tarafından Admin





1.Yıl sonunda yanacak 5 günlük iznim kalmıştı.



2.Dayımın oğlu Ali de aynı durumdaymış, bir yerlere gitsek diyordu. 
Kendisi çocukluk arkadaşım olduğu gibi aynı zamanda meslektaşımdır



 3.Son günlerde gündemde olan İran’ı tekrar görmek istiyordum. Ali'lerde izlediğim bir İran filminden sonra bu isteğim şiddetlenmişti.



4.THY İsfahan’a direk uçmaya başladığı için promosyon amacıyla gidiş dönüş 99 euroya bilet satıyordu.


 
Bu dört faktör birleşince Aralık ayının son haftasında ne yapacağımız belli oldu. Biletleri alıncaya kadar Ali’ye nereye gittiğimizi söylemedim. O da sağolsun bana güvendi, sormadı. İstanbul’daki Masumiyet Müzesini çok merak ettiğim için İzmir-İstanbul biletini İran uçağından erken saate aldım.


Pazar günü öğlen saatlerinde İstanbul’a indik. Havataş ile 10 lira karşılığında Taksim’e ulaştık.

 

Cihangir’deki müzeye giderken yolda İstiklal'deki kiliseyi de gezdik.



Ali'nin  sırtında çanta olmaması çantasını havaalanı emanetine bıraktığından.
Bana da emanet ısmarlamak için çok ısrar etti ama ben prensip olarak karşı çıktım.
Çantamı özlüyorum.

 

Yapı Kredi yayınlarına uğrayıp yabancı ev sahiplerine standart hediyem olan Bahadır Baruter'in Ruhaltı kitabını aldım. Ali de işportadan İstanbul yazan bir kupa aldı.
Ayrıca dış hatlara incelensin diye bırakılmış kocaman, ciltli, İngilizce bir Türkiye kitabını da münasip bir hediye olacağını düşünerek yanımıza aldık.




Masumiyet Müzesi romanı beni çok etkilemişti. 
Müzesi daha  çok etkiledi.
Orhan Pamuk, ya da 11’e 10 kala filmindeki Mithat Bey gibi biriktirmek, bence yaşlanma ve ölüm karşısındaki zavallı bir avuntu arayışı.












Ben de seyahatlerimi yazıya dökmeden çok öncesinde yaşadıklarımı unutmamak için kronolojik fotoğraflar çeker, uçak-otobüs bileti, restoran peçetesi, yerden bulunmuş taş parçası gibi ıvır zıvırı biriktirirdim (hala da biriktiriyorum) İtiraf edeyim ki bu blogdaki yazıları da paylaşmaktan çok hatırlamak, unutmamak için yazıyorum.

 

 Bu biriktirme duygusu bazı insanların içinde fabrika çıkışı oluyor. Sonradan edinilemeyeceği gibi vazgeçilebilir bir şey de değil. 
Her şeyi (bence vandallık derecesinde) atan annelerimiz, karılarımız olmasa bizim gibilerin eninde sonunda çöp evde yaşaması mukadder.

 

Bu nedenle Orhan Pamuk’u da, romanının kahramanı Kemal’i de çok iyi anladım; çektikleri eziyeti ruhumda hissettim.
Orhan Pamuk'un yazar olarak başarısı bence kendi içine bakıp bakıp gördüklerini dürüstçe ve samimi bir uslupla yazmasında, zira Afrika’dan Filipinler’e herkesin içinde benzer duygular, anılar var. 
Zekasını bu müze işinde de konuşturmuş. Romanın bölümleri birer camekan içinde eski objelerle, fotoğraflarla canlandırılmış.



 Bazı camekanların önünde dakikalarca durdum, gazete küpürlerindeki yazıları okumaya çalıştım.
Aşağıdaki en hoşuma giden camekan oldu, fotoğraf çekmeyin demişler ama dayanamayıp çektim.

 

 Velhasılı müze kapanıp dışarı atılana kadar içerde kaldık. Müzeye gitmeye niyetlenince romandaki bileti kitabın sonunda aradım, bulamadım. Meğer Kemal bir sohbet sırasında (474. sayfada) “Bileti de buraya koyalım , okurlarımız gelip müzeyi gezerken kitaplarını damgalatsınlar” diyormuş. 



Gerçi bulsam da 15 lira için tuğla gibi kitabı İzmir’den İsfahan’a götürüp götürmeyeceğim konusunda emin değildim.
Galatasaray’daki hayvanseverler önümüzdeki hafta idrak edilecek olan yılbaşında hindi kesilmemesi için eylem yapıyor, slogan atıyorlardı.
Bana şaka gibi geldi ama değildi.



 O sıralar sıradan bir park olan gezinin önünden Havataş otobüsüne binip havalanına döndük. 
Havaalanında Yapı Kredi salonu boştu. Bu sefer bir değişiklik yapıp kendime meze tabağı hazırlayıp birkaç kadeh rakı içerek sosyete dergilerindeki cemiyet resimlerine baktım.

 

 Eskiden televizyonda ne güzel magazin programları olurdu, cemiyetten son haberleri alırdık. Şimdi dizi ve yarışmadan geçilmiyor.
Bizim televizyonlar seyircileri gibi ifratla tefrit arasında gidip geliyorlar.

 

 Ufak bir Airbus olan uçağımızda eğlence sistemi olarak ekran olmadığı gibi sadece 3 radyo kanalı (TSM, THM, Rap) vardı.
Ayrıca alkollü içki servisi yoktu.

 

 O sırada henüz diğer hatlarda yayılıp medyaya yansımadığından  ilk defa rastladığım bu uygulamaya çok şaşırdım. 
Hostes, İran makamlarının izin vermediğini, uçakta alkollü içecek bulurlarsa büyük ceza kestiklerini söyledi. 
TSM, THM, Rap hakkında ise bir açıklama getiremedi. 

Yolcular genelde erkekti.

 

 Saat 02 30'da İsfahan’a indik.
Havaalanı karanlık, ıssız. Etrafta başka uçak görünmüyor.

 

 Pasaport polisi İranlıları hızla geçirirken bizim pasaportları alıkoydu, sertçe:
“Geçin oturun” dedi. Beklerken fark ettik ki Ali’nin pasaportunun süresinin bitmesine 6 aydan az kalmış. Pasaportu alıkonan 5-6 Türk, tüm yolcular bitene kadar bekledik.
Havaalanı yeni yapılmışa benziyor.

 

Tuvaletlerde abdest için musluklar var.



 Sırayla adımızı seslenip ilk defa pasaport görüyormuşçasına uzun uzun incelediler ama boş bir inceleme. 
Öylesine; ilginç bir şeymiş gibi inceliyorlar. Nitekim tarihi fark etmediler, damgaları bastılar dışarı çıktık.
Hava kirli ve sisli. Üzerimize kimse atlamadığı gibi sona kaldığımızdan otoparktaki 2-3 taksinin hepsi de kapılmış.

 

 Allahtan beraber geldiğimiz Türklerden biri “Abi buraya gelin, beraber gidelim” dedi de onun taksiye sığıştık. Zaten burada taksiler boş koltuk olduğu sürece dolmuş şeklinde kullanılıyormuş.

 

Couchsurfing'den bulduğumuz ev sahibimiz Halil bize havaalanından telefon kartı almamamızı, kendi telefonumuzdan da onu sakın aramamamızı, kendisini aramak için taksicinin telefonunu kullanmamızı söylemişti. Taksiciye Halil’in numarasını verdik, konuştu, adresi aldı..
Halil bizi sabaha karşı üçbuçukta sokakta karşıladı, taksinin parasını ödedi.



Bu Couchsurfing anladığım kadarıyla İran’da illegal ama pek popüler.
Sitede birisine istek gönderirken şehirdeki diğer üyeler de bu isteğini görsün mü diye bir seçenek var. İlk kez İran'da ev sahibi ararken bu şıkkı işaretledim.
Yazdıklarımdan başka (bir kısmı karşı cinsten olmak üzere) 3 konaklama, 10 dan fazla da buluşup şehri gezdirme daveti aldım.
En kafama uygun Halil ve ailesini gördüğümden diğerlerini özür dileyerek refüze ettim.

 

 Aslında teorik olarak İran’dan internete girilemiyor.
Değil Couchsurfing; uluslararası hiç bir site açılmıyor. (Muhtemelen İran Telekomünikasyon Kurumu anlamına gelen renkli arap harfleri çıkıyor)

 

Hatta bir ara intranet yapmak istemişler (sadece İran içi ağ) ama olmamış. 
Fakat herkesin bilgisayarında VPN programları kurulu, bu sayede girilmeyen site yok.




 Halil bir İngilizce dil kursunun sahibi ve yöneticisi.
İngilizce’yi kendisi de İsfahan’da kursa giderek öğrenmiş, çok çalışmış öğretmen olmuş, sonra kayınpederinin de desteğiyle kendi okulunu açmış.

 

Hiç İngilizce konuşulan bir ülkeye gitmemiş olmasına karşın güzel bir İngiliz aksanı var.
Eve girdik, eşi ve kızı uyuyorlardı.

 

 Biraz sohbet ettikten sonra odamızı (kızı Hasti’nin odası) gösterdi, sabah 4 30 gibi yattık.

 

Naturası biraz mızmız olduğundan Hasti'nin pembe çiçekli çocuk yatağını Ali’ye ikram ettim,

 

 Ben de yere halının üzerine kıvrıldım.
 O kadar çok uykum vardı ki uyuyamadım.

 

 Sabah 7 ‘de kalktık.
Halil salonda uyuyordu, tıkırtımıza uyandı.

 

 Çay demledi ekmek, tereyağ falan çıkardı, ayaküstü atıştırdık.

 

 Bize para bozdurana kadar kullanmamız için 150 bin tümen İran parası, belediye otobüsleri için elektronik bir kart, gerekirse kendisini aramamız için sim kart, cep telefonu ve harita verdi, şehri tanıttı.

 

Böyle ev sahibi dostlar başına!

 

Eşi Azade de uyandı tanıştık. Fazla oylanmadan İsfahan'daki ilk günümüze çıktık.
Evin önündeki otobüs durağından merkeze giden otobüse bindik. Durağımızın adı Bog Kadir (Bog'gadiiir diye söyleniyor, Kadir'in bağı anlamına geliyormuş). Zaten 3 gün boyunca anladığımız kadarıyla bizim Türkçe sandığımız dil Farsçaymış, (Ya da onların Farsça sandıkları dil Türkçe). Aksanı çözdün mü her şeyi anlıyorsun. Kelimeleri biraz kaba telaffuz edip sonunu uzatmak gerek.
Belediye otobüsü ortasından haremlik selamlık ayrılmış. Ön kapıyı erkekler kullanıyor, ortada beşli sıra var arkaya geçmek mümkün değil. 
Şehir merkezine yaklaşırken yol tıkandı. Nümayiş yapan bir grup yolu kapatmış, slogan falan atıyorlar.

 

Politik zannedip sorduk, maaşlarını alamayan belediye işçileriymiş.
Ben otobüsün içinden bir iki fotoğraf çektim. 
Baktık yolun açılacağı yok, inip yürümeye karar verdik. İnerken insanlar dostça nümayişin fotoğrafını çekmememizi, eğer etraftaki devrim muhafızları fotoğraf çektiğimizi görürlerse makinemizi bile alabileceklerini söylediler 
Bizimle inen genç bir delikanlı bizi çarşıya götürmeye talip oldu, adı Reza imiş.





Üniversitede mühendislik okuyormuş, rejimden pek şikayetçi değilmiş. Reza bizi Nakşi Cihan (yani cihanın süsü ) denen İsfahan’ın merkezindeki büyük tarihi meydana götürdü. Eskiden Şah, şimdi İmam diye de adlandırılan bu meydan çepeçevre tarihi bir kapalıçarşı ile çevrilmiş. Ayrıca üç kenarında tarihi camiler ve konaklar var.

 

Biz de bir kenardan alanı çevreleyen kapalı çarşıya daldık. 
Genelde turistik eşya satan mağazalar olsa da don ya da baharat satan lokal dükkanlar da mevcut.
 Bombardımanlarla yıkılan Halep’in kapalı çarşısını andırıyor.

 

 Ufak bir lokantaya girip yemeklere baktık. Bir kazanda tavuklu keşkeğe benzeyen baharatlı bir çorba kaynıyor. Ortada büyük bir saç tavanın köşesinde tantuni benzeri et var.

 

Bize bundan yap dedik. 
Etten biraz alıp, baharatla karıştırıp kepçe gibi bir şeye bastırdı, tavanın altındaki ocağın üzerine sürdü, ısıttı, sonra yufka ekmeğinin üzerine ters çevirdi.

 

 Karışık otlardan oluşan bir salatayla getirdi. 
İran’da salata hep böyle nane, reyhan gibi karışık rayihalı otlar, bir iki ufak taze soğan ve  birkaç küçük kırmızı turptan oluşuyor.

 

Çorbadan da bir tas isteyip tadına baktık. Bu seyahatte nedense not almadığımdan ve İran milli parası da hem değersiz (bol sıfırlı) hem de kafa karıştırıcı şekilde değişik adlarla anıldığından fiyatları tam hatırlayamıyorum, ama bu yemeğe ayranlarla birlikte iki kişi 7-8 lira karşılığı bir para verdik.
İran ayranları Nahcivan'dan ithal edilmiş ve Sek'in  daha yeni piyasaya sürdüğü şekilde naneli.



Karnımız doyunca kapalı çarşıda dolaşmaya başladık.

 

 Çarşıda giyecek, yiyecek, turistik eşya, aklına ne gelirse satılıyor. Özellikle baharatçılar benim ilgimi çekti. Anadolu’da keş denen kurutulmuş peynir  çeşitli geometrik şekillerde satılıyor. Bunlardan karışık bir kilo aldım. Ayrıca bizde bulunmayan ufak bir cins yer fıstığının kilosunun 5 lira olduğunu görünce ondan da bir kilo tarttırdım.  Gulpare diye bir baharat gösterdiler, turşuya katılınca güzel oluyormuş, biraz da ondan aldım. Geçen hafta ilk defa kornişon turşusuna kattım, pek güzel oldu, değişik bir koku verdi.

 

Seyyar satıcılar hurma ile kesilmiş hindistan cevizi satıyorlardı. Daha sonra Halil'in söylediğine göre bu ikisi birlikte pek lezzetli gittiğinden beraber satılıyormuş.

 

Bir de İsfahan'ın Gaz diye meşhur bir şekerlemesi var, bizim kandil helvasına benziyor, onu satan dükkanlar da pek çok.

 

 Biz bir kutu aldık ama Halil aldığımızı beğenmedi. 
Son gün bize en kalitelisinden birer kutu gaz hediye etti.



Çarşının çevrelediği meydana çıktık.
Hava güzel, güneşli.

 

 İsfahanlılar Aralık güneşinde bahçelere yayılmış. 
Turizm Polisine girdim, İngilizce konuşan türbanlı bir genç kız yardımcı oldu, döviz bürolarının yerini tarif etti.

 

 Hemen yakındaki Sepah Caddesi'nde sıra sıra bir sürü döviz bürosu varmış.

 

 Kurlar sabit, 1 dolar yaklaşık 13000 riyal bu da 1300 tümen ediyor. Belki daha iyi kur buluruz diye 100 dolar bozdurdum.

 

Buradan İmam Hüseyin Meydanı'na çıkıp Cahar Bag Abbasi Caddesinden dümdüz yürüdük.

 

 Bizim Gazi bulvarına benzeyen ortası çınarlı bu caddenin sonunda İsfahan’ın simgesi Si-o-seh köprüsüne çıktık.

 

Zayande Nehrinin üstündeki 500 yıllık bu köprü gerçekten pek etkileyici ancak nehir yok.

 

Barajlarda su azaldığı için nadiren bırakılıyormuş.

 

Dere kıyısındaki parklar ve köprünün üzeri İranlı gençlerin vakit öldürdüğü yerler.

 

 N'aapsınlar, gidecek başka yer yok.

 

 Çift halinde gezenler  çok.

 

Köprünün üzerinde oturacak yerler hep dolu.



 Çarşı iznindeki askerler köprünün önünde havalı pozlar veriyorlar. 
(Çarşı iznindeki asker tipi, kıyafeti Foça'dakilerin aynısı)

 

 LP rehberi eskiden bu köprünün altında çayhaneler olduğunu ama şimdi sadece bir ucundakinin açık olduğunu yazmış. Yorgunluğumuzu atmak ve İran çayı içmek için heyecanla aradık taradık, bulamadık. 
 Sorduk, "Çayhanaa" dedik, hemen anladılar. 

  

 Bize arka sokaklarda bir yer tarif ettiler. 
Aradık, taradık, bulamadık. 
Gittik bir daha sorduk, götürdüler, bulduk.

 

 Esnaf çay ocağı gibi bir yer, içerdeki iki üç masada nargile içenler de var.

 

 Dolabın içinde tabaklara konmuş zerde gibi bir şey gördüm, nedir bir türlü anlatamadılar. 
Bir tane söyledik, bal kabağı reçeliymiş.

 

İsfahan’a gelirken çay bahçelerinde ne güzel otururuz diye hayal ediyordum. 
Burası 3 gün boyunca İran’da bulabildiğimiz tek çayhane oldu.

 

 Sonradan öğrendiğimize göre kızlarla oğlanlar kaynaşmasın diye çayhaneler bir bir kapatılmış.

 

 En sonunda sıra turistik bir yer olan köprünün altındakine gelmiş.

 

 Muhtemelen 500 yıldır köprünün altında çayhane olmayan ilk döneme denk gelmişiz.

 

 Köprünün etrafında geniş parklar yeşillikler var ama tek bir tesis yok.

 

 Yakınlarda pizzacı, lokanta falan da yok. 
Yokoğlu yok! Aileler, çiftler çayıra kilim serip termostan çay içiyorlar.

 

 Gelmeden okumuştum, İranlıların pikniği meşhur yazıyordu,  demek bundanmış.

 

 Çayımızı içip dinlendikten sonra sokaklarda dolaştık. 
Ben bir gözlükçüde gözlük beğendim, fiyatlar da makuldü ama yanımda reçetem olmadığından yaptırmadım. (İyi bir çerçeve, camlarıyla birlikte 50 lira civarındaydı) 
Biraz sonra köprünün cazibesine kapılıp geri döndük,

 

 Üzerinde ve karşısında oturup ayak aylak geleni geçeni seyrettik.

 

 Derenin kıyısında yatıp uyuduk.

 

 Batan güneşin ışıkları altında sararan köprüyü piksel manyağı yaptık. 
 ( O da bu kadar fotojenik olmasaydı)

 

 Güneş batınca hava soğudu, Cahar Bag Abbasi caddesinden Halil'lerin evine giden otobüsün durağına yürüdük.

 

 Yolda her lokantanın önünde satılan standart bir çorba kazanını görünce birisine  bu nedir diye sordum 
“Aş” dedi 
“Haa ver bakalım bir tas tadalım” dedik 
Ispanak, mercimek, soğan, baharat, keş vs aklına ne gelirse katılarak yapılmış adeta aşure varyantı pek leziz bir çorbaydı.

 

 Yan masadaki Azeri çift Türk olduğumuzu anlayınca bizimle ilgilendiler, garsona seslenip keşkek gibi başka bir çorbadan da tattırtdılar

 

 Müzik aletleri satan bir pasaja girdik, 
Bingöl'ün tek alışveriş merkezine benziyordu.

 

 Kardeşim Tayfun için bir santur baktım. Orta kalitede olanlar 150 lira civarındaydı. 
Taşımak zor geldi, almadım.

 

 Türkiye’den gelip saz baktığımızı duyan bir tezgahtar bize santurla Tarkan'dan Asla Vazgeçemem çaldı.

 

 Halil’in verdiği kartı basarak otobüse bindik, semtimizin adını söyledik .

 

İn dedikleri yerde inip Halil’i aradık.
Arabayla gelip bizi aldı, okula götürdü. 
Okulun adı  Sokhansara. Halil çok azimli bir insan, kendisinin de İngilizceyi 10 yıl önce İsfahan’da öğrendiğine inanamadım, zira aksansız süper İngilizce konuşuyor. 
“Yani hiç İngiltere’ye gitmedin mi” dedim 
Bir kez Gürcistan'a, geçen sene de Türkiye’ye gitmiş; başka da yer görmemiş. 
Türkiye’de en beğendikleri yerler Van ve Konya olmuş. 
En çok arabaların temizliğine (ve tabi ki benzinin pahalılığına) hayret etmiş. 
Kendisinin de Bursa'da üretilmiş Megane 2 si var.

 

 Yaklaşık Türkiye’deki fiyata almış. Bizim benzinliklerdeki bedava otomatik yıkama sistemini keşfedene kadar arabası kirli diye epey utanmış. Ayrıca bunların arabaları nasıl bu kadar temiz olabiliyor diye kafayı yemiş.
Türkiye'de hiç içki içmemiş, zaten hayatta ağzına alkol değdirmemiş. 

Dersanede teneffüse denk geldik. Halil’in odası aynı zamanda öğretmenler odası. Çaylar tepsiyle geldi, kremalı bisküviler çıktı. Öğretmenler bizimle çok ilgilendiler, sürekli Türkiye ile ilgili sorular sordular. 
Uçaktan lazım olur diye aldığım bir Today’s Zaman gazetesini bırakıp “Türkiye gündemi hakkında merak ettiklerinizi buradan okur öğrenirsiniz” dedim. Ertesi gün gazete okunmaktan perişan olmuştu. 
Ahmedinejat'a açıktan giydirmekten hiç çekinmiyorlardı. Ortam gayet dostça ve disiplinliydi. Ders zili çalınca hepsi sınıflarına dağıldılar. Halil’in iki kız kardeşi kaldı, onlar da öğretmenmiş ama dersleri yokmuş.

 

Kızlar pek cabbardı. Sonradan Celil adında bir kardeşleri daha geldi. O da hem Mevlana üzerine edebiyat doktorası yapıyor, hem İngilizce dersi veriyormuş.

 

 Daha sonraki günlerde de görüştük.
Pek yakışıklı, duygusal bir adamdı. Evlenemedi, evde kaldı diye takılıyorlardı.

 

Dersler saat 9'da bitti. 
Ortalığı kapatmak, Hasti’yi uyandırıp arabayla eve varmak 10'u buldu.

 

 Azade de kabak kemane dersinden yeni gelmiş, yemek hazırlıyordu.
Halil hemen elini yıkayıp bize meyve suyu sıkmaya başladı. İran’dan almak istediğim tek şey bu meyve sıkacağı oldu ama denk getirip alamadım.

 

 Bizdeki sarımsak sıkacaklarına benzeyen alüminyum döküm bir aletti. Halil kaldığımız her gece yere örtü serip üzerinde bardak bardak meyve suyu sıktı, ayrıca önümüze kocaman meyve tabakları koydu.

 

Bu meyve tabaklarında da İran’da yediğim en şaşırtıcı şeyi buldum: Limu şirin – tatlı limon. Ben dünyada yemediğim, bilmediğim meyve kalmadı sanıyordum, yanıbaşımızda varmış. Bu meyve görünüş olarak aynen yuvarlakça bir limona benziyor, içinin dışının hiçbir farkı yok. Ama ısırınca sadece güzel bir koku var ekşilik hiç yok! 




Azade ıspanaklı bir yemek yaptı. İçinde kuru bakla ve değişik baharatların yanı sıra kurutulmuş bütün limonlar da vardı.
İyi ki akşamüstü çorba içmişiz, zira yemeğe oturduğumuzda saat 11 i geçiyordu. 

 

 İranlılar hemen her yemeğin yanında pilav yiyorlar. Pilav Pakistan basmati pirinciyle sıcak su dökülüp demlendirilerek yapılıyor.

 

 Yağı ve olmazsa olmaz safranı üzerine sonradan ekleniyor. Safran bir bardağın içinde ıslatılarak rengini vermesi için kaloriferin üzerine  bırakılıp, pilav sofraya gelirken üzerine dökülüyor. Nara benzeyen kırmızı taneler de tadı sumağa benzeyen zereşk adında bilmediğimiz bir baharat.

 

 Ekmek olarak çeşit çeşit lavaş var.

 

 Bir fırında gördüm, lavaşı eğimli çakıl taşlarının üzerinde pişiriyorlardı. Sıcak lavaş için sıra vardı.

 

 Yemekten sonra azcık sohbet edip tumba yatak yaptık. 
Ali bu kadar geç yemek yiyip yatmamızdan hiç hoşlanmadı. "Annem böyle yemeğe 'Ye, yat, geber yemeği' derdi" diye söylendi durdu. 
Yerde sırayla yatmaya karar verdiğimizden bu sefer Hasti'nin yatağında ben yattım.

 

 Sabah hava yağmurluydu. Yine de Halil  erkenden çıkıp taze lavaş almış. 
 Kahvaltıda Azade bize kemane çaldı.

 

 İşe gitmeden bir saat kadar vakitleri varmış. Size sallanan minareyi gösterelim dediler. Diğer görülecek yerler merkezdeyken burası biraz uzakmış. Arabayla gittik, giriş bileti 25 kuruştu, herkese ben ısmarladım. 
Eski güzel bir cami. Buradaki diğer camiler gibi üç duvarı bir kubbesi var, bir yanı tamamen açık. Tepesinde sağlı sollu iki minare var.

 

 Anlattıklarına göre binanın bir köşesindeki minarenin içine tırmanıp da sallarsan karşı köşedeki minare de sallanıyormuş. Gerçekten ilginç bir olay. İtalyanlar gelip araştırmışlar sebebini bulamamışlar. Minarelerin içinde kalaslar var, bir nevi süspansiyon görevi görüp esneklik sağlıyor. 
Minarelerden biri hasar görüp tamire alındığından sallamak yasaklanmış, yoksa her isteyen ücretsiz olarak dilediği kadar sallayabiliyormuş.

 

 Caminin içindeki turistik DVD satan adamın ekranında izledim, gerçekten iri yarı bir İranlı neşe içinde minareyi hayvan gibi sallıyordu. Sallamanın şiddetini görünce "Bunca yıldır  iyi dayanmış, kırılmamış" dedim.



 
Camin bahçesi de hoştu. Haliller turistik DVD den bir tane aldılar (10 USD), çıktık. 
Bizi merkezde Çelsu Tuun ’a (Chehel Sotun) bıraktılar. Buraya giriş de pek ucuzdu. 
400 yıllık bu bina da eskiden resepsiyonlar vermek için kullanılan konukevi gibi bir yermiş.

   

Bakımlı bahçesinde çok güzel bir havuz vardı.
Birkaç Japon dışında kimse olmadığından ortam, sessizlik, yağmurun tıpırtısı büyüleyici bir atmosfer yaratıyordu.

 

 Yağmura rağmen havuzun etrafından uzun süre ayrılamadım. 





Binanın girişindeki ahşap sütunların üzeride büyük bir sundurma vardı

 

 Sütunlar çok eski görünmesine karşın hala sapasağlamdı.



İçeride ise duvarlarda çeşitli minyatürler fresk şeklinde işlenmişti.

 

Açıklamaya göre en büyük tablo Çaldıran savaşında Osmanlılar ateşli silah kullanırken Acemler kılıçla savaştıkları için yenildiklerini tasvir ediyormuş.

 

 Ayrıca eski kitaplar vs de ilginçti. 
Yine de en güzeli havuz ve bahçe idi.

 

 Çıkınca bahçede biraz dolaştık, bir köşede turistik bir çayhane bulduk.

 

Burası halktan çok turistlere yönelik bir yer, zira ancak müze bileti alanlar girebiliyor. 
Ben kahve içecektim ama sadece Neskafe varmış, biz de çay söyledik.

 

Çayın yanında şeker iki çeşit geliyor. Birisi kristalize olmuş, kocaman parçalar ya da çubuğa yapıştırılmış şekilde, diğeri ise incecik zar gibi şekerleme gibi.

 

 Kristalize parça kıtlama içmek için, diğeri çaya mı karıştırılıyor bilmiyorum. Ben çıtır çıtır yedim, çocukluğumdaki horoz şekerler gibi sadece şekerdi, pek hoşuma gitti.

 

Şimdi bunu yazarken düşündüm de ben pek severdim o kırmızı şekerleri, çeşitli şekilleri olurdu ve hepsinin tadı farklı gibi gelirdi. Tıpkı büyük Amerikan düşünürü Jerry Seinfeld’in dediği gibi :
“Bonibonların tadı size aynı gelebilir ama çocuklar her rengin tadının farklı olduğunu bilir”

 

 İçerdeki tüplü sobada iyice ısınıp yağmur altında havuz sevdasıyla ıslanan kıyafetlerimizi  kuruttuk.

 

 Isındıktan sonra her turistin İsfahan’daki ana üssü olan Nakşi cihan meydanına döndük.

 

 İsfahan'da pek yabancı turist yok. Bir kaç Uzakdoğulu, bir de Yunan tur grubu gördük.



Bugün Batı yakasındaki Ali Qapu Palace denen binayı gezeceğiz.

 

 Anlamını düşününce buldum, Büyük kapılı saray anlamına geliyor. Meydana bakan 500 yıllık beş katlı bir konak.

 

 Pişmiş topraktan yapılmış çini süslemeli merdivenlerden tırmana tırmana katları gezdik.

 

 Üçüncü katta meyd
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Benzer haberler
Geçen yaz bir yazlık ev aldık, bu yaz hemen tamamen yazlıkta, denizde geçti....
06 November, 10:36
ÇANAKKALE Kaz Dağları (Aralık '11) Cumartesi sabahı kahvaltı ederken h...
08 February, 06:03
 Simi, Tilos, Halki, Rodos Adaları(Temmuz 2012)  Geçenlerde ekşi sözlükte 'geç...
17 March, 21:22
Bu blogu takip edenlerin arada mesaj atıp yeni yazı beklediklerini söylemele...
10 November, 18:13