Bilgi Kaynağı
tarafından Admin
(Berlin'den Poznan'a)
Kasım 2019
Kardeşim Gökhan ile bundan 4 yıl önce yaptığımız Leipzig seyahatinden dönüyorduk.
Havaalanında son biralarımızı içerken bana;
"Abi ben burayı çok beğendim, acaba göç etsem nasıl olur?" diye sordu. Ben de,
"Durumlara bakılırsa iyi olur ama büyük iş, sen bilirsin" dedim.
O seyahatte daha 'ja-nein' demeyi bilmeyen ve benim liseden kalma Almancam'a hayran kalan Gökhan hemen sıkı bir disiplinle sıfırdan Almanca öğrenmeye başladı.
Goethe Institut kurslara ilk başvuran 21 kişiyi alıyormuş. Erkenden gidip kaydolan Gökhan'ın söylediğine göre 21 kursiyerin 5'i Almanya'ya göç etmeye niyet eden uzman doktorlarmış.
Kendisi de İstanbul'un en iyi hastanesinde, Türkiye'deki en iyi doktor maaşlarından birine çalışırken; evi, ailesi ve kurulu düzeni varken böyle bir karar aldı.
Almanya'ya göçme kararını verdikten 1,5 yıl sonra önce B2 sonra C1 seviyesindeki Almanca sınavlarını geçti, 2. yılın sonunda Bremen'de çalışmaya başlamıştı. Kısa sürede ailesini de yanına aldı
Şimdi 2 senedir Almanya'dalar.
Artık birbirimizi iç hat yerine dış hat biletiyle görebildiğimizden karşılıklı ucuz bilet kolluyoruz.
Corendon Havayolları'nın İzmir'den Almanya'ya direk sefer koyduğunu okuyunca Gökhan'a en yakın şehir olan Hamburg'a bilet aldım.
Plan olarak da benim daha önce görmediğim Polonya'ya bir araba seyahati yapmayı planladık.
Gökhan taşındıktan kısa süre sonra aldığı Mercedes'iyle beni Hamburg Havaalanı’ndan aldı.
Yanında BlaBlaCar aracılığıyla Bremen'den getirdiği Tayland’lı bir oğlan vardı. BlaBlaCar parayla otostop gibi bir şey. Türkiye'de de var ama Avrupa'da çok yaygın.
Onu indirdik, Fransizka diye bir kız aldık. Mesela Gökhan bu kızdan Hamburg-Berlin için 13 euro almış, normalde otobüsle gitse 50 euro tutuyormuş. Gökhan parasından ziyade yolda sohbet olsun diye yaptığından fiyatı iyice düşük tutmuş.
Kızın binmesiyle arabayı kesif bir kahve kokusu sardı.
Meğer Fransizka Hamburg Tchibo'da çalışıyor, Berlin'e ailesinin yanına gidiyormuş. Yolda güzel sohbet oldu.
Daha önce 1,5 sene tek başına G. Amerikayı gezmiş. Anneannen ölüyor diye haber gelince dönmek zorunda kalmış. Anneannesi ölündükten sonra da bir daha gidememiş.
Bir markette durup Berlin'de evinde kalacağımız (Couchsurfing'den) Jasmin'e şarap, bana da Almanya'ya hoş geldin birası aldık.
Şarabı hediyelik aldığımdan lükse kaçtım 4 euroluk bir İtalyan şarabı aldım. (Yetmezse diye bir de 2,5 euroluk normal Chianti)
Berlin'de Franziska'yı indirdikten sonra Jasmin'in evini Google sayesinde elimizle koymuş gibi bulduk.
Jasmin'i doktor ve yelkenci olduğu için seçmiştim.
Kendisi hastanede çalışan bir patologmuş.
Hastanesi metro ile bir saat mesafedeymiş. Bu evde öğrenciliğinden beri oturduğundan kirası çok ucuz kalmış, değiştiremiyormuş. 66 metrekarelik daireye aylık elektrik su hariç 470 euro veriyormuş.
Şimdi kiralamaya kalksa en az 800 euro edermiş.
Evi eski, çok klas bir apartmandı, içinin dekorasyonu da sade ve güzeldi. Zaten herkes psikiyatristleri en kültürlü ve entellektüel doktor grubu sanır ama patologlar daha iyidir.
Getirdiğimiz şaraplarla mutfakta sohbet ettik.
(Bir de patologlar çok içki içiyorlar.
Ege Tıp’ın efsanevi Patoloji hocalarından Yavuz Aksu laboratuvar alkolünden votka yapıp içiyor diye anlatılırdı. Şimdi herkes yapıyor ama o zamanlar "Vay be!" dedirten bir hareketti.
Konu açılmışken evde rakı yapma işi alkol tüketimini ve bağımlılığını çok arttırdı. Marketten almak tüketimi biraz kısıyordu, şimdi çok ucuza elde edilebiilr hale gelince frenler boşaldı)
Şarap dışında Jasmin’e hediye olarak hediye olarak İzmir tulum, ev yapımı lavaş ve Bahadır Baruter'in Ruh altı kitabını hediye götürdük. Bu kitabın yeni baskısını ne yazık ki yapmıyorlar. Elde stokladıklarımız da bitmek üzere.
Gökhan çok aç olduğundan kız şarabın yanına bir şey çıkarmayınca "Ekmek, peynir bulunur mu?" diye sordu. Jasmin iki çeşit de peynir ile çok güzel bir Alman ekmeği çıkardı: Adeta fındık fıstığın arasına biraz siyah hamur koymuşlar gibi tıkızdı, hepsini yedik.
Gökhan'ın söylediğine göre Almanlar'da pek yemek kültürü yokmuş. Ekmeğin üstüne bir şeyler sürüp yiyorlarmış.
Bu kızın dolabında da bir domates dışında hep sürmelik peynir, yağ vs vardı.
Jasmin'in soyadı bana ilginç geldi, meğer babası Suriyeli'ymiş. Kendisi Almanya'da doğup büyümüş, Suriye'yi hiç görmemiş.
Birinci şarap bitince ucuzuna geçtik.
Jasmin sabah 6 da işe gideceğinden, biz de yorgun olduğumuzdan bitirmeden kızın salonda bizim için hazırladığı çift kişilik çek-yata geçtik.
Sabah Jasmin çayın, kahvenin yerini gösterdi,
“İstediğinizi yiyin, için; kapıyı çekin, çıkın” dedi, yedek anahtarını bırakıp gitti.
Gökhan uyanınca beraber çıkıp haritadan yakında görünen parka gittik.
İkimizin de Avrupa'da en sevdiği şey şehir içindeki parklar. İzmir'de de epeyce park alanı var ama İzmirlinin de İzmir Belediyesi'nin de parktan anladığı bazı ithal ağaçlarla süslenmiş beton ve kilit taşın nefis uyumu.
Aşağıdaki mesela, son yapılan Karantina parkı.
Deniz ve beton, sordular seni, neredesin?
İzmir'deyim!
Daha yakından görmek isterseniz buyrun:
Almanya, Danimarka gibi ülkelerde ise yeşil alan dediğin basbayağı orman oluyor.
İçindeki patikaların bir kısmı asfalt, çoğu toprak.
Güzün dökülen yapraklar, belediye başkanının memleketlisi yüzlerce belediye işçisi tarafından süpürülmüyor, döküldüğü yerde kalıyor.
Evinden çıkıp, iki adımda gerçek bir doğa parçasına ulaşabiliyorsun.
Bu Berlin ölçüsündeki ufarak parkın içinde suni bir göl bile vardı
Döndükten sonra adını öğrendim:
Karower Teiche parkıymış
Parkın içindeki patikalarda 1 saatten fazla koştuk ama fotoğraf ve laubali video çekmekten sporumuz neredeyse 2 saat sürdü.
Berelerle başladık, ısındıkça soyunduk.
Hava sıfır dereceydi, bitkiler buz tutmuştu.
Hatta parkta metal bir heykel gördük...
Buzla kaplıydı
Sabah sporu ikimize de çok iyi geldi.
Dönüşte evin yanında Robert Koch müzesini fark ettik.
Düşük profilli görünen müze bedavaya benziyordu, sorduk gerçekten öyleymiş.
Eve dönüp duş aldıktan sonra, Jasmin’e teşekkür notu yazdık, biraz daha hediye bırakıp (İzmir magneti ve deniz kabuğu) kapıyı çekip çıktık. Aslında hedeflediğimiz Poznan'da iki gece kalacaktık ama ben yolda bir başka şehir ve bir başka host daha görelim diye haritadan Berlin ile Poznan'ın tam ortasında Swiebodzin diye bir şehir buldum, Şehrin en deneyimli surfer'ı olan kıza bir istek yazdım. Dzamilla adlı kız hemen cevap verdi, ailesiyle bizi ağırlamaktan memnun olacaklarını, tek sorunun kalacağımız gecenin ertesi sabahında Ölüler Günü için erken saatte mezarlığa gideceklerinden erken kalkmanın bize uyup uymayacağını sordu.
"Bora ile Gökhan yazılır, Uyaroğulları okunur" yazdım.
Koch müzesini gezdik.
Koch kendi adıyla anılan Tüberküloz basilini bulan kişi.
Müze Koch'un laboratuvarının bulunduğu binada yer alıyor.
Duvarlarında aynı noktada çekilmiş eski ve yeni çalışanların fotoğrafları vardı, ilginçti. Ayrıca eski çalışanların çocuklarının anıları da video olarak gösteriliyordu.
Müzeden sonra ben hemen yola çıkalım dedim.
Berlin'e daha önce geldiğim için pek ilgimi çekmiyordu ama Gökhan ille de biraz gezelim diye tutturdu.
Geçen sefer Kreuzberg'in önünden geçmiştim, bu sefer içine girelim bari dedim.
Arabayı bir yeraltı otoparkına bırakıp Kreuzberg'e kadar 1 saat sohbet ederek yürüdük.
Hava ısındı güneş açtı.
Yolda Türkçe konuştuğumuzu duyan bir çocuk;
"Siz Türkiye'den mi geliyorsunuz?" dedi.
"Evet" dedik
"Ben de İzmir'e yerleştim ama buranın sistemi orda yok. Bak bu parmağım Türkiye'de kırıldı, anlayamadılar. Buraya geldim, hemen anladılar, bedavaya ameliyat etiler" dedi.
Gökhan 2 yıldır Almanya'da hekim olarak çalıştığından konuya çok hakim ve Almanya'daki doktorların ister göçmen (Hintli, Afgan, Suriyeli), ister Alman olsun biz Türk doktorlarına göre ne kadar bilgisiz ve beceriksiz olduğunu sık sık başından geçen olaylarla anlatıyor.
"Öyle değil kardeşim, sana öyle denk gelmiş" dedik; ama tabi ikna edemedik.
Gökhan'a
"Bu Almancılar'daki kendine güven nerden geliyor acaba?" diye sordum
Zira Almancılar'da, tabi özellikle eğitimsizlerde hep her şeyi çözmüş, kafada kategorize etmiş, ve kendine aşırı güvenen bir hava oluyor.
Basmışım amino asidi, taş gibiyim, BMW, kalın zincir, bol eşofman, gelsin manitalar gibi...
Gökhan, "Belki toplum içinde ezildiklerinden olabilir" dedi ama Almanlar'a karşı da aynı nobran havalarını sürdürüyorlar.
"Belki de herkes Almanya'ya göçmek istediğinden kendilerini übermensch görüyorlardır" diye akıl yürüttüm ben de
Gökhan ile sohbetimiz Seinfeld diyalogları gibi hiç takılmadan akıyor. En güzel muhabbet çeşidi;
'Ne kestin koç, ne yedin hiç!'
Akşam Swiebozdin'de kalacağımız aile ile yemek yemeyi umduğumuzdan karnımız doyurmak istemedik.
Ayrıca Gökhan ne kadar alışmış olsa da ben euronun 6,5 lira olduğu memleketten geldiğimden her şey çok pahalı görünüyordu.
Kreuzberg merkezde bir Vietnam çorbacısı görünce batna cila niyetine iki tom yum içtik. (2,5 euro)
Berlin’den çıkıp Doğu’ya doğru yola koyulduk.
Polonya Avrupa Birliğinde olduğundan sınırda herhangi bir kontrol yoktu.
Otoban gişeleri gibi bir yerden geçtik ve tabelalar aniden anlaşılmaz oldu.
Swiebodzin’e karanlıkta varmamıza rağmen kalacağımız evi yine elimizle koymuş gibi bulduk.
Bahçe kapısını alkol ve sigara kokan, Rus tipli ve aksanlı çok şişman bir adam açtı, İngilizce hoş geldiniz dedi.
Ardından kızı Dzamilla geldi.
Arabayı bahçenin içine aldık
İçeride bizi odun ateşiyle sıcacık bir ortam ve nefis yemek kokuları karşıladı. Artur’un karısı Lucyana ve diğer kızı Aksana da bizimle tanıştı. Hemen sofraya oturduk.
Artur şehir hastanesinin idarecisiymiş
Eşi Lucyana ise bütün anaç görünümüne karşın yol inşaatında çalışan bir mühendismiş, ayrıca iki kızı da inşaat mühendisiymiş.
Çok neşeli sıcakkanlı bir kadındı.
İnşaat mühendisi olduğuna şaşırınca gitti iş kıyafetin giydi geldi.
Normalde hiç dizi izlemezmiş ama Cennetin Gözyaşları'nın hastasıymış. İşten geldiğinde yetişemezse internetten izliyormuş. Kızı Aksana da başka bir diziye meraklıymış ama adını unuttum.
Allah bu dizileri çekenlerden razı olsun. Sayelerinde tüm dünyada acayip prestijimiz oldu.
Herkes Türkiye ve Türkler hakkında bir fikre; hem de iyi bir fikre sahip.
Sofrada soğuk mezeler ve Lucyana'nın kendi hazırladığı çilek-nane şerbeti vardı.
Soğuk mezelerin en güzeli kuşkonmaza sarılı jambonlardı.
Sadece bununla doyabilirdim ama iki çeşit peynirli salata, ve bolca da köy yumurtası ve sosis vardı.
Zaten Polonyalıların klasik yemeği sosismiş.
Biz de Almanya'dan getirdiğimiz şaraplarımızı çıkardık.
Yine bir 4, bir 2,5 euroluk aldık ama Artur bilemedi önce ucuzu açtı. Buradaki mantık ayıkken güzelini içeceksin. Birinci şişe bittikten sonra zaten ne içsen güzel geliyor. Ayrıca bir İzmir havlusu ve magnet de götürmüştüm, onlara da sevindiler, hemen yerlerine astılar.
Hediyene kıymet verilmesi güzel bir şey.
Bazen hediye veriyorsun "Ha, sağol" deyip bir köşeye koyuyorlar.
Bütün aile bize acayip bir misafirperverlik gösterdi.
Biz ne kadar çok yemek hazırlamışlar derken meğer daha ana yemek çıkmamış.
Et sote ve gnocchi gibi patates toplarıyla yapılmış, mantar soslu bir yemek daha varmış.
Mantarları kendileri ormandan toplamışlar.
Güzelmiş deyince mantarları topladıkları günün fotoğraflarını gösterip Gökhan’a bir kavanoz mantar turşusu,
bana da sıvı bagaj hakkım olmadığından bir kavanoz kuru mantar verdiler.
Biz de altta kalır mıyız; hemen çantadan yarım kilo İzmir tulumu çıkartıp verdik.
(Burası hesapta olmayan bir konaklama olduğundan hediyelerimiz sınırlıydı.
Yemekten sonra komşuları bir kadının ürettiği 40 çeşit meyveli ve 9 yılda olgunlaşmış bir likör ikram ettiler.
Likör olgunlaşamadan ölen kadıncağızın ve cenaze töreninin fotoğraflarının bulunduğu bir albümü birlikte inceledik.
Her konu için bir fotoğraf albümü yapmışlar, konu açılınca getirip gösteriyorlar.
Hristiyanlık için yapılan bir dağ yürüyüşü varmış.
Kışın bir gece sabaha kadar 50 km.den fazla bir mesafeyi, dağları aşarak, genç yaşlı demeden grup halinde yürüyorlarmış.
Bu olayın albümünü de inceledik.
Getirdiğimiz şaraplar bitince Artur kendi vişne şarabından bir şişe çıkarttı
(Lehçede vişneye vişne deniyor, Türkçe’den geçmiş)
Onu da çok beğendik.
Ayrıca damacanalar dolusu üzüm şarabı da yapmış ama henüz olmamış.
Bahçelerinde Kasım ayında hala üzüm vardı. Sıfır derecede, kırağı altında nasıl donmamış, anlamadım.
Üzümler küçük iri çekirdekli ama adeta ahududu gibi kokulu.
Bir baktım Artur, ikimize de hediye diye hem likör, hem şaraptan birer şişe doldurmuş.
Bunun üzerine ben de altta kalmadım, çantamdaki bir şişe yeşil kırma zeytini hediye ettim. Polonya'da sadece Yasemin tipi zeytin olduğundan bizim yeşil kırmaya büyük tezahürat oldu.
Lucyana çocuklarımızın yaşını sordu, Gökhan’ın 5 yaşındaki kızı Nehir için bir çocuk kitabı, Can için de Polonya’yı tanıtan birer kitabın içine, çocuklarımıza kaligrafik ithaflar yazarak (Can böyle bir baban olduğu için şanslısın) hediye etti.
Bunun üzerine biz de Poznan'daki ev sahibimiz için ayırdığımız son hediye olan Ruhaltı kitabını çıkartıp içine ithaf yazarak hediye ettik.
Üstüne bir de bizim koydan topladığım deniz kabuğunu verdim.
İncili kaftan okumuş nesil olarak bu hediye düellosunda altta kalmadık elhamdülillah.
Kızların ikisi de özel bir müzik okulunda çalgı ve şan dersleri almışlar. Eğitim klasik ve çok disiplinli olduğundan müzikten soğumuşlar ama şimdi çok seviyorlarmış.
Yemekten sonra Artur gitarı eline aldı,
(Göbeğinden yaklaştıramadığından değişik bir stili var)
Elleri tombul ve parmakları kısa olduğundan pek bir beklentim yoktu ama çok iyi gitarist çıktı.
Gökhan'ın söylediğine göre BB King'in elleri de böyle tombulmuş.
Gökhan da davulcu olduğundan hep beraber müzik yaptılar.
Polonya'nın köyünde Pink Floyd’un Another Brick in the Wall II parçasını çalıp söyleyen bir aile bana çok ilginç geldi.
Videonun sonundaki şarkı kendi bestesiymiş.
Ev ayrıca aile bireylerinin, aile bireyleri tarafından yapılmış yağlı boya resimleriyle doluydu.
Gece için bize anne kokulu çarşaflarla iki yatak yaptılar. Normalde küçüğünü Gökhan’ın alması gerekirdi ama o hep rahatsız uyuduğundan yazı tura attık, ben kaybettim.
Sabaha saat altıda kalkıp mezarlığa gidip Lucyana’nın yetiştirdiği kasımpatıları mezarlara yerleştirmeleri gerekiyormuş.
Bizi o kadar erken uyandırmaya kıyamadıklarından akşamdan plan yaptılar,
“Biz önce gider yerleştirir, sonra gelir kahvaltı ederiz” dediler.
Rahat bir geceden sonra sabah yine çok özenilmiş bir kahvaltıya uyandık.
Peynirli- patatesli mantılar
Kaz ciğeri ile yapılmış kek gibi bir şey vardı.
Üzerine böğürtlen reçeli koyup öyle yiyorlarmış.
Artur ciğerli keki ekmeğin üstüne sürüp de yedi, içimden çüş dedim.
Bir göbek kolay büyümüyor.
Ben de onun gibi iştahla yemek isterdim ama midem hala boşalmadığından pek yiyemedim.
Kahvaltının sonuna doğru Lucyana
"Arabayı kim kullanıyor?" diye sordu.
Gökhan'ın kullandığını öğrenince kendisiyle bana birer meyve likörü daha koydu, güne neşeli başlayalım diye.
Kahvaltının ardından biraz daha şarkı söyledikten sonra iki araba olarak yola koyulup önce akşam yemeğinde varlığını öğrendiğimiz Swiebodzin'deki İsa heykelini ziyaret ettik.
Bu heykel Rio de Janeiro'dakinden büyük ve 38 metreymiş, hatta dünyadaki en büyük İsa heykeliymiş. Ben pek inanmadım, teyit.org hesabı telefona sarıldım, doğruymuş.
Rio'daki 36 metreymiş, dağın üzerinde olduğundan daha heybetli görünüyor herhalde.
Bir de tabi kim ipler Polonya taşrasındaki İsa'yı.
Varsa yoksa Rio, İpanema, samba, ipkini...
Neyse İsa'ya ulaşım kolaymış.
Arabaları hemen önüne park ettik, park da bedava, giriş de. Zaten etrafta bizden başka kimse yoktu.
Ev sahiplerimiz heyecanla heykelin hikayesini ve özelliklerini anlattılar.
Bu heykeli yapmayı akıl eden papaz geçen sene ölmüş. Heykelin dibine gömülmeyi vasiyet etmiş ama mezarlık dışında defin yasakmış, sadece kalbini çıkartıp İsa'nın arka tarafına gömmüş, bir de anıt mezarcık yapmışlar.
Burada bir kaç fotoğraf çekildik ama hava feci ayazdı. Arabalara binip mezarlığa gittik.
Mezarlık kalabalık olur diye arabaları merkezde bir alışveriş merkezinin otoparkına bırakıp, aynı düşünceye sahip bir grup insanla beraber yürüdük.
Ortam gerçekten çok kalabalıktı.
Herkes iyi giyinmiş (hem şık, hem de soğuktan korunma anlamında) ellerinde aynı tip kasımpatı saksılarından taşıyorlardı.
Genel hava üzüntülü değil neşeliydi.
Mezarlığın bir bölümü Almanlara aitmiş. Eski bir duvarla ayrılan İkinci Dünya Savaşı öncesine ait bu bölüme geçerken Artur’ların aile hekimleriyle karşılaştık, hemen bizi tanıştırdılar. Biraz sohbet ettik, aynı bizim aile hekimlerine benziyordu.
Mezarlık ziyaretinden sonra bu harika aileyle vedalaştık ve Poznan’daki ev sahibimiz Marek'le iletişim kurduktan sonra yola çıktık.
Avrupa'da kış manzaraları eşliğinde akşamüstü Marek'in konumunu gönderdiği evine vardık.
(Kaldığımız bütün evlerin adreslerini döndükten sonra arkadaşım Çağlar'a verdim. Kendisi harita üzerinde gezinmeyi, düşünmeyi çok seviyor. İş yerine bir paket gelse paketi gönderen adresi Google haritalara girip, nereden gelmiş bakıyor. Kendi için de bir harita-zaman şeması çıkartacakmış.
Benzer bir harita meraklısı da Neşe'nin iş yerinde çalışan bir elektrik ustasıydı. Neşe dahil üç mühendisle beraber gittikleri İtalya'daki bir fabrika ziyaretinde arabayı kullanan mühendis kaybolmuş, çaresizlik içinde yolu ararken; daha İzmir'de street viewdan fabrikayı inceleyen usta binayı uzaktan tanıyıp yolu göstermiş.)
Marek hakkında tek bildiğim 55 yaşında bir triatlet olduğu. Ben triatlet olmasam da üç sporu da aynı tutkuyla yaptığımdan bir yarışma denk getirebilsem katılmayı düşünüyorum.
Yarışmacı bir insan değilim ama bu sene hayatımda ilk defa yarı maraton koştum ve çok zevk aldım.
Tam triatlonda zorlanırım, (1.5 km yüzme, 40 km bisiklet, 10 km’lik koşu), ama yarı triatlonu tamamlayabilirmişim gibi geliyor. Tabi denemek lazım; hesaba katılmayan faktörler olabilir. Mesela denizden çıkıp, ıslak mayo ile 20 km bisiklet binmek bana bayağı pişik yapıcı bir şey gibi geliyor.
Bir de 4 km yüzme, 180 km bisiklet, ve 42 km tam maraton dan oluşan Ironman var ki, bizim Marek bunu üç kez tamamlamış!
Marek ve kız arkadaşı Kasia bizi kalacağımız evde bekliyorlarmış, zira kendileri orda kalmıyorlarmış, başka bir evleri daha varmış.
Bize verdikleri ev 1+1 çok lüks bir rezidans dairesi.
“Bu evi neden kiraya vermiyorsunuz?” dedim.
“Bazen gelip Netflix izliyoruz” dediler. herhalde kendi evlerinden çıkınca sinemaya gitmiş gibi oluyorlar.
Bize evin sağını solunu, internetini gösterdikten sonra bir restoranda yer ayırttıklarını, bugün Ölüler Günü olduğundan rezervasyonların sıkıntılı olduğunu hemen gitmemiz gerektiğini söylediler.
Dışarı çıkıp devasa son model Mercedes jiplerini görünce
"Ohaa siz zenginmişiniz!" dedim
Gerçekten zengin olduklarından cevap vermediler.
Marek lojistik işiyle uğraşıyormuş, depoları falan varmış, iş için İstabul'a da epeyce gelmiş gitmiş.
Ayrıca Tango dansçısıymış, dans için Arjantin'e gidiyormuş.
Kasia da Flamenkocuymuş, beş yıldır birliktelermiş.
Bana göre çok lüks bir İtalyan restoranına gittik.
Girişte montlarımızı vestiyere almak istediler.
Ben hem para isterler, hem de üşürüm diye
“Vermek mecburi mi?” diye sordum, değilmiş.
Eski usul sandalyemin arkasına astım.
Böyle fine dining hiç bana göre bir şey değil, çok rahatsız edici ama misafir umduğunu değil bulduğunu yer hesabı itiraz şansımız olamadı.
Gökhan et söyledi, ben pizza.
Onlar da risotto söylediler.
Alkol hiç içmiyorlarmış.
Marek koşarken kalça kıkırdağını zedelediğinden bayağı topallıyordu. İyileşmek için çok az yiyor ve genelde sıvı tüketiyormuş. Tabi bu halde koşu ve bisiklet imkansız olduğundan yüzmeye abanmış.
Yüzmede rekoru 3 km/s hızla, 26 kilometreymiş.
Elli dakikada bir 10 dk durup Kasia'nın yanında paddle board ile taşıdığı yiyecek içeçeklerden tüketiyomuş.
Gökhan adamcağızın derdini duyunca hemen kıkırdak dejenerasyonunun geri dönmesi çok zor bir hastalık olduğunu ballandırarak anlattı.
Bunun üzerine ben sazı elime alıp Gökhan'ın klinisyen olmadığını (Radyolog); evet, söylediğinde haklılık payı olmakla birlikte insan vücudunun kendini tamir etme kapasitesine güvenmesini söyledim; biraz moral verdim.
Gerçekten de kendi hekimlik pratiğimde yıllar içinde daha az ilaç reçete edip bedenin kendi kendini onarmasına fırsat tanımayı öğrendim.
Gökhan ile yalnız kaldığımızda, yanımda staj yapan internlere söylediğim bir cümleyi ona da tekrar ettim:
"İnsanoğlu doğar, büyür, yaşar ve ölür. Doktorların görevi bu sırada onları teselli etmektir."
Hele morallerini bozmak asla değil!
Yemekten önce fincanda balkabağı çorbası ikram ettiler.
Baktık onlar yemeği soda ile yiyorlar, biz de bari kadehte şarap söyleyelim dedik. Şarap çok güzeldi ama bizim Sığacık ev şarabından bir yudumda içtiğimiz miktarı, havalı kocaman bir kadehin dibine koyup getimişler.
Dilimizi değdire değdire içtik.
Pizzada da iş yoktu, fayn dayning biz erkekler için her zaman bir eziyet.
Geliştirdiğim bir teoriye göre tat, sunum, dekor, ambians olarak birbirinin aynısı iki yemeğin nominal fiyatı 100 lira ise; bu yemeğe 150 lira ödendiğinde kadınlar, 50 lira ödendiğinde erkekler yemeği çok daha lezzetli buluyor ve neşeleniyor.
Yemeklerde iş yoktu ama sohbet güzel oldu.
Hesap 90 euro civarında geldi, çok ısrar etmemize rağmen Marek bize para ödetmedi.
Başta niyetleri bizimle bir yemek yiyip sonra kalacağımız eve bırakmaktı ama sohbetimiz hoşlarına gitmiş olacak ki size Poznan merkezini de gösterelim dediler.
Beraberce jipe binip merkeze gittik.
Poznan merkezi bana öğrenciliğimde bir ay geçirdiğim Olomouc'u anımsattı.
Orta Avrupa kentlerinde gece sokakta pek kimse olmuyor ama Poznan'ın öğrenci kenti olmasının etkisiyle olsa gerek sokaklar hareketliydi.
Sağı, solu, eski sokakları gezdik, hesapta onlar şöyle bir gezip döneceklerdi.
"Bize bir pub önerin" dedik.
Fikir değiştirip bizimle birlikte güzel bir brewerye geldiler.
Burası İtalyan restoranından kat kat iyiydi, yemek de vardı. Neden baştan buraya gelmedik anlamadım.
Biz menüdeki bütün bira çeşitlerini denedik, onlar da demlik demlik papatya çayı içtiler.
Gökhan çok eğlendirici bir insan olduğundan bir takım sihirbazlık numaraları yaptı.
Hesap geldiğinde Marek yine ödememize izin vermedi,
"Biz Türkiye'ye geldiğimizde de siz ödersiniz" dedi.
Zaten öyle yapacağımızdan artık ses etmedim.
Gerçekten de bize gelen batılı misafirlerle dışarıya çıktığımızda sürekli kendi kendime "Bunların usulü paylaşmak, hesaba atlama hemen" diye telkin ediyorum, ama nafile...
Hesap geldiğinde paylaşmak çok ayıp geliyor, kapıp yine ben ödüyorum.
(Sonrada sanki içlerinden salak Türk diye alay ediyorlar gibi geliyor)
Yalnız Polonyalıların da bizden farkı yokmuş.
Polonya'da 2 gün geçirdik, hiç euro bozdurmadık.
Bir kez kredi kartı ile içecek aldım, bir kez de otoban geçişini euro ile ödedik, üstünü zloti verdiler, onu da hatıra diye sakladık.
Birahane’de Marek'in para harcama tarzı ile ilgili bir sohbet geçti:
Bu ikisi geçen sene Dubai'ye gitmiş ve Burj Dubai'ye çıkmışlar. En tepedeki biletle çıkılan seyir terasında Araplar bunların fotoğraflarını çekmişler ve
“Çabuk seçin, albüm bastıracağız” diye acele ettirip katakulliye getirmişler.
Albümü alıp kredi kartını uzatan Marek'in ödediği miktara bakmak gökdelenden çıkınca aklına gelmiş.
10 fotoğraflık albüm için kartından 500 euro çekmişler.
Tekrar binaya girip yukarı çıkıp itiraz etmek de 200 euro tuttuğundan üzerine soğuk su içmişler.
Merak ettim 500 euroluk fotoğraf nasıl bir şey diye, utanarak telefonundan gösterdi.
Bir takım fotoşoplarla binaları tutuyormuş, üzerine oturuyormuş gibi yapmışlar.
Dedim zaten itiraz etseniz de bunlar sıradan foto değil sanat eseri derlerdi. Sanat eserinin fiyatı da belirsiz olabilir...
Bardaki muhabbet de Polonyalı yeni arkadaşlarımızı sarmış olacak ki bizi evimize bırakırken sabah kahvaltıya davet ettiler.
Odada özellikle Red-kit tipi banyo küvetinin epey tadını çıkarttık.
Sabah Marek'in gönderdiği konumdan bahçe içindeki evlerini kolayca bulduk.
Kapıdaki kocaman jipten de bulabilirdik zira Polonya'da Almanya'daki gibi elini sallasan Mercedes-BMW ye çarpmıyor. Arturlar mütevazi eski küçük bir italyan arabası kullanıyorlardı.
Hatta Artur, Gökhan’ın 10 yaşındaki, 10 bin euroluk arabasını çok beğenmiş,
"Son model mi bu?" diye sormuş.
Bir önceki gece hediye düellosunda hediyelerimizin çoğunu tükettiğimiz için ancak İzmir'den yeriz diye getirdiğim yarım kilo karışık kuru yemiş ile bir paket BİM kabak çekirdeğini ve bir de deniz kabuğunu verebildik.
Sevindiler sağolsunlar.
Marek evini minimalist ve çok zevkli döşemiş.
Beğendiğimizi görünce gezdirmeyi teklif etti.
Evdeki en acayip şey bodrum kattaki spor salonunun bir köşesinde yer alan kocaman lahit gibi tanktı. İçi hipertonik sıvı doluymuş, 36 dereceye ısıtıp içine giriyor, kapağını kapatıp karanlıkta, mineralli suyun içinde batmadan, hiç bir dış uyaran almadan saatler geçiriyormuş.
Söylediğine iki saatten sonra halüsinasyonlar gelmeye başlıyormuş.
Gerçekten garip bir adamdı Marek.
Politik konular açıldığında ben Doğu Avrupa'da yaygınlaşan aşırı sağcı, faşist partileri sordum. Gökhan masanın altından dürttü
“Abi adamın arabasında o partinin amblemi yapışık” diye fısıldadı. Marek de bahsi geçen partilerin faşist olmayıp sadece kaynağı belirsiz göçe karşı olduğunu iddia etti.
Kasia da bu konuda onunla biraz dalga geçti.
Öte yandan bizim gibi Doğu’dan gelen kişileri kendi isteğiyle evinde ağırlaması da parti üyeliği ile çelişiyordu. Neticede her toplum Doğusundakini hor görüp Batısındakine hayranlık duyuyor.
Biz Avrupalılara hayran olup İranlıları hor görürken İranlıiar da bize hayran olup Afganları hor görüyorlar.
Kahvaltıda guacomole, humus gibi sürmelikler, bir de bizim tahinli çörek gibi Poznan'a mahsus bir kruvasan vardı. Ayrıca Marek elleriyle güzel bir omlet pişirdi. Düğmeye basınca kahveyi çekip sonra hazırlayan makineden bol bol taze kahve içtikten sonra iki gündür Polonya'da deneyimlediğimiz üzre şarkı ve dans faslına geçtik.
Kasia Flamenko numaraları gösterdi.
Sonra üniversal eğlendirici Gökhan ile salsa yaptılar.
Kasım 2019
Kardeşim Gökhan ile bundan 4 yıl önce yaptığımız Leipzig seyahatinden dönüyorduk.
Havaalanında son biralarımızı içerken bana;
"Abi ben burayı çok beğendim, acaba göç etsem nasıl olur?" diye sordu. Ben de,
"Durumlara bakılırsa iyi olur ama büyük iş, sen bilirsin" dedim.
O seyahatte daha 'ja-nein' demeyi bilmeyen ve benim liseden kalma Almancam'a hayran kalan Gökhan hemen sıkı bir disiplinle sıfırdan Almanca öğrenmeye başladı.
Goethe Institut kurslara ilk başvuran 21 kişiyi alıyormuş. Erkenden gidip kaydolan Gökhan'ın söylediğine göre 21 kursiyerin 5'i Almanya'ya göç etmeye niyet eden uzman doktorlarmış.
Kendisi de İstanbul'un en iyi hastanesinde, Türkiye'deki en iyi doktor maaşlarından birine çalışırken; evi, ailesi ve kurulu düzeni varken böyle bir karar aldı.
Almanya'ya göçme kararını verdikten 1,5 yıl sonra önce B2 sonra C1 seviyesindeki Almanca sınavlarını geçti, 2. yılın sonunda Bremen'de çalışmaya başlamıştı. Kısa sürede ailesini de yanına aldı
Şimdi 2 senedir Almanya'dalar.
Artık birbirimizi iç hat yerine dış hat biletiyle görebildiğimizden karşılıklı ucuz bilet kolluyoruz.
Corendon Havayolları'nın İzmir'den Almanya'ya direk sefer koyduğunu okuyunca Gökhan'a en yakın şehir olan Hamburg'a bilet aldım.
Plan olarak da benim daha önce görmediğim Polonya'ya bir araba seyahati yapmayı planladık.
Gökhan taşındıktan kısa süre sonra aldığı Mercedes'iyle beni Hamburg Havaalanı’ndan aldı.
Yanında BlaBlaCar aracılığıyla Bremen'den getirdiği Tayland’lı bir oğlan vardı. BlaBlaCar parayla otostop gibi bir şey. Türkiye'de de var ama Avrupa'da çok yaygın.
Onu indirdik, Fransizka diye bir kız aldık. Mesela Gökhan bu kızdan Hamburg-Berlin için 13 euro almış, normalde otobüsle gitse 50 euro tutuyormuş. Gökhan parasından ziyade yolda sohbet olsun diye yaptığından fiyatı iyice düşük tutmuş.
Kızın binmesiyle arabayı kesif bir kahve kokusu sardı.
Meğer Fransizka Hamburg Tchibo'da çalışıyor, Berlin'e ailesinin yanına gidiyormuş. Yolda güzel sohbet oldu.
Daha önce 1,5 sene tek başına G. Amerikayı gezmiş. Anneannen ölüyor diye haber gelince dönmek zorunda kalmış. Anneannesi ölündükten sonra da bir daha gidememiş.
Bir markette durup Berlin'de evinde kalacağımız (Couchsurfing'den) Jasmin'e şarap, bana da Almanya'ya hoş geldin birası aldık.
Şarabı hediyelik aldığımdan lükse kaçtım 4 euroluk bir İtalyan şarabı aldım. (Yetmezse diye bir de 2,5 euroluk normal Chianti)
Berlin'de Franziska'yı indirdikten sonra Jasmin'in evini Google sayesinde elimizle koymuş gibi bulduk.
Jasmin'i doktor ve yelkenci olduğu için seçmiştim.
Kendisi hastanede çalışan bir patologmuş.
Hastanesi metro ile bir saat mesafedeymiş. Bu evde öğrenciliğinden beri oturduğundan kirası çok ucuz kalmış, değiştiremiyormuş. 66 metrekarelik daireye aylık elektrik su hariç 470 euro veriyormuş.
Şimdi kiralamaya kalksa en az 800 euro edermiş.
Evi eski, çok klas bir apartmandı, içinin dekorasyonu da sade ve güzeldi. Zaten herkes psikiyatristleri en kültürlü ve entellektüel doktor grubu sanır ama patologlar daha iyidir.
Getirdiğimiz şaraplarla mutfakta sohbet ettik.
(Bir de patologlar çok içki içiyorlar.
Ege Tıp’ın efsanevi Patoloji hocalarından Yavuz Aksu laboratuvar alkolünden votka yapıp içiyor diye anlatılırdı. Şimdi herkes yapıyor ama o zamanlar "Vay be!" dedirten bir hareketti.
Konu açılmışken evde rakı yapma işi alkol tüketimini ve bağımlılığını çok arttırdı. Marketten almak tüketimi biraz kısıyordu, şimdi çok ucuza elde edilebiilr hale gelince frenler boşaldı)
Şarap dışında Jasmin’e hediye olarak hediye olarak İzmir tulum, ev yapımı lavaş ve Bahadır Baruter'in Ruh altı kitabını hediye götürdük. Bu kitabın yeni baskısını ne yazık ki yapmıyorlar. Elde stokladıklarımız da bitmek üzere.
Gökhan çok aç olduğundan kız şarabın yanına bir şey çıkarmayınca "Ekmek, peynir bulunur mu?" diye sordu. Jasmin iki çeşit de peynir ile çok güzel bir Alman ekmeği çıkardı: Adeta fındık fıstığın arasına biraz siyah hamur koymuşlar gibi tıkızdı, hepsini yedik.
Gökhan'ın söylediğine göre Almanlar'da pek yemek kültürü yokmuş. Ekmeğin üstüne bir şeyler sürüp yiyorlarmış.
Bu kızın dolabında da bir domates dışında hep sürmelik peynir, yağ vs vardı.
Jasmin'in soyadı bana ilginç geldi, meğer babası Suriyeli'ymiş. Kendisi Almanya'da doğup büyümüş, Suriye'yi hiç görmemiş.
Birinci şarap bitince ucuzuna geçtik.
Jasmin sabah 6 da işe gideceğinden, biz de yorgun olduğumuzdan bitirmeden kızın salonda bizim için hazırladığı çift kişilik çek-yata geçtik.
Sabah Jasmin çayın, kahvenin yerini gösterdi,
“İstediğinizi yiyin, için; kapıyı çekin, çıkın” dedi, yedek anahtarını bırakıp gitti.
Gökhan uyanınca beraber çıkıp haritadan yakında görünen parka gittik.
İkimizin de Avrupa'da en sevdiği şey şehir içindeki parklar. İzmir'de de epeyce park alanı var ama İzmirlinin de İzmir Belediyesi'nin de parktan anladığı bazı ithal ağaçlarla süslenmiş beton ve kilit taşın nefis uyumu.
Aşağıdaki mesela, son yapılan Karantina parkı.
Deniz ve beton, sordular seni, neredesin?
İzmir'deyim!
Daha yakından görmek isterseniz buyrun:
Almanya, Danimarka gibi ülkelerde ise yeşil alan dediğin basbayağı orman oluyor.
İçindeki patikaların bir kısmı asfalt, çoğu toprak.
Güzün dökülen yapraklar, belediye başkanının memleketlisi yüzlerce belediye işçisi tarafından süpürülmüyor, döküldüğü yerde kalıyor.
Evinden çıkıp, iki adımda gerçek bir doğa parçasına ulaşabiliyorsun.
Bu Berlin ölçüsündeki ufarak parkın içinde suni bir göl bile vardı
Döndükten sonra adını öğrendim:
Karower Teiche parkıymış
Parkın içindeki patikalarda 1 saatten fazla koştuk ama fotoğraf ve laubali video çekmekten sporumuz neredeyse 2 saat sürdü.
Berelerle başladık, ısındıkça soyunduk.
Hava sıfır dereceydi, bitkiler buz tutmuştu.
Hatta parkta metal bir heykel gördük...
Buzla kaplıydı
Sabah sporu ikimize de çok iyi geldi.
Dönüşte evin yanında Robert Koch müzesini fark ettik.
Düşük profilli görünen müze bedavaya benziyordu, sorduk gerçekten öyleymiş.
Eve dönüp duş aldıktan sonra, Jasmin’e teşekkür notu yazdık, biraz daha hediye bırakıp (İzmir magneti ve deniz kabuğu) kapıyı çekip çıktık. Aslında hedeflediğimiz Poznan'da iki gece kalacaktık ama ben yolda bir başka şehir ve bir başka host daha görelim diye haritadan Berlin ile Poznan'ın tam ortasında Swiebodzin diye bir şehir buldum, Şehrin en deneyimli surfer'ı olan kıza bir istek yazdım. Dzamilla adlı kız hemen cevap verdi, ailesiyle bizi ağırlamaktan memnun olacaklarını, tek sorunun kalacağımız gecenin ertesi sabahında Ölüler Günü için erken saatte mezarlığa gideceklerinden erken kalkmanın bize uyup uymayacağını sordu.
"Bora ile Gökhan yazılır, Uyaroğulları okunur" yazdım.
Koch müzesini gezdik.
Koch kendi adıyla anılan Tüberküloz basilini bulan kişi.
Müze Koch'un laboratuvarının bulunduğu binada yer alıyor.
Duvarlarında aynı noktada çekilmiş eski ve yeni çalışanların fotoğrafları vardı, ilginçti. Ayrıca eski çalışanların çocuklarının anıları da video olarak gösteriliyordu.
Müzeden sonra ben hemen yola çıkalım dedim.
Berlin'e daha önce geldiğim için pek ilgimi çekmiyordu ama Gökhan ille de biraz gezelim diye tutturdu.
Geçen sefer Kreuzberg'in önünden geçmiştim, bu sefer içine girelim bari dedim.
Arabayı bir yeraltı otoparkına bırakıp Kreuzberg'e kadar 1 saat sohbet ederek yürüdük.
Hava ısındı güneş açtı.
Yolda Türkçe konuştuğumuzu duyan bir çocuk;
"Siz Türkiye'den mi geliyorsunuz?" dedi.
"Evet" dedik
"Ben de İzmir'e yerleştim ama buranın sistemi orda yok. Bak bu parmağım Türkiye'de kırıldı, anlayamadılar. Buraya geldim, hemen anladılar, bedavaya ameliyat etiler" dedi.
Gökhan 2 yıldır Almanya'da hekim olarak çalıştığından konuya çok hakim ve Almanya'daki doktorların ister göçmen (Hintli, Afgan, Suriyeli), ister Alman olsun biz Türk doktorlarına göre ne kadar bilgisiz ve beceriksiz olduğunu sık sık başından geçen olaylarla anlatıyor.
"Öyle değil kardeşim, sana öyle denk gelmiş" dedik; ama tabi ikna edemedik.
Gökhan'a
"Bu Almancılar'daki kendine güven nerden geliyor acaba?" diye sordum
Zira Almancılar'da, tabi özellikle eğitimsizlerde hep her şeyi çözmüş, kafada kategorize etmiş, ve kendine aşırı güvenen bir hava oluyor.
Basmışım amino asidi, taş gibiyim, BMW, kalın zincir, bol eşofman, gelsin manitalar gibi...
Gökhan, "Belki toplum içinde ezildiklerinden olabilir" dedi ama Almanlar'a karşı da aynı nobran havalarını sürdürüyorlar.
"Belki de herkes Almanya'ya göçmek istediğinden kendilerini übermensch görüyorlardır" diye akıl yürüttüm ben de
Gökhan ile sohbetimiz Seinfeld diyalogları gibi hiç takılmadan akıyor. En güzel muhabbet çeşidi;
'Ne kestin koç, ne yedin hiç!'
Akşam Swiebozdin'de kalacağımız aile ile yemek yemeyi umduğumuzdan karnımız doyurmak istemedik.
Ayrıca Gökhan ne kadar alışmış olsa da ben euronun 6,5 lira olduğu memleketten geldiğimden her şey çok pahalı görünüyordu.
Kreuzberg merkezde bir Vietnam çorbacısı görünce batna cila niyetine iki tom yum içtik. (2,5 euro)
Berlin’den çıkıp Doğu’ya doğru yola koyulduk.
Polonya Avrupa Birliğinde olduğundan sınırda herhangi bir kontrol yoktu.
Otoban gişeleri gibi bir yerden geçtik ve tabelalar aniden anlaşılmaz oldu.
Swiebodzin’e karanlıkta varmamıza rağmen kalacağımız evi yine elimizle koymuş gibi bulduk.
Bahçe kapısını alkol ve sigara kokan, Rus tipli ve aksanlı çok şişman bir adam açtı, İngilizce hoş geldiniz dedi.
Ardından kızı Dzamilla geldi.
Arabayı bahçenin içine aldık
İçeride bizi odun ateşiyle sıcacık bir ortam ve nefis yemek kokuları karşıladı. Artur’un karısı Lucyana ve diğer kızı Aksana da bizimle tanıştı. Hemen sofraya oturduk.
Artur şehir hastanesinin idarecisiymiş
Eşi Lucyana ise bütün anaç görünümüne karşın yol inşaatında çalışan bir mühendismiş, ayrıca iki kızı da inşaat mühendisiymiş.
Çok neşeli sıcakkanlı bir kadındı.
İnşaat mühendisi olduğuna şaşırınca gitti iş kıyafetin giydi geldi.
Normalde hiç dizi izlemezmiş ama Cennetin Gözyaşları'nın hastasıymış. İşten geldiğinde yetişemezse internetten izliyormuş. Kızı Aksana da başka bir diziye meraklıymış ama adını unuttum.
Allah bu dizileri çekenlerden razı olsun. Sayelerinde tüm dünyada acayip prestijimiz oldu.
Herkes Türkiye ve Türkler hakkında bir fikre; hem de iyi bir fikre sahip.
Sofrada soğuk mezeler ve Lucyana'nın kendi hazırladığı çilek-nane şerbeti vardı.
Soğuk mezelerin en güzeli kuşkonmaza sarılı jambonlardı.
Sadece bununla doyabilirdim ama iki çeşit peynirli salata, ve bolca da köy yumurtası ve sosis vardı.
Zaten Polonyalıların klasik yemeği sosismiş.
Biz de Almanya'dan getirdiğimiz şaraplarımızı çıkardık.
Yine bir 4, bir 2,5 euroluk aldık ama Artur bilemedi önce ucuzu açtı. Buradaki mantık ayıkken güzelini içeceksin. Birinci şişe bittikten sonra zaten ne içsen güzel geliyor. Ayrıca bir İzmir havlusu ve magnet de götürmüştüm, onlara da sevindiler, hemen yerlerine astılar.
Hediyene kıymet verilmesi güzel bir şey.
Bazen hediye veriyorsun "Ha, sağol" deyip bir köşeye koyuyorlar.
Bütün aile bize acayip bir misafirperverlik gösterdi.
Biz ne kadar çok yemek hazırlamışlar derken meğer daha ana yemek çıkmamış.
Et sote ve gnocchi gibi patates toplarıyla yapılmış, mantar soslu bir yemek daha varmış.
Mantarları kendileri ormandan toplamışlar.
Güzelmiş deyince mantarları topladıkları günün fotoğraflarını gösterip Gökhan’a bir kavanoz mantar turşusu,
bana da sıvı bagaj hakkım olmadığından bir kavanoz kuru mantar verdiler.
Biz de altta kalır mıyız; hemen çantadan yarım kilo İzmir tulumu çıkartıp verdik.
(Burası hesapta olmayan bir konaklama olduğundan hediyelerimiz sınırlıydı.
Yemekten sonra komşuları bir kadının ürettiği 40 çeşit meyveli ve 9 yılda olgunlaşmış bir likör ikram ettiler.
Likör olgunlaşamadan ölen kadıncağızın ve cenaze töreninin fotoğraflarının bulunduğu bir albümü birlikte inceledik.
Her konu için bir fotoğraf albümü yapmışlar, konu açılınca getirip gösteriyorlar.
Hristiyanlık için yapılan bir dağ yürüyüşü varmış.
Kışın bir gece sabaha kadar 50 km.den fazla bir mesafeyi, dağları aşarak, genç yaşlı demeden grup halinde yürüyorlarmış.
Bu olayın albümünü de inceledik.
Getirdiğimiz şaraplar bitince Artur kendi vişne şarabından bir şişe çıkarttı
(Lehçede vişneye vişne deniyor, Türkçe’den geçmiş)
Onu da çok beğendik.
Ayrıca damacanalar dolusu üzüm şarabı da yapmış ama henüz olmamış.
Bahçelerinde Kasım ayında hala üzüm vardı. Sıfır derecede, kırağı altında nasıl donmamış, anlamadım.
Üzümler küçük iri çekirdekli ama adeta ahududu gibi kokulu.
Bir baktım Artur, ikimize de hediye diye hem likör, hem şaraptan birer şişe doldurmuş.
Bunun üzerine ben de altta kalmadım, çantamdaki bir şişe yeşil kırma zeytini hediye ettim. Polonya'da sadece Yasemin tipi zeytin olduğundan bizim yeşil kırmaya büyük tezahürat oldu.
Lucyana çocuklarımızın yaşını sordu, Gökhan’ın 5 yaşındaki kızı Nehir için bir çocuk kitabı, Can için de Polonya’yı tanıtan birer kitabın içine, çocuklarımıza kaligrafik ithaflar yazarak (Can böyle bir baban olduğu için şanslısın) hediye etti.
Bunun üzerine biz de Poznan'daki ev sahibimiz için ayırdığımız son hediye olan Ruhaltı kitabını çıkartıp içine ithaf yazarak hediye ettik.
Üstüne bir de bizim koydan topladığım deniz kabuğunu verdim.
İncili kaftan okumuş nesil olarak bu hediye düellosunda altta kalmadık elhamdülillah.
Kızların ikisi de özel bir müzik okulunda çalgı ve şan dersleri almışlar. Eğitim klasik ve çok disiplinli olduğundan müzikten soğumuşlar ama şimdi çok seviyorlarmış.
Yemekten sonra Artur gitarı eline aldı,
(Göbeğinden yaklaştıramadığından değişik bir stili var)
Elleri tombul ve parmakları kısa olduğundan pek bir beklentim yoktu ama çok iyi gitarist çıktı.
Gökhan'ın söylediğine göre BB King'in elleri de böyle tombulmuş.
Gökhan da davulcu olduğundan hep beraber müzik yaptılar.
Polonya'nın köyünde Pink Floyd’un Another Brick in the Wall II parçasını çalıp söyleyen bir aile bana çok ilginç geldi.
Videonun sonundaki şarkı kendi bestesiymiş.
Ev ayrıca aile bireylerinin, aile bireyleri tarafından yapılmış yağlı boya resimleriyle doluydu.
Gece için bize anne kokulu çarşaflarla iki yatak yaptılar. Normalde küçüğünü Gökhan’ın alması gerekirdi ama o hep rahatsız uyuduğundan yazı tura attık, ben kaybettim.
Sabaha saat altıda kalkıp mezarlığa gidip Lucyana’nın yetiştirdiği kasımpatıları mezarlara yerleştirmeleri gerekiyormuş.
Bizi o kadar erken uyandırmaya kıyamadıklarından akşamdan plan yaptılar,
“Biz önce gider yerleştirir, sonra gelir kahvaltı ederiz” dediler.
Rahat bir geceden sonra sabah yine çok özenilmiş bir kahvaltıya uyandık.
Peynirli- patatesli mantılar
Kaz ciğeri ile yapılmış kek gibi bir şey vardı.
Üzerine böğürtlen reçeli koyup öyle yiyorlarmış.
Artur ciğerli keki ekmeğin üstüne sürüp de yedi, içimden çüş dedim.
Bir göbek kolay büyümüyor.
Ben de onun gibi iştahla yemek isterdim ama midem hala boşalmadığından pek yiyemedim.
Kahvaltının sonuna doğru Lucyana
"Arabayı kim kullanıyor?" diye sordu.
Gökhan'ın kullandığını öğrenince kendisiyle bana birer meyve likörü daha koydu, güne neşeli başlayalım diye.
Kahvaltının ardından biraz daha şarkı söyledikten sonra iki araba olarak yola koyulup önce akşam yemeğinde varlığını öğrendiğimiz Swiebodzin'deki İsa heykelini ziyaret ettik.
Bu heykel Rio de Janeiro'dakinden büyük ve 38 metreymiş, hatta dünyadaki en büyük İsa heykeliymiş. Ben pek inanmadım, teyit.org hesabı telefona sarıldım, doğruymuş.
Rio'daki 36 metreymiş, dağın üzerinde olduğundan daha heybetli görünüyor herhalde.
Bir de tabi kim ipler Polonya taşrasındaki İsa'yı.
Varsa yoksa Rio, İpanema, samba, ipkini...
Neyse İsa'ya ulaşım kolaymış.
Arabaları hemen önüne park ettik, park da bedava, giriş de. Zaten etrafta bizden başka kimse yoktu.
Ev sahiplerimiz heyecanla heykelin hikayesini ve özelliklerini anlattılar.
Bu heykeli yapmayı akıl eden papaz geçen sene ölmüş. Heykelin dibine gömülmeyi vasiyet etmiş ama mezarlık dışında defin yasakmış, sadece kalbini çıkartıp İsa'nın arka tarafına gömmüş, bir de anıt mezarcık yapmışlar.
Burada bir kaç fotoğraf çekildik ama hava feci ayazdı. Arabalara binip mezarlığa gittik.
Mezarlık kalabalık olur diye arabaları merkezde bir alışveriş merkezinin otoparkına bırakıp, aynı düşünceye sahip bir grup insanla beraber yürüdük.
Ortam gerçekten çok kalabalıktı.
Herkes iyi giyinmiş (hem şık, hem de soğuktan korunma anlamında) ellerinde aynı tip kasımpatı saksılarından taşıyorlardı.
Genel hava üzüntülü değil neşeliydi.
Mezarlığın bir bölümü Almanlara aitmiş. Eski bir duvarla ayrılan İkinci Dünya Savaşı öncesine ait bu bölüme geçerken Artur’ların aile hekimleriyle karşılaştık, hemen bizi tanıştırdılar. Biraz sohbet ettik, aynı bizim aile hekimlerine benziyordu.
Mezarlık ziyaretinden sonra bu harika aileyle vedalaştık ve Poznan’daki ev sahibimiz Marek'le iletişim kurduktan sonra yola çıktık.
Avrupa'da kış manzaraları eşliğinde akşamüstü Marek'in konumunu gönderdiği evine vardık.
(Kaldığımız bütün evlerin adreslerini döndükten sonra arkadaşım Çağlar'a verdim. Kendisi harita üzerinde gezinmeyi, düşünmeyi çok seviyor. İş yerine bir paket gelse paketi gönderen adresi Google haritalara girip, nereden gelmiş bakıyor. Kendi için de bir harita-zaman şeması çıkartacakmış.
Benzer bir harita meraklısı da Neşe'nin iş yerinde çalışan bir elektrik ustasıydı. Neşe dahil üç mühendisle beraber gittikleri İtalya'daki bir fabrika ziyaretinde arabayı kullanan mühendis kaybolmuş, çaresizlik içinde yolu ararken; daha İzmir'de street viewdan fabrikayı inceleyen usta binayı uzaktan tanıyıp yolu göstermiş.)
Marek hakkında tek bildiğim 55 yaşında bir triatlet olduğu. Ben triatlet olmasam da üç sporu da aynı tutkuyla yaptığımdan bir yarışma denk getirebilsem katılmayı düşünüyorum.
Yarışmacı bir insan değilim ama bu sene hayatımda ilk defa yarı maraton koştum ve çok zevk aldım.
Tam triatlonda zorlanırım, (1.5 km yüzme, 40 km bisiklet, 10 km’lik koşu), ama yarı triatlonu tamamlayabilirmişim gibi geliyor. Tabi denemek lazım; hesaba katılmayan faktörler olabilir. Mesela denizden çıkıp, ıslak mayo ile 20 km bisiklet binmek bana bayağı pişik yapıcı bir şey gibi geliyor.
Bir de 4 km yüzme, 180 km bisiklet, ve 42 km tam maraton dan oluşan Ironman var ki, bizim Marek bunu üç kez tamamlamış!
Marek ve kız arkadaşı Kasia bizi kalacağımız evde bekliyorlarmış, zira kendileri orda kalmıyorlarmış, başka bir evleri daha varmış.
Bize verdikleri ev 1+1 çok lüks bir rezidans dairesi.
“Bu evi neden kiraya vermiyorsunuz?” dedim.
“Bazen gelip Netflix izliyoruz” dediler. herhalde kendi evlerinden çıkınca sinemaya gitmiş gibi oluyorlar.
Bize evin sağını solunu, internetini gösterdikten sonra bir restoranda yer ayırttıklarını, bugün Ölüler Günü olduğundan rezervasyonların sıkıntılı olduğunu hemen gitmemiz gerektiğini söylediler.
Dışarı çıkıp devasa son model Mercedes jiplerini görünce
"Ohaa siz zenginmişiniz!" dedim
Gerçekten zengin olduklarından cevap vermediler.
Marek lojistik işiyle uğraşıyormuş, depoları falan varmış, iş için İstabul'a da epeyce gelmiş gitmiş.
Ayrıca Tango dansçısıymış, dans için Arjantin'e gidiyormuş.
Kasia da Flamenkocuymuş, beş yıldır birliktelermiş.
Bana göre çok lüks bir İtalyan restoranına gittik.
Girişte montlarımızı vestiyere almak istediler.
Ben hem para isterler, hem de üşürüm diye
“Vermek mecburi mi?” diye sordum, değilmiş.
Eski usul sandalyemin arkasına astım.
Böyle fine dining hiç bana göre bir şey değil, çok rahatsız edici ama misafir umduğunu değil bulduğunu yer hesabı itiraz şansımız olamadı.
Gökhan et söyledi, ben pizza.
Onlar da risotto söylediler.
Alkol hiç içmiyorlarmış.
Marek koşarken kalça kıkırdağını zedelediğinden bayağı topallıyordu. İyileşmek için çok az yiyor ve genelde sıvı tüketiyormuş. Tabi bu halde koşu ve bisiklet imkansız olduğundan yüzmeye abanmış.
Yüzmede rekoru 3 km/s hızla, 26 kilometreymiş.
Elli dakikada bir 10 dk durup Kasia'nın yanında paddle board ile taşıdığı yiyecek içeçeklerden tüketiyomuş.
Gökhan adamcağızın derdini duyunca hemen kıkırdak dejenerasyonunun geri dönmesi çok zor bir hastalık olduğunu ballandırarak anlattı.
Bunun üzerine ben sazı elime alıp Gökhan'ın klinisyen olmadığını (Radyolog); evet, söylediğinde haklılık payı olmakla birlikte insan vücudunun kendini tamir etme kapasitesine güvenmesini söyledim; biraz moral verdim.
Gerçekten de kendi hekimlik pratiğimde yıllar içinde daha az ilaç reçete edip bedenin kendi kendini onarmasına fırsat tanımayı öğrendim.
Gökhan ile yalnız kaldığımızda, yanımda staj yapan internlere söylediğim bir cümleyi ona da tekrar ettim:
"İnsanoğlu doğar, büyür, yaşar ve ölür. Doktorların görevi bu sırada onları teselli etmektir."
Hele morallerini bozmak asla değil!
Yemekten önce fincanda balkabağı çorbası ikram ettiler.
Baktık onlar yemeği soda ile yiyorlar, biz de bari kadehte şarap söyleyelim dedik. Şarap çok güzeldi ama bizim Sığacık ev şarabından bir yudumda içtiğimiz miktarı, havalı kocaman bir kadehin dibine koyup getimişler.
Dilimizi değdire değdire içtik.
Pizzada da iş yoktu, fayn dayning biz erkekler için her zaman bir eziyet.
Geliştirdiğim bir teoriye göre tat, sunum, dekor, ambians olarak birbirinin aynısı iki yemeğin nominal fiyatı 100 lira ise; bu yemeğe 150 lira ödendiğinde kadınlar, 50 lira ödendiğinde erkekler yemeği çok daha lezzetli buluyor ve neşeleniyor.
Yemeklerde iş yoktu ama sohbet güzel oldu.
Hesap 90 euro civarında geldi, çok ısrar etmemize rağmen Marek bize para ödetmedi.
Başta niyetleri bizimle bir yemek yiyip sonra kalacağımız eve bırakmaktı ama sohbetimiz hoşlarına gitmiş olacak ki size Poznan merkezini de gösterelim dediler.
Beraberce jipe binip merkeze gittik.
Poznan merkezi bana öğrenciliğimde bir ay geçirdiğim Olomouc'u anımsattı.
Orta Avrupa kentlerinde gece sokakta pek kimse olmuyor ama Poznan'ın öğrenci kenti olmasının etkisiyle olsa gerek sokaklar hareketliydi.
Sağı, solu, eski sokakları gezdik, hesapta onlar şöyle bir gezip döneceklerdi.
"Bize bir pub önerin" dedik.
Fikir değiştirip bizimle birlikte güzel bir brewerye geldiler.
Burası İtalyan restoranından kat kat iyiydi, yemek de vardı. Neden baştan buraya gelmedik anlamadım.
Biz menüdeki bütün bira çeşitlerini denedik, onlar da demlik demlik papatya çayı içtiler.
Gökhan çok eğlendirici bir insan olduğundan bir takım sihirbazlık numaraları yaptı.
Hesap geldiğinde Marek yine ödememize izin vermedi,
"Biz Türkiye'ye geldiğimizde de siz ödersiniz" dedi.
Zaten öyle yapacağımızdan artık ses etmedim.
Gerçekten de bize gelen batılı misafirlerle dışarıya çıktığımızda sürekli kendi kendime "Bunların usulü paylaşmak, hesaba atlama hemen" diye telkin ediyorum, ama nafile...
Hesap geldiğinde paylaşmak çok ayıp geliyor, kapıp yine ben ödüyorum.
(Sonrada sanki içlerinden salak Türk diye alay ediyorlar gibi geliyor)
Yalnız Polonyalıların da bizden farkı yokmuş.
Polonya'da 2 gün geçirdik, hiç euro bozdurmadık.
Bir kez kredi kartı ile içecek aldım, bir kez de otoban geçişini euro ile ödedik, üstünü zloti verdiler, onu da hatıra diye sakladık.
Birahane’de Marek'in para harcama tarzı ile ilgili bir sohbet geçti:
Bu ikisi geçen sene Dubai'ye gitmiş ve Burj Dubai'ye çıkmışlar. En tepedeki biletle çıkılan seyir terasında Araplar bunların fotoğraflarını çekmişler ve
“Çabuk seçin, albüm bastıracağız” diye acele ettirip katakulliye getirmişler.
Albümü alıp kredi kartını uzatan Marek'in ödediği miktara bakmak gökdelenden çıkınca aklına gelmiş.
10 fotoğraflık albüm için kartından 500 euro çekmişler.
Tekrar binaya girip yukarı çıkıp itiraz etmek de 200 euro tuttuğundan üzerine soğuk su içmişler.
Merak ettim 500 euroluk fotoğraf nasıl bir şey diye, utanarak telefonundan gösterdi.
Bir takım fotoşoplarla binaları tutuyormuş, üzerine oturuyormuş gibi yapmışlar.
Dedim zaten itiraz etseniz de bunlar sıradan foto değil sanat eseri derlerdi. Sanat eserinin fiyatı da belirsiz olabilir...
Bardaki muhabbet de Polonyalı yeni arkadaşlarımızı sarmış olacak ki bizi evimize bırakırken sabah kahvaltıya davet ettiler.
Odada özellikle Red-kit tipi banyo küvetinin epey tadını çıkarttık.
Sabah Marek'in gönderdiği konumdan bahçe içindeki evlerini kolayca bulduk.
Kapıdaki kocaman jipten de bulabilirdik zira Polonya'da Almanya'daki gibi elini sallasan Mercedes-BMW ye çarpmıyor. Arturlar mütevazi eski küçük bir italyan arabası kullanıyorlardı.
Hatta Artur, Gökhan’ın 10 yaşındaki, 10 bin euroluk arabasını çok beğenmiş,
"Son model mi bu?" diye sormuş.
Bir önceki gece hediye düellosunda hediyelerimizin çoğunu tükettiğimiz için ancak İzmir'den yeriz diye getirdiğim yarım kilo karışık kuru yemiş ile bir paket BİM kabak çekirdeğini ve bir de deniz kabuğunu verebildik.
Sevindiler sağolsunlar.
Marek evini minimalist ve çok zevkli döşemiş.
Beğendiğimizi görünce gezdirmeyi teklif etti.
Evdeki en acayip şey bodrum kattaki spor salonunun bir köşesinde yer alan kocaman lahit gibi tanktı. İçi hipertonik sıvı doluymuş, 36 dereceye ısıtıp içine giriyor, kapağını kapatıp karanlıkta, mineralli suyun içinde batmadan, hiç bir dış uyaran almadan saatler geçiriyormuş.
Söylediğine iki saatten sonra halüsinasyonlar gelmeye başlıyormuş.
Gerçekten garip bir adamdı Marek.
Politik konular açıldığında ben Doğu Avrupa'da yaygınlaşan aşırı sağcı, faşist partileri sordum. Gökhan masanın altından dürttü
“Abi adamın arabasında o partinin amblemi yapışık” diye fısıldadı. Marek de bahsi geçen partilerin faşist olmayıp sadece kaynağı belirsiz göçe karşı olduğunu iddia etti.
Kasia da bu konuda onunla biraz dalga geçti.
Öte yandan bizim gibi Doğu’dan gelen kişileri kendi isteğiyle evinde ağırlaması da parti üyeliği ile çelişiyordu. Neticede her toplum Doğusundakini hor görüp Batısındakine hayranlık duyuyor.
Biz Avrupalılara hayran olup İranlıları hor görürken İranlıiar da bize hayran olup Afganları hor görüyorlar.
Kahvaltıda guacomole, humus gibi sürmelikler, bir de bizim tahinli çörek gibi Poznan'a mahsus bir kruvasan vardı. Ayrıca Marek elleriyle güzel bir omlet pişirdi. Düğmeye basınca kahveyi çekip sonra hazırlayan makineden bol bol taze kahve içtikten sonra iki gündür Polonya'da deneyimlediğimiz üzre şarkı ve dans faslına geçtik.
Kasia Flamenko numaraları gösterdi.
Sonra üniversal eğlendirici Gökhan ile salsa yaptılar.
Daha fazla oku - Orijinal haber bağlantısı
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Benzer haberler
En çok görüntülenen haberler