmasını istediğinde onu reddetmiyor, aksine tüm kasabanın kendisine ve ailesine cephe alacağını bile bile bunu kabul ediyor. Hatta çocuklarının kasabalıların etkisinde kalmasından korkmasına rağmen ilkelerine sahip çıkmayı tercih ediyor. “Ama bu davayı almasaydım çocuklarımın yüzüne bakabilir miydim sanıyorsun? … Tek umudum, tek duam Jem’le Scout’un öfkeye kapılmadan bunu atlatması, en önemlisi de bunu Maycombluların alışılagelmiş hastalığına kapılmadan yapmaları. Bir siyahiyke ilgili bir şey olduğunda aklı başında insanların neden akıllarını kaçırdıklarını anladığımı söylesem yalan olur… Umarım Jem ile Scout bir cevap aradıklarında kasabada konuşulanları dinlemek yerine bana gelirler.” Irk ayrımının çok derinden hissedildiği yıllarda Alabama bölgesinde böyle bir cümleyi kurabilmek gereçekten cesaret ve dürüstlük gerektirir diye düşünüyorum. Atticus Finch aslında bize en temel insan hakları kuralını hatırlatıyor. Renkleri, dilleri, dinleri, cinsiyetleri, cinsel yönelimleri, ırkları ne olursa olsun bir insanı diğer bir insandan üstün kılacak hiç bir sebep yoktur. Atticus dışında romanın anlatıcısı olan Scout da sizi okurken etkileyen karakterlerden birisi. Olayları ve hayatı onun bakış açısından görmek, “büyük”lerin algısındaki kusurları daha net fark etmemizi sağlıyor. Çünkü herhangi bir içten pazarlık ya da hesap olmaksızın, masum ve düz bir çocuk bakışı ile olaylara baktığımızda aslında her şey olduğundan çok daha basit ve çözülebilir görünebiliyor. Romandaki etkileyici sahnelerin neredeyse tamamı çocuk masumluğu üzerine kurulmuş. Örneğin; mahkemede Tom Robinson’un davalı tarafın avukatı tarafından sorgulanması sırasında Dill kendisini kötü hisseder ve Scout ile mahkeme salonunun dışına çıkarlar. Dill’in kendisini kötü hissetmesinin nedeni aslında davacı avukatın sanık Tom Robinson’la konuşma ve tavrının kabalığıdır. Dill, kimsenin bir başkası ile bu şekilde konuşmaya hakkı olmadığını düşünmektedir. Hatta dışarda karşılaştıkları Bay Raymond da bunun farkındadır ve onlara şöyle der: “ Çünkü sizler çocuksunuz, anlayabilirsiniz… Olup bitenlere şu oğlanın henüz aklı ermiyor, biraz daha büyüsün midesi de bulanmaz, ağlamaz da. Belki de her şeyi doğru bulmasa bile ağlamaz. […] Bazı insanların hayatlarını bazı insanların hiç düşünmeden cehenneme çevirmesine ağlamazsın. Siyah insanların hayatlarını beyaz insanların, bir an olsun onların da insan olduklarını düşünmeden cehenneme çevirmesine ağlamazsın.” Ben bu yazıda çocuk masumluğuna güzelleme yapma amacında değilim. Ancak şu parantezi açmadan da geçmek istemiyorum; sadece roman üzerinden kendi hayatıma baktığımda pek konuda ‘hissizleşme’ye başladığımı üzülerek fark ettim. Artık bir savaşta anlamsızca hayatını yitiren bir insan için samimi olarak eskisi kadar üzülemiyorum. Bunu bir özeleştiri, masumiyet kaybı, hisssizlik hatta kötülük olarak okuyabiliriz. Öte yandan temel bir savunma mekanizması olarak da kabul edip üstünü örtebiliriz. Hangisinin doğru ve olması gereken olduğunu açıkçası ben bilmiyorum. Her sabah gazeteyi açıtığımda, internette dolaştığımda karşıma çıkan pek çok ‘ağlanması gereken’ haberle karşılaşıyorum ve bunların sadece marjinal olanlarına gözlerim dolabiliyor. Gittikçe o ‘marjinal’in önüne ‘daha’, bir tane daha ‘daha’ eklemek gerekiyor. Köreliyoruz. Bu parantezi daha da uzatmadan kapatıp kitaba dönmek istiyorum.
Roman hakkında daha söylenebilecek çok şey ve anlatılması gereken çok karakter var. Ancak onların hepsini burada yazmak romanı okumak isteyenlere haksızlık olabilir. Yine de eser hakkında birkaç bilgi vermeden yazımı sonlandırmak istemiyorum. Roman 1960’da yayımlandıktan sonra 1961 yılında sinemaya uyarlanıyor. Senaryosunu Horton Foote'un uyarlayıp yazdığı Robert Mulligan’ın yönettiği, önemli rollerinde Gregory Peck, John Megna ve Frank Overton paylaştığı 1961 de vizyona giren filmin yapımcısı Alan J. Pakula'dır. Film sekiz dalda birden aday gösterildiği 1963 Nobel- Akademi Ödülleri'nden- "en iyi erkek oyuncu", "en iyi sanat yönetimi" ve "en iyi uyarlama senaryo" dallarında olmak üzere üçünü kazanmıştı. Ayrıca Cannes Film Festivali'nde Robert Mulligan'a "Gary Cooper Ödülü" verilmişti.Film özgün müziği de Altın Küre ödülünü kazanmıştır Bülbülü Öldürmek romanın filmi " ABD de "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilmiş ve Kongre Kütüphanesi'nin "Ulusal Film Arşivi"nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.” Ayrıca roman 1961 yılında Pulitzer Ödülü’nü de kazanmış. Sonsöz olarak şunu söylemek isterim ki, bu eser her insanın okuması gereken bir roman. Ben okumak için geç kaldığımı bile düşünüyorum.Bir çırpıda bitirmek isteyeceğiniz, okurken kendinizi bir anda olayların içinde buluvereceğiniz, bittiğinde de geri dönüp tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz eşsiz bir eser. Hatta öyle ki en sevdiğim romanlar listesine tepeden giriş yaptı bile. İlk fırsatını bulduğunuzda mutlaka okumalısınız. “Yalnızca tek bir insan türü varsa, o zaman neden hiç geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin özel bir çaba harcayarak birbirlerini aşağılıyorlar, Scout, galiba bir şeyleri anlamaya başlıyorum. Galiba Öcü Radley’in bunca zamandır evden çıkmamasını anlamaya başlıyorum… Dışarı çıkmamak istediği için evde kalıyor.”
Bunu beğenen ilk kişi ol.
İnsanların Diğer Beğendikleri
Kütüphane
2
Beğeniler
Kütüphane