tarafından Admin
DONETSK 
Nisan 2014



 
THY kış indiriminde önce Kırım’a gitmeyi planlayıp uçuş saatlerinin mesai ile uyumsuzluğu nedeniyle iyi ki vazgeçince (o zamanki) Ukrayna’da başka hangi kente gitsek diye araştırmaya başladığımızı yazmıştım. İzmir’de tanıdığım tek Ukraynalı olan, arkadaşım İbrahim’in eşi Yelena’ya dedim ki:
"Bu THY nin uçtuğu şehirlerden en az turistik, en çok Sovyet havasında olanı hangisidir?".

 

Yelena zeki kız, hemen anladı. Listeye bakıp 
“Bunların en çirkini Dnyetepetrovsk, ikincisi Donetsk. Eskiden Donetsk daha çirkindi ama futbol kupası nedeniyle biraz bakım gördü” dedi. Bu iki şehirdeki Couchsurferları araştırırken Donetsk’de Dmitry adlı bir doktorun profil fotoğrafını çok beğendim.




Kendisine yazıp iki meslektaşını kabul ederse hemen bileti alacağımızı söyledim. Sağolsun kabul etti, Ocak ayında biletlerimizi aldık. Gel gör ki Şubat’ta Kırım krizi çıktı, Mart’ta gösteriler Rusya sınırındaki Donetsk’e sıçradı, bilet paralarımız yanacak diye çok korktuk. 
Bu arada Dima mail atıp “Olaylardan korkmuyorsunuz, geleceksiniz di mi?” diye sordu
“Havaalanı kapanmadığı sürece geleceğiz!” diye cevap yazdım.
Kardeşim Tayfun ise ortalık çok karışık olduğundan gitmemizin delilik olduğunu düşünüyordu.



İş çıkışı Adnan Menderes yeni iç hatlar binasında buluştuk. 
Havaalanı güzel olmuş, badana kokuyordu.



İstanbul’daki pasaport kontrolünden sonra 1 saatimiz vardı. Hızla Yapı Kredi Lounge’una gittik. Geçen seferki gibi içince buluşamayız diye aynı salonda içmek için Neşe’nin kredi kartını da yanıma almıştım. Kapıdaki kız kartları incelemediğinden sorun yaşamadık.
Hızla ve bolca viski içip iş stresinden uzaklaşarak seyahat havasına girdik.



 Herkes kardeşim Tayfun gibi düşünüyor olacak ki uçakta bizden başka pek Türk yoktu.



Güleryüzlü hosteslerimizin ikram ettiği duble viskilerle o kadar çoştuk ki türkü söylemeye başlamışız (sonradan videoda gördüm) .



Dima bizi havaalanında karşıladı. Eve gider gitmez Yakup sızdı.
Ben "Kusura bakma ya, sarhoş geldik" falan diyerek muhabbet ettim. Dima: 
“Gel mutfakta oturalım adam uyusun ama sadece çay içelim” dedi. Taze zencefil ve balla güzel bir çay yaptı. Genel konular üzerinden şöylece bir geçtikten sonra dayanamayıp ben de yattım.
















Sabah erkenden kalkıp mutfakta bir süre kitap okudum. Kimse uyanmayınca dışarı çıkmaya karar verdim. 
Bir şehirdeki ilk sabah, ilk karşılaşılan insanlar, kokular falan bana pek etkileyici geliyor.

 

Biranın ilk yudumunun kalanından tatlı olması gibi bir şey ... 
Bu duygumu paylaştığım Can ticari bir fikri geliştirdi:
Sadece ilk yudumlardan oluşan bir şişe bira 
(ve ayrıca son lokmalardan oluşan bir pizza!) 



New York’a da gece varıp etrafı hiç görememiştim. 
Sabah erkenden merakla Manhattan sokaklarına çıktığımda mahallenin marketinden alışveriş yapan filmlerden fırlamışa benzeyen bir polis görmüştüm, hala gözümün önündedir.




Evin kapısı kilitsizdi ama dış kapının nasıl açılacağını öğrenmek için aşağı inip baktım, şifreli bir sistem var. Sonradan Dima anahtarını verdi, Akbille açılıyormuş.

 

 Şifreyi bilmediğimden tekrar yukarı çıkıp Yakup’u uyandırdım. 
Saat tam 9 30 da aşağı inip bana kapıyı açmasını ama lütfen geç kalmamasını, çünkü havanın çok soğuk olduğunu söyledim.



Bulunduğumuz bölge şehir merkezinde toplu konutların bulunduğu bir yer. Birbirine benzer  eski tuğla binaların ortasında bir de kocaman bacalı yapı var. 
Sonradan öğrendiğime göre burası merkezi ısıtma binasıymış.

 

 Donetsk’in kömür bölgesi olmasından mı yoksa tesisattan mı bilmiyorum ama dışarısı buz gibi olmasına karşın evin içi çok sıcaktı, hatta gece camlar aralık yattık.
 Musluğu açar açmaz da sürekli sıcak su olması pek hoş oluyor. 
Evin kirası 200 euro imiş, ısıtma için ayrıca para ödenmiyormuş. 

Apartmanların arasından görünen suya doğru yürüyüp nehir kıyısına indim. Burası aslında suni bir gölmüş, nehirde ip gibi su varmış. Şehre çok hoş bir hava katmış. Kıyıda çok ince, un  gibi kumlu ufak bir plaj,  parklar, sazlıklar, yürüyüş yolları, oyuncaklar vardı. 

 

 Eski dönemden kalma oyuncaklar pek feci durumda.

 

 Demir borulardan kıvrılarak yapılmış, paslı ve adeta korkunç!

 

 Bir okulun bahçesinde gördüğümüz oyun parkında da askeri eğitim alanı havası vardı.
 Ne gam, çocuklar dünyanın her yerindeki akranları gibi  neşeyle oynuyorlardı.

 

 Evin yakınındaki bir sahada liseli gençler bir spor yarışmasına hazırlanıyorlardı. 
Öğretmenleri sahaya numaralar dizmişti ama hangi branş olduğunu çözemedim.



 Yarım saati geçirmemek için fazla oyalanmadan geri döndüm.
Saat tam 9 30 da kapıyı Dima açtı, arabadan alacakları varmış. 
Mutfakta kahvaltı ettik. O da benim gibi sabahları sütlü yulaf ezmesi yiyor, şeker olarak da bir hastasının hediyesi olan koca cam kavanoz dolusu şekerlenmiş balı kullanıyormuş.

 

 Yulaftan başka mısır ve buğday çeşitleri de vardı. Benden farklı olarak sütle yulafı kapağı kırık mikrodalgasında ısıtıyordu. 
Kahvaltıdan sonra hep beraber arabaya binerek şehrin öbür ucundaki muayenehanesine gittik. Donetsk 200 yıl önce kömür madenleri nedeniyle gelişen çelik endüstrisi sayesinde kurulmuş bir sanayi şehriymiş. Dümdüz bir ovanın ortasında öylesine kurulmuş.

 

 Arkamızdaki Dima'nın muayanehanesinin bulunduğu bina 100 yıllıkmış.

 

 Aynı koridora bakan iki oda tutmuş, birinde muayenehane, diğerinde jinekolojik muayene masası ve dinlenmek için kanepe, kahve makinesi ve içkiler var.



 Ayrıca tuvalete yumuşak tuvalet kağıdı almış.
(Evde ise ne yazık ki  eski usul Rus kağıdı kullanıyordu)

 

 Aslında evdeki iyi bile sayılır. Doksanlarda Rusya'da tuvaletçiler bizim mahalle pidecilerinde bulunan pembe, dört köşe kaba kağıtlardan bir yaprak verip, artık ne işime yarayacaksa ikincisini istediğimde de surat yapıyor, bir tuvalet ücreti (10 kopek) daha istiyorlardı.

Bize hastalarından söz etti. Genelde erkeklerle ve cinsel fonksiyon bozukluğuyla uğraşıyormuş.

 

 Bana “Ejaculatio anteporte (erken boşalma) vakalarında ne kullanıyorsun?” diye sordu. 
Kullandığım ilaçları söyledim.
"Başka, başka?" dedi.
"Başka bir şey yok" dedim
Kendisi bu şikayetle gelen hastalara kuyruk sokumuna soğutucu sprey sıkarak bir tedavi uyguluyormuş. Bu tedaviyi Vasiliçenko adlı Rus bir doktor 1954 te Rusça yayınlamış, ama nedense dünya literatürüne girmemiş! Çok etkiliymiş, 6 seansta sorunu % 80 çözüyormuş. 
“Benim hastalarım 6 ay dağ başında bir tesiste çalışıp, bir aylık izinle şehre iniyor. Antidepresanların etki göstermesini bekleyecek zamanları yok. Bir ay içinde işlerini halledip yine altı aylığına görevlerinin başına dönmeleri gerekiyor” dedi.



Yaptığımız bunun gibi tıbbi sohbetler sonucu Ukrayna'daki tıp eğitiminin pek iyi olmadığı izlenimini edindik. Nitekim Dima da ürolog olmak için intörnlük dahil 2,5 sene ihtisas yapmış. Yani tıp fakültesine girdikten 7.5 yıl sonra üroloji uzmanı olmuş. Bu süreç Türkiye’de en az 10 yıl sürüyor. Kendisi zaten hiç ameliyat yapmıyormuş, zira kullanabileceği ameliyathane yokmuş.
“Sünnet bile yapmıyor musun?” dedim
“Nasıl yapayım ameliyathane yok, ekip yok” diye sinirlendi. 
(Çok iddiacı ve sinirli bir meslektaşımız) 
Erişkin sünneti (Alman damat) çocuk sünnetine göre biraz kanlı olabilir ama bence çok da büyütülecek bir şey değil.

 

 Askerdeyken bizim bir sağlıkçı Cumhur Başçavuş vardı. En büyük merakı sünnetsiz askerleri sünnetliler sınıfına kazandırmaktı. Süryani bir askere bir haftadan başlayıp, arttıra arttıra bir aya kadar istirahat teklif etti. Asker kabul etmedi.

Ukraynadaki sağlık sisteminden konuştuk, çok feciymiş. 
Teorik olarak sağlık hizmeti ücretsizmiş ama rüşvet vermeden asla tedavi olamıyormuşsun.

 

Doktor maaşı 150 euroymuş ve hemşire maaşına eşitmiş. Herkes özel hastanelere gitmek zorunda kalıyormuş . Kendi muayene ücreti de 15 dolarmış, 25 dolara çıkarmayı planlıyormuş. 

Randevulu hastası gelince biz izin isteyip ayrıldık. Bize internetten şehir planını gösterdi, yolları tarif etti. Şehrin bütün uzunluğu 10 km ve bu on kilometreyi Artema Caddesi boydan boya katediyormuş.

 

 Bir ucunda Dima’nın muayenehanesi, diğer ucunda istasyon varmış. Düzenli ızgara planı ve kerteriz alınabilen nehri ile ile kaybolmanın zor olduğu bir şehir.
Donetsk yıllardır ilk kez haritasız gezdiğim bir şehir oldu.

 

 Bir enformasyon bürosu bulduk ama kapalıydı. Açık turizm enformasyon bürosu dünya çapında çok nadir rastlanan bir şey olduğundan Ukrayna’lı kardeşlerimizin büroyu kapatıp gitmelerine hiç şaşırmadık.



 Artema Caddesi'nden merkeze doğru yürümeye başladık.
Çorumlunun biri memleketini mücevherci markası yapmış

 

 Bir çarşı görünce para bozdurma ümidiyle içeri girdik. İçerde son derece tapon mallar satılıyordu, pek müşteri de yoktu. Bir köşedeki Exchange yazısını görünce 20 euro bozdurduk. 1 dolar 10, bir euro 16 Grivni imiş (Grivna tekil, Grivni çoğul!) 
Döviz bürosundaki ana oğul tek kelime İngilizce bilmiyorlardı. Burada kimse İngilizce bilmiyor ama döviz bürosunda çalışan kişi neden İngilizce rakamları öğrenmez anlamıyorum. 
Restoranda kasaya iki bira deyip parasını ödüyorum, masaya üç bira geliyor. 3 yaşındaki yeğenim İngilizce ona kadar sayabiliyor ama 20 yaşındaki Ukraynalı garson kız üçe kadar sayamıyor. 



  Dövizcinin müşterisi çoktu.

 

 Anladığımız kadarıyla yüksek enflasyon nedeniyle halk parasını eskiden bizde olduğu gibi dövizde tutup, harcayacağı kadar bozduruyor. 
Hava gittikçe soğudu, kar sepelemeye başladı. Yanımda getirdiğim yün içlikleri evde unuttuğumdan üşümeye başladım. Adımlarımızı sıklaştırıp Lenin Meydanı'na geldik. 
Meydana vardığın kocaman Lenin heykelinden anlaşılıyor

 

 Burası şehrin merkeziymiş. Lenin heykeli görmek hoş oldu, dünyada pek örneği kalmadı. Heykelin altında bir takım insanlar çadır kurmuş oturuyorlardı.

 

 İlk önce Meydancılar sandım ama sonradan anladık ki Rusya yanlıları.
 İmza toplayıp çiçek falan satıyorlardı.

 

 Heykelle yeteri miktarda fotoğraf çekildikten sonra meydandan aşağı sallanarak yemek yiyecek, Sovyet zamanından kalma döküntü  bir restoran aradık, bulamadık. 
Hep lüks, afili restoranlar vardı. Neşe matrioşka istemişti, gördüğümüz tek hediyelikçi olan ufak bir dükkanda sorduk, kız bir tanesine 60 lira istedi

 

Yağmurdan korunmak ve dinlenmek için bir tramvay durağına dineldik. 
Lazım olur diye de iki tramvay bileti aldım. (1,5 Gr=30 kuruş)

 

 Büfeci kadının bülbül gibi İngilizce konuştuğunu görünce ona restoran sorduk. Tirol Pub'ı tavsiye ve tarif etti. Araya taraya bulduk: Yeraltında Avusturya havasında bir mahzen. Avusturya kıyafetli oğlan ve kızlar hizmet ediyor, dekorasyon falan pek güzel de aradığımız bu da değil.

 

 Yürümeye ve aramaya devam. 
En sonunda açlığımız iyice tavana vurmuşken girdiğimiz bir restoranda karar kıldık. Burası da eski değildi, dışarısı gözükmüyordu ama havası ve içerde oturanlar hoştu.

 

 Bir zamanlar Ankara'da gördüğüm sokak konseptli bara benziyordu. Yerler Arnavut kaldırımı, sokak lambalarına ceket asılıyor falan.
 Pirzola ve Kiev köfte söyledik. Pirzolanın üstüne barbekü sos dökülmüş olarak gelmese fena değildi.

 

 Ardından kaşar pane ve peynirli patates kızartması istedik

 

 Üçer bira içtik, 260 Grivni= 26 dolar hesap geldi.

 

 Restorandan çıkıp hepsi birbirine benzeyen toplu konut alanlarından geçerek göz kararı nehir kıyısına doğru iniyorduk ki ben park etmiş eski bir Moskoviç'ten bizim mahalleyi tanıdım.



Nehir kıyısına inip oryante olmaya gerek kalmadan evimize vardık.
Dima gelmiş bizi bekliyordu. Hangi restorana gittiğimizi sordu
Gittiği restoranın adına dikkat eden gurme havasında gururla,
 "Nemiroff!" dedim.
(Hatta adı unutmamak için menün fotoğrafını çekmiştik.)



"Değildir. O votka markası" dedi.
Akşama bize borç çorbası yapacağını söyleyip markete gidip alışveriş yapmamızı önerdi.

 

 Ürologika'ya (Dima arabasının her tarafını kliniğine verdiği ad olan Ürologika yazısıyla doldurmuş) binip Donetsk’in en büyük marketine gittik.

 

 Adı Amstor.

 

 Market çok büyük ve çeşit açısından zengindi.

 

 Meyve sebzede de bolluk vardı.

 

 25 yıl önceki Sovyet marketlerini anımsadım. Sovyetlerdeki ilk sabahımda markete gittiğimde satılan üç beş çeşit malın biri yumurtaydı, ben de 4 tanecik almıştım. Daha sonra bir ay boyunca hiç yumurta görmedim. Meğer bir mal ayda yılda bir gün gelir, o gün bitermiş.

 

 Mal dediğim de mesela kibrit, ampul veya tuvalet kağıdı gibi şeyler. Tabi bunları karaborsada her zaman bulmak mümkündü de markete gelmiyor, gelirse de hemen sıra oluyordu.  

 Bu markette ise özellikle deniz mahsülleri ve bira çeşitliliği süperdi.

 

Taze deniz ve göl balıklarının yanı sıra Tayland'da bile görmediğim çeşitlilikte kurutulmuş, tütsülenmiş balıklar;

 

 Belçika'da görmediğim kadar çok çeşitli biralar vardı.

 

 Biz de etiketlerini beğendiklerimizden bir miktar bira ve yanında yemek için kurutulmuş ve tütsülenmiş balıklardan aldık.
"Biraları biz ödeyelim" dedik ,



 "Hay hay" dedi, ödedik; ama pek büyük bir şey tutmadı. 
Ukrayna biralarının şişesi 1 lira civarında. En pahalı ithal bira 5 lira.

 

 Eve dönünce Dima birayla kuru balıklara girişti. 
Balığın derisini soyup, kopartıp çiğniyorsun. 
Bayağı uğraştırıcı olduğundan yavaş yeniyor.

 

 Ben bir süre daha çay kahve ile idare edip daha sonra füme balıkla biraya geçtim.



 Burda büyük balıkları parçalayarak füme etmişler. 
Güzel bir torik karnı aldık, yağlı yağlı pek lezzetli çıktı.

 

Kapı çaldı, iki komşu July ile Johny geldi. Donetsk’deki Couchsurfing grubunda tanışıp kaynaşmışlar. Dima Couchsurfing işini pek sevmiş. Siteye bağış yapmış, onlar da çıkartma göndermişler, kapısına yapıştırmış.

 

 Bir süre salonda politika falan konuştuk. Rusya'nın Doğu Ukrayna'yı işgal etmesi konusunda pek bir fikirleri yoktu, umursamıyor gibi görünüyorlardı. Dima Rus kökenliymiş. Tercihini sorduğumuzda "İkisi de aynı bok" dedi

 

Johny tam Rus yanlısı çıktı. Rusya’da her bakımdan Amerika'dan daha fazla özgürlük olduğunu iddia ediyordu. Verdiği örnek de; mesela Amerika’da trafikte polis seni durdurur da sen ona itiraz edersen hemen yere yatırıp üzerine basıyormuş. Oysa ki Rusya’da polise her türlü itirazını rahatlıkla yapabiliyormuşsun.
“Sen Amerika’ya gittin mi bilader?” diye sordum.
Gitmemiş ama duydukları öyleymiş.

 

 “Rusya'da polise rüşvet veriliyor mu?” dedim
“E heralde yani” diye güldü
“Bence söylediğin farklılık buradan kaynaklanıyor. Amerikan sisteminde kuralları çiğnemedikçe kimse seni durdurup kontrol etmiyor. Çiğnersen de rüşvet almıyorlar. Burada ise sebepsiz yere seni durdurup rüşvet aldıklarından daha başka bir ilişki gelişmiş polisle aranızda” dedim
Yine duyduğuna göre gay hakları konusunda da Rusya Amerika'nın çok ilerisindeymiş.



 O kadar abuk subuk fikirleri vardı ki "Biz seninle hiç politika tartışmayalım" diyerek yanımdaki Uykusuz ve Penguen dergilerinden bazı karikatürleri tercüme edip konuyu kapattım. Karikatürleri pek beğendiler, çok güldüler.
Acıkınca borş için mutfağa geçtik. Söylediklerine göre bu çorba imece ile hazırlanırsa daha  güzel olurmuş.

 

 Hazırlığa çok önem verdiler. Birer adet soğan, patates, pancar, havuç ve lahanayı ince ince doğrayıp ayrı bir tavada yağda çevirerek kavurdular. Bir tencerede iki saattir kaynayan kemikli eti çıkartıp didikleyip kavrulmuş sebzelerle birlikte hepsini tekrar et suyuna attılar. Bir kutu doğranmış domates ve en son olarak da taze sarımsak ekleyince yemeğimiz tamam oldu.




Bu yemek içine ekşi krema katılarak ve siyah ekmekle yenirmiş. 
Yanında da sek votka içtik.



Bence harcanan emeğe göre tadı zayıf bir yemekti. Baharat eksiği vardı. İkinci gün yerken içine biraz kakule attım daha iyi oldu. Zaten borş çorbasının özelliği ikinci gün daha lezzetli olmasıymış. Eski zamanların gezi kitaplarında yazdığına göre hanlarda bir gün önceki borş 1 rubleye satılırken o gün pişen 10 kopekmiş. (Bu bana saçma geldi, 10 kopeğe al ertesi gün iç )

July moda tasarımcısıymış.

   

 Dima'ya müzik festivallerde falan giymesi için etek dikmiş. 
Onun provasını yaptılar.

 

Getirdikleri bir şişe votka sek olarak doldurup doldurup içince dakkada bitti. 
Biralar da bitince gençler evlerine gitti, biz de yattık. Sabah Dima’ya arkadaşların evli mi diye sordum. İtalya vizesi alabilmek için evlenmişler. İkisinde de biraz eşcinsel havası vardı.

Dima'nın gerçeğe benzeyen oyuncak bir Kalaşnikof'u varmış (Öyle dedi ama bayağı ağırdı, inşallah oyuncaktır). Bunu görünce kardeşim Tayfun'a göndermek için bir asker pozu çektik.

 

 Askerliğim sırasında elimize ilk piyade tüfekleri verildiğinde nerdeyse bütün bölük Rambo havalarında birbirine poz vermeye başlamıştı da silahtan tiksinen biri olarak doktorlardaki bu silah sevgisine çok şaşırmıştım. Yıllar sonra şaka amaçlı da olsa ben de aynı pozu vermiş oldum. 
Fotoğrafı hemen Tayfun'a gönderdik, altına da 
 "Abicim haklıymışsın, burada durum çok fena. Silahsız sokağa çıkamıyoruz. Sabaha kadar silah seslerinden uyuyamadık" yazdım 
Canım kardeşim bir endişelendi, bir endişelendi,
"Yapma abi ya! Ben söyledim sana, gitme dedim..." diye perişan oldu. 
 Şakayı uzatmadan bizi böyle düşündüğü için teşekkürlerimizi iletip gerçeği anlattık. 

 Kahvaltıdan sonra Dima bizim için hazırladığı planı anlattı:
Önce terakonlara , sonra da milli park gibi bir yere gidecekmişiz. Bu terakon denen naneyi Donetsk hakkında bilgi ararken okumuştum. En büyük turistik atraksiyon yazıyordu, ama ne olduğunu anlayamamıştım. Birisi 'Gün batımında nefis görünüyor' yazdığından 
'Herhalde Kuzey ışıkları gibi bir şey' diye düşünmüştüm.

 

 İlk sabah gezmekten eve dönünce Dima heyecanla "Terakonları gördün mü?" diye sormuştu, yine anlamamıştım. Yolda görünce anladım: 
Buranın altı komple kömür madeni olduğundan yıllar boyu yer altından çıkartılan kömürün içine karışmış moloz ve taşlar madenin yanına dökülmüş ve koni şeklinde tepeler oluşmuş. (Terra=toprak, kon= koni ).
Bunlar gerçekten garip görünüşlü insan yapımı ufak tepeler.


 
Gittiğimiz terakon şehre 20 km mesafede kapanmış (tükenmiş) bir kömür madeninin yanında yer alıyormuş. 
Yolda Dima bize gezdiğimiz yerlerde araba kiralayıp kiralamadığımızı sordu. Yakup bunu bir dokundurma gibi algılayıp
“Biz de yakıta katkıda bulunalım” dedi. 
“Tabi olur” yanıtını aldı.

 

 Dönüşte benzinciye girdik; indirim kartını mı ne unutmuş, benzin alamadık. Biz de istasyonun kafeteryasında kendisine pahalı kahve ısmarladık.

 

 Ertesi sabah “Evet benzin katkı payı 100 grivni alayım” dedi (Ukrayna’da benzinin litresi 1 euro, bizim tükettiğimiz LPG 40 cent) Ben Yakup’a:
“Şaka mı yapıyor acaba, çıkartıp verirsek ayıp olmasın?” dedim 
Yakup “Valla gayet ciddi görünüyor, ver bakalım” dedi 
100 gr (20 lira) verdim, aldı cüzdanına koydu. 
Bunu eleştirmek için değil bizzat turizm bu olduğu için burada anlattım.
İnsanların kültürleri farklı farklı. Bize çok ayıp gelen bir davranış, başka bir memlekette gayet normal olabiliyor.

 

 Yol uzun olduğundan Dima da bu konuyu açtı:
“Sizce Türklerin en önemli özellikleri nedir?” diye sordu
Hiç düşünmeden “Misafirperverlikleri” dedim
“Başka?” dedi
“Kişisine göre çay veya rakıya olan düşkünlükleri” dedim
“Başka?” deyince düşünmek zorunda kaldım ve sonra şöyle dedim: 
“Türkler çalışkandır, işten kaçmazlar. Fakat yasada bir boşluk varsa bundan faydalanmaktan da büyük zevk alırlar” dedim
“Türk ailesi nasıldır, erkekler eşlerine nasıl davranır?” diye sordu
“Bu konuda hastalarımın anlattıklarından epey fikrim olduğundan konu hakkında uzman sayılabilirim. Eskiden ben Türk erkeklerinin eşlerine kaba ve hoyrat davrandıklarını sanırdım. Kadınları dinledikçe büyük çoğunluğunun eşlerinden çok memnun olduğunu, erkeklerinin onları el üstünde tuttuklarını öğrendim” dedim
“Bizim erkekler berbat! Kadınlarına hiç saygı duymuyorlar, çünkü kendilerine saygıları yok” dedi.



Çamurlu bozuk yollardan terk edilmiş kömür madenine ulaştık.

   

 Çok garip bir yerdi.

 

 Yıkılmış binalar korkunç ve hüzünlü görünüyorlardı.

 

 Dima’nın böyle yerlere ilgisi olsa gerek ki iki üç defa Çernobil’e gitmiş. 
Elinde Geiger cihazıyla radyasyonun az olduğu yerlerde dolaşıyormuşsun.

   

 Şehir terk edildiği günkü gibi kalmış. Profilindeki bir fotoğrafta Çernobil’deki bir sınıfta bulduğu çocuklar için radyasyondan korunma kitabını gösteriyor.

   

 Ben de Kıbrıs'ta terk edilmiş şehir Maraş’ı gezmeyi çok istemiştim ama kapıdaki askerlere ne kadar yalvarsam da içeri almadılar. Askerliğimi yaparken akıl etsem içerdeki orduevine girebilirmişim

Arabayı park ettik, dışarıda buz gibi bir rüzgar.

   

 Dima keçi gibi önden tırmanmaya başladı.

 

 Biz de peşinden, soluk soluğa.
Çok sporcu bir çocuk, biz döndükten sonra ultramaraton gibi bir endurans yarışına katıldı.

 

Rüzgar, daha doğrusu fırtına uçuracak gibi olduğundan iki sırtın arasındaki oyuktan yürüyerek zirveye çıktık.

 

 Dima zirvedeki düzlükte duman tüten yerleri göstererek
“Oralara yaklaşmayın, çöker de içine düşerseniz canlı canlı yanarsınız” dedi. Burası madenden çıkan taş toprakla yapıldığından araya karışan kömür parçaları yıllarca yanmaya devam ediyormuş. Hatta 1957de böyle bir koni için için yandıktan sonra patlayarak yanı başındaki köyü yok etmiş. O zamandan beri patlamasın diye konilerin tepesi düz yapılıyormuş.

 

Sivri olanlar eskiden kalmaymış. Bizim çıktığımız da yassı tepeliydi. 
Manzara güzel, ortam etkileyici.

 

Dima taşları incelersek pek çok fosille karşılaşacağımızı söyledi. Gerçekten de kısa sürede bir sürü fosil bulduk. Çocukken bir arkadaşı burada 4,5 metrelik balık fosili bulmuş ama kimse ilgilenmemiş kırılmış gitmiş.

 

 İniş biraz daha tehlikeliydi ama kazasız belasız indik. O, arabanın inen tekerleğini şişirirken biz de etrafı dolaştık. Bir binanın arkasında tamamen dağılmış bir Lada vardı. Bir köşede kilometre saati, bir köşede radyatörü. 
Tekneye takarım, hatıra olur diye kapı tutacağını aldım .



 Geldiğimiz yollardan dönüp milli park dediği yere yöneldik.
“Bu gittiğimiz yerde sizin ülkenizde de olan bir şey var ama söylemiycem, sürpriz olsun” dedi.
Köylerin arasından geçerek epeyce yol gittik.

 

 Köyler çok güzeldi, tek katlı evlerbakımsız köy merkezleri .

 

 Eski otobüsler yolcu bekliyor

  

Köylüler köyün  bakkalının önünde masa atmış votka içiyorlar. Burdaki geleneksel içme şekli böyle zaten. Bakkaldan bir litre votka alıp, artık yanına ne bulursan peynir, ekmek, sucuk, börek ayaküstü içiyorsun.

 

 Elbette alkolizm çok ciddi bir sorun. 
İçkiyi fazla kaçıranlar için tuvaletin duvarına yastık bile yapmışlar.

 

 Şehrin içinden geçerken yerel bir pazar yerine girdik.

   

 Soğuk nedeniyle satıcı kadınlar iyice sarınmışlardı.

 

Slav kadınlarının gençken güzel olup sonra aniden yaşlandıkları hep söylenen bir klişedir ama aradaki farka insanın inanası gelmiyor.

 

 Bunlar belli bir yaşta adeta metamorfoz geçirmişler.



 Kimse sokaklardaki dal gibi ince kızların bir gün bu kadınlar gibi olacağını, ya da bu kadınların 30 yıl önce dal gibi olduğunu hayal edemez.



 Bir kadının önündeki şişelerdeki zeytinyağına benzeyen sıvının ne olduğunu merak ettim.

  

 Dima "Kvas, mutlaka tatmalısınız " diyerek bir litre aldırdı. 
Turşu suyu ile boza arası fermente bir içecekmiş, pek hoşumuza gitmedi.



  
Kerevite benzer böcekler satılıyordu. 
"Alsak evde yapabilir miyiz?" diye sordum 
"Bunlar tatlı su böcekleri pek lezzetli değildir ve çok alerjenik olabilir" dedi

 

 Can'a sosis almak istedim "Burda iyi olmaz" dedi. 
Babam gibi; safi muhalefet ! 
İyi de yarın Pazar, her yer kapalı.
Çocuk dönünce elimize bakacak.

   

Gözüme kestirdiğim bir tezgahtan iki kangal sucuk aldım. Bu sefer de "Esas buranın at sucuğu çok iyi olur" dedi, kadına sordu. Kadın simsiyah bir sucuk çıkarttı. O kadar övdü ki  ayıp olmasın diye vakumlu ufak bir paket aldık ama yemeye cesaret edemedim. 
İnsan göz göre göre at yer mi!

 

 Pazardan çıkıp sürprize doğru yola devam ettik. 
 Gide gide yol bitti, tarlaların arasından patikalardan devam ettik, en sonunda bir tepeye geldik.

   

 O da nesi! Burada da yanartaş varmış.

 

 “Bunun ateşi bizimkinden kuvvetli” dedim 
“Sizinki doğal, bu delerek yapılmış” dedi.
 Karşıda 10 km uzakta (üstteki fotoğrafta taa uzakta) görünen kömür madeninin galerileri yeraltından buraya kadar geliyormuş. Galerilerde oluşan fazla gazı tahliye etmek için bir delik delmişler.

   

 Hava buz gibi soğuk olduğundan ateş pek makbule geçti.

 

 Balıkçılar aşağıdaki baraj gölünden tuttukları balıklarla burada balık çorbası yapar içerlermiş.

 

 Nehir ve barajın manzarası çok güzeldi.

 

 Burada ne güzel yelken yapılır diye içimden geçirirken ortalıkta hiç tekne olmadığını farkettim. Sordum, alışkanlıkları yokmuş, herkes iskeleden balık tutarmış.

 

 Rüzgar insanı ısırıyordu, fazla oyalanmadan dönüşe geçtik. 
Yolda başka bir toprak yolun girişinde arabayı bırakıp "Arkadaşlarıma bakalım" diye bir patikaya daldı, biz de tabii peşinden...

 
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Benzer haberler
Pek yakında burada: Ukrayna ...
08 May, 18:56
 Geçen pazar Dominik Cumhuriyeti'nde son gecemizdi.Saat farkına hala alışmadı...
08 February, 18:04
Eski Doğu Almanya (Kasım 2015)  THY'nin 99 dolarlık biletleriyle her kış üç fa...
29 February, 17:11
ÇANAKKALE Kaz Dağları (Aralık '11) Cumartesi sabahı kahvaltı ederken h...
08 February, 06:03