tarafından Admin





Bayram tatili için pek plan yapmadan yola çıktık. Kabaca Kaş-Adrasan taraflarına gitmeyi planlıyorduk.


 

 Cuma gecesi Aydın’da yaşayan sınıf arkadaşım Yakup’larda kalıp hem yolu kolayladık, hem Yakup ile eşi Sema’nın muhteşem yemeklerinden istifade ettik.


 


 Sabah kahvaltı sohbet derken yola çıkışımız öğleni buldu. 

 Hava da tatsız ve yağışlı olduğundan acele etmedik. 
Sultanhisar’a bağlı Salavatlı beldesinin içinden geçerken kahverengi tabelaya takılıp köyün ara sokaklarına daldık. Git git yerlere atılı antik Roma taşlarına rastladık.

 


 Ordan geçen köylü kadınlara daha harabe var mı diye sorduk. Köyündeki harabelere ilgisiz, onları görmeye gelen turistlerin aklına şaşan klasik Türk köylüsü havasında “İlerde daa mağaralar var” dediler.



 


 Mağara dedikleri de kümbet gibi insan yapımı odalarmış. Son zamanlarda bizde, özellikle bedava görülebilen tarihi eserlere karşı bir ilgi gelişti.



 


 Bu eserlerin doğa içindeki bakımsız ve çevre düzeni yapılmamış (insanlar tarafından bozulmamış) halleri benim daha  hoşuma gidiyor.


 


 Karacasu yoluna saptıktan sonra  Afrodisisas tabelasını görünce bunca yıldır görmediğimiz bu ören yerini de ziyaret etmeye karar verdik. Geyre Beldesi'nden ören yerinin girişine kadar olan 500 metrelik yolu trafiğe kapatmışlar. 

Köylülere;
“Neden bu yol kapalı ?” diye sordum.
 “Arabanızı belediyenin otoparkına koyacaksınız. Ordan traktöre binip gideceksiniz. Yani senin anlayacağın senden otopark parası alacaklar” dediler.

 


 Bunun üzerine arabamızı hemen oracığa, mezarlığın önüne bırakıp yürüyerek giriş kapısına gittik. Giriş 10, müzekart 30 liraymış. Bu kartı ilk aldığımızda pek kullanamamış,  zarar etmiştik. Bu seyahatimizde aniden canlanan arkeoloji merakımızla bu sefer inşallah kullanırız diyerek birer tane daha aldık.


 


İçeri girince bizi çeşitli suratlardan oluşan bir duvar karşıladı.


 


 Hemen ardından amfi tiyatroyu ve daha sonra da 30 bin kişilik stadyumu görünce ağzım açık kaldı,


 


 Dünyayı fırdönüp de hemen yanı başımızda sayılacak böyle bir yeri yıllardır ziyaret etmediğim için çok ama çok utandım. Turist gezdiren  rehberden duyduğumuza göre burası dünyanın en büyük antik stadyumuymuş.


 


Müze saat 15 30 da kapanacağı için hızla açık alanları bitirip kapalı müzeye girdik buradaki heykeller de çok etkileyiciydi.


 


 Havanın 1 saat sonra kararacağı ve bizim sabahtan beri hala Aydın sınırları dışına çıkmadığımız düşünülünce en uygun seçenek olarak Denizli’deki dayılarımı ziyaret etmeyi düşündük.

Böylece Can da Kurban Bayramının aslında kasaptan alınan etle kahvaltı edilip ardından seyahate çıkılan bir tatil olmadığını da görecekti.


 


 Akşamüstü Denizli’ye vardık. Gece için küçük dayımların Denizli’nin taa en tepesindeki lüks evlerine konuk olduk. Dayım bize nefis bir balık pişirdi,


 


 Muhabbet ettik, televizyon seyrettik, evin büyüklüğüne şaşırdık.


 


 Sabah erkenden şehre inip bu sefer Büyük Dayımların kurban kestikleri eski fabrikaya gittik.


 


 Dayımın kızları, damatları, torunları hep birlikte neşeyle şakalaşarak kurban etlerini parçalıyorlardı.


 


 Ben kendimi bildim bileli her kurban sabahı aynı pozisyonda satır sallayan yengem ilerlemiş yaşına karşın işinin başındaydı.


 


Herkesin görev bölümü belliydi:

Söz gelimi doktor olan damat kelleyi yüzerken,

 


Üniversiteye giden torun Salinger okuyarak kavurmayı karıştırıyordu.


 


 Biz elimizi ete sürmedik

(ama sürüyormuş gibi fotoğraf çekilmeyi de ihmal etmedik)

 


 Komşularda kesilen kurbanların yüzülmesini parçalanmasını izledik. Can böyle bir şeyi ilk kez gördüğünden çok ilgisini çekti. 

Sokak aralarında havai fişek patlatan çocuklarda adeta Denizli’de geçen kendi çocukluğumu gördüm.

 


 Mezarlıkta, vefat eden akrabalarımızın kabirlerini bulduk, ziyaret ettik.

 Kurban etlerinden patlayıncaya kadar yedik.


 


Bu kurban kavurması başka bir şey!

Bizim İzmir'de yaptığımız gibi kasaptan et alarak pişirince aynı tat olmuyor.

 


 Üzerine istop, ortada sıçan oynadık.

Çok güzel bir buluşma oldu.

 


 

 Saat 13 gibi, bu sefer Antalya il sınırını geçebilmeyi ümit ederek yola koyulduk.
Yollarda kavakların sararan yaprakları bana kavaklar şarkısını anımsattı
( Sezen Aksu'yu değil Sabahat Akkiraz’ı. 
Politik olarak değil müzikal olarak)




 Serinhisar’dan leblebi alırken beni tanıyan bir okurum nereye gittiğimizi sordu. Ben de nereye gittiğimizi bilmediğimden Antalya tarafına diye yuvarlak bir cevap verdim.

Son zamanlarda sık sık beni bu siteden tanıyanlar gelip selam veriyorlar, pek havalı oluyor. Kendimi selebriti gibi hissetmeye başladım.
Güney’e nereye insek diye arabayı yolun kıyısına çekip epeyce düşündük
(Antalya’ya mı, Finike’ye mi, Kaş’a mı)
Neşe Meis Adası hakkında güzel yazılar okuduğunu ve pasaportların da yanımızda olduğunu söyleyince adaya geçilen Kaş’a inmeye karar verdik.

 


Kaş’a yaklaştıkça hava açmaya başladı.

Yolda Kalkan’a indik, arabayı park edip biraz dolaştık.
Ciddi ciddi  'Acaba eski Kalkan başka yerde de biz yeni yapılmış başka bir yerleşim yerine mi indik' diye düşündüm.
Ufacıcıcık (yazım hatası değil) köy nerdeyse Kuşadası olmuş!

 


Kalkan'da tatil yapan Açılay'ı gördük, Can hayranı olmasına karşın tanışmaya çekindi.

Kaputaş'a vardığımızda güneş battı, bu sefer yüzemedik.

 


 Yukardan plajı terk edenleri izlerken Can ile denize çakıl taşı atmaya başladık. 

"Yalayarak ıslatırsan daha hızlı gider" diyerek dayımlardan alıp cebime sakladığım çakıl taşı şeklindeki çikolataları yerden bulmuş gibi verdim.
Çikolatanın tadını alınca gözleri parladı. 
Herhalde turistler düşürdü diyerek  epeyce çakıl taşı yaladı.

 


 Kaş’a girince arabayı park edip otel aramaya başladım. S
okakların ana baba günü olmasından tahmin ettiğim üzre, sorduğum otellerin hepsinin doluydu.
Beni şehir dışında bir apart göstermeye götüren İlker’e Meis Adası'na geçmeyi düşündüğümüzü, feribot saatlerini bilip bilmediğini sordum.
 “Abi n'aapcaksınız o adada. Zaten 300 kişi yaşıyor, sezon bitince 150 kişi kalmıştır, sıkıntıdan patlarsınız valla. Burada ise şu anda gerçekten nefis bir kalabalık oluştu” dedi.

 


 “Hıı; nefis nefis” dedim .

Apartın bir geceliğine 200 lira isteyince bulabildiğim en ucuz odayı Caretta Pansiyon’da 120 liraya tuttum. Sahibi tüm ısrarlarıma karşın bir kuruş inmediği gibi bir gece kalacağımız için anahtarı pek de gönülsüz ve suratsız verdi. Hayatımda fiyat kalite oranının bu kadar açıldığı bir odada kalmadığımdan bu deneyimi hızla unutmaya çalıştım.

 


 Meydana inip İlker’in tabiriyle ‘nefis kalabalığa’ karıştık.

1986 yılında Kaş'a otostopla gelip günlerce kalmıştık . Mendirekte plaj hasırında yatıyor, yemek olarak da yarım ekmek arasına o zaman piyasaya yeni çıkmış olan Pınar mayonezi kaşık kaşık sürüp çarliston biberle yiyorduk. Gündüzleri şimdiki mendireğin olduğu yerde bulunan ahşap platformlarda yayılıp Suç ve Ceza’yı bitirdiğimi hatırlıyorum. O zaman uyuduğumuz yerleri şimdi bulamadım.
(Mayonez de yemez oldum, insan gençken nasıl bir kalori yakıyorsa artık… Aşağıdaki  fotoğraf 1986 yılında Kaş meydanında çekilmişti )



Meis feribotu için bir acenteyle gidiş-dönüş kendimiz 50, Can 20 liraya anlaştık. Sabah erkenden kalkmamak için 45 lira konut fonu ve pasaportları akşamdan teslim ettim. Kurban kavurması hala midemizde taş gibi durduğundan meydandaki kafede birer bira içerek geceyi kapattık. (Can genç olduğundan o mayonezli kocaman bir tost daha yedi.)

 Adayla ilgili biraz bilgi almak için Papillonun blogunu okudum. Çok memnun kaldığını söylediği Damien’in pansiyonuna oda olup olmadığını soran bir mail attım. Az sonra 'Oda var, geceliği 40 euro' diye cevap geldi. 

Sabah pansiyonun kahvaltısı iyi çıkınca biraz teselli oldum.

 


 Manzaralı terasta az sonra geçeceğimiz Meis Adası'nı seyrederek kahvaltımızı yaptık.


 


 Arabayı güvenli bir yere park ettik, acenteye gittik. Ben mutlaka sorun çıkmasını beklediğimden dün üzerinde konuştuğumuz sorun potansiyeli taşıyan hususların bir daha üzerinden geçmek istedim: 

Üç kişiyiz, çocuğa yarım bilet aldık, konut fonunu peşin ödedik, bugün gideceğiz, üç gün sonra döneceğiz deyince acentenin sahibi
 “Ama o zaman 70 lira daha vermeniz lazım” demez mi.
 “Dün bileti satan oğlana da bunları açık açık söyledim, siz de o sırada buradaydınız” dedim
“O askerden yeni geldi bilmiyor” dedi
“O zaman öğretseydiniz ben bileti bu şartlarla aldım” diye kabul etmedim.
 Merkezi aradı, olmaz dediler vs., en sonunda
“Siz tekneye binin, sorun olursa ben vereceğim” dedi.

 


 Teknede kimse biletimize bakmadı, adada kalacak olmamızı da umursamadı.

Sadece “Döneceğiniz gün pasaportlarınızı öğlene kadar teslim edin” dediler.
Araya mülteci karışmasın diye tekneye isim okunarak teker teker binilip, pasaportlar çıkış damgası basılmış olarak yolda dağıtılıyor.
Seyir 20 dakika kadar sürdü.
Deniz sınırı tam ortada değil,  Yunanistan’a daha yakınmış.
Yolun son 1/3 lük kesiminde tekneye Yunan Bayrağı çekiliyor.

 


 Adanın sadece Türkiye'ye bakan Kuzey kıyısında yerleşim varmış.


 


 Limana vardığımızda polis yerinde olmadığından pasaportlarımızı tekrar topladılar ve polis sırasına girmekten kurtulduk.

(Bu seyahatimiz boyunca hem gidişte hem dönüşte ne polis ne gümrükçü, hiçbir görevliyle muhatap olmadık)

 


 Herkes Duty Free mağazasına (kulübesine) doluştu. Günübirlikçilerin ancak adadan ayrılırken alışveriş yapmasına izin veriliyor. Biz kalacağımız için herhalde yapabilirdik ama sormadık. Teknedeki 30-40 kişiden sadece biz ve iki hanım adada kalacaktı. Onlara nerede kalacaklarını sordum. Daha önce kaldıkları Mediterraneo Otel'de kalacaklarmış. Odalar büyüklüğüne göre 90-150 euro arasındaymış. Konuşmamıza kulak misafiri olan gemicilerden biri 

“Yok canım, sezon bitti, o fiyatlar düşmüştür, pazarlık edin” dedi
Can'ı çantaların başında bıraktık,  Mailleştiğimiz Damien’in pansiyonuna gitmeden önce piyasa rayicini öğrenmek için bir iki pansiyon dolaştık. 40 deyip 35 euroya indiler. Bir de geceliği 30 euroya limanın arkasındaki Mandraki koyunda müstakil ev önerdiler.

 


 Damien’in restoranı kapalıydı, kendisi biraz sonra geldi, Papillon selam söyleyin demiş; söyledik, hatırlayamadı. 

Can’ı görünce suratsız bir tavırla “40 euro iki kişilik fiyattı, 3 kişi 45 euro olur” dedi. Bizi arka sokaklarda eski bir evin alt katındaki balkonsuz odaya götürdü.
 Ne odayı, ne Damien’i beğendik, pazarlık bile etmeden ayrıldık.
 Ada küçük insan sayılı olmasına karşın daha sonra kendisiyle karşılaştığımızda selamı da esirgedi.

 


 Can ve Neşe’yi merkezde bırakıp kıyı kıyı dolaşan yoldan arkadaki koya geçtim.


 


Mandraki koyu adadan daha da sakin bir yer çıktı.


 


 Kıyıdan giden yolu takip edersen yürüyerek 7 dakika mesafede,

Yarımadanın boynundan aşarsan daha yakın.

 


 Tekrar limana dönüp evi teklif eden Christina’yı buldum. O da Can’ı görünce 30 euro 2 kişilik fiyattı, 3 kişi 40 olur dedi.

(Ben kimseye iki kişiyiz demedim, herhalde bende çocuksuz adam tipi var)

 


 Ev denize nazır 4 kişinin rahat konaklayabileceği, mutfağında süt çırpıcıdan pipete kadar bir Yunanlıya gerekebilecek her şey  ( Temel sıvı kaynakları olan frappeyi yapmak için bunlar şart!) bulunan, pırıl pırıl bir dubleksti. O kadar güzeldi ki sıkı pazarlıkla 3 gecesi 100 euroya anlaştık.


 


 Çantalarımızı Christina’nın arabasıyla eve taşıdık. Merkeze gidip köyün tek marketinden envai çeşit şarap, Bacardi breezer ve sosisle dolabı doldurduk. Markette önümdeki adam Türk Lirasıyla ödeme yapınca şaşırdım. Adanın bütün ticareti Türkiye ile olduğundan 2,5 liralık kuru kabul edersen müze dahil her yerde Türk lirası geçiyor .

 Evin önündeki verandada otururken iki kişi deniz kıyısında ahtapot dövmeye başladı.

 


 Zaten adada herkes ahtapot dövüyordu .

Kimsede derin dondurucu yok sanırım.

 


 Yanlarına gidip seyrederken bu seyahatin en önemli kazanımlarından biri olan Karl ile tanıştım.

Aslen Yorkshire kırsalından gelme 58 yaşında bir İngiliz olan Karl 17 yıldır Yunanistan’da, 6 yıldır da bu adada yaşadığı için kendini Yunanlı olarak görmeye başlamış. Politikadan bahsederken “Biz Yunanlıların Türk halkı ile hiçbir sorunu yok” falan diyor. Köpeği Efi ile birlikte hemen yanımızdaki binanın alt katında tek kişilik bir odada yaşıyor.

 


Yaşamını marangozluk ve avcılık yaparak kazanıyormuş. Avcılık derken, her gün balığa çıktığı gibi geçen Şubat ayında Anadolu’ya geçip Elmalı dağlarında yaban domuzu avına gitmiş. Bir ayda 80 tane domuz vurmuş. Domuz vurmak yerli yabancı herkese serbest olduğu gibi vurduğu hayvanları da kilosu 20 eurodan hemen orada esas mesleği kasaplık olan bir başka İngiliz’e satıp geri dönüyormuş. 

Çok sade ve samimi bir adam olan Karl ile birbirimize hemen kaynaştık. Daha tanışalı yarım saat olmamıştı ki,
 “İstersen yarın sabah benimle balığa gelebilirsin” dedi
(Ha, bir de yazları İtalyanları balık avına çıkartıyormuş. Bu ada gözlerden uzak tatil yapmak isteyen İtalyan zenginleri arasında pek popülermiş. Yazın sahil  Kemeraltı gibiymiş, omuz omuza yürünüyormuş. Sylvio Berlusconi bu yaz bir ay bizim koyda lüks  teknede kalmış)

 


Bu teklifi hiç sektirmeden kabul ettim, sabah 06 30 da buluşmak üzere sözleştik. Evin yakınındaki çekek yerinin önünde biraz yüzdükten sonra akşam yemeği için ana limana gittik.


 


Ekim sonu olduğundan adada restoran-oda bulur muyuz diye boşuna endişe etmişiz.

Kıyıdaki 5-6 restoran sabah saat 10 gibi hazırlıklarına başlıyor, servisler açılıyor, balıklar dolaba diziliyor.

 


 Öğleyin Türkler çekirge sürüsü gibi masaları dolduruyor, bedavaymış gibi (ki hiç değil) yiyip içip,


 


 Duty Free kulübesinden omuz omuza alışveriş yaptıktan sonra teknelere doluşup dönüyorlar.


 


 O zaman restoranlar kapanıyor.

Akşamüzeri adada kalan tek tük turist (Özel tekneleriyle bir geceliğine gelen Türkler de var)  ve yerliler için tekrar açılıyor.
Biz de sabah pansiyon ararken bana yardımcı olan Yorgo’nun denizin üzerinde iskelesi olan Lazarakis Restoranı'na oturduk.

 


 Restoran fiyatları ucuz değil, mezeler 4-6, kalamar-ahtapot 9-10 , 20'lik uzo 7-9 euro.

(Yunanlıların meze sunumları, ortamları bizimkilere göre bariz üstün ama ayrıca bir de komşunun tavuğu bize kaz görünür hesabı var. İzmir’de bir komşumuz Yunanistan’daki süpermarketten kilosu 10 euroya donmuş Ege ahtapotu almış. Aynı denizdeki, aynı ahtapotu karşı taraftan iki katı fiyata mı aldığına yanarsın, taşıdığına mı …)

 


 Çeşitli mezeler, kalamar, Can’a sosis ve 35’lik Barbayanni’ye 49 euro hesap geldi.

Yorgo yemeğin üzerine kızkardeşinin yaptığı nefis revaniden de kocaman dilimler ikram etti.
Günbatımında yediğimiz bu yemekten pek zevk aldık.
Günübirlikçiler gidince adanın havası, sükuneti bambaşka.

 


 Bütün adada gerçekten de 300-400 kişi yaşıyor ve herkes birbirini tanıyor. Tanımak ne demek, ıcığını cıcığını biliyor.


 


 Biz de 3 günün sonunda mesela Yorgo’nun yazın ayda 500 bin euro kazandığını, günde 5 bin euronun altına düşerse ağladığını,


 


 Üsküdar’da evi ve İstanbul’da herkesten sakladığı stüdyoları olduğunu, eşi Fransız Maria’nın Mediterraneo Oteli'ni işlettiğini, babası Panayos’un adanın Almanlar tarafından işgali sırasında mağaralarda saklanarak direndiğini, Ada İngilizler tarafından kurtarılınca İngilizce bilmediği halde onlarla beraber Afrika’ya gidip Rommel’e karşı savaştığını, savaş bitince de hiçbirşey olmamış gibi adasına dönüp sakin yaşamına devam ettiğini falan hep öğrendik.
















Bir ara restorana uğrayıp Panayos Amca ile tanıştım. İngilizceyi hala bilmiyor ama çok güzel Türkçe konuşuyordu. Karısıyla birlikte bütün gün restorandaki bir masada oturup denizi seyrediyorlar.


 


 Oğlu Yorgo da nev'i şahsına münhasır, libidosu yüksek bir arkadaş.

Restoranının kadınlar tuvaletinde Jackie (Kennedy) Onasis'in, erkek kısmında da kendisinin tuzda balık kırarken fotoğrafı var.

 


Adanın yerliler tarafından kullanılan ismi Kastellorizo. İtalyanca Kastello Rossodan (Kırmızı kale) geliyormuş. Yunanca adı ise Megisti (büyük) . Etrafındaki kaya döküntülerinin en büyüğü olduğu içinmiş.

Bizim orda hep anlatılan Kaş'ın gözyaşı anlamına geldiği falan külliyen palavraymış.

 


 Kastellorizo'ya Rodos'tan kocaman bir feribot çalışıyor.

(Bu adada oturanlara devletin maaş ödediği de şehir efsanesiymiş ama feribot ücretlerinde indirimleri varmış. Rodos’a 1 euroya gidiyorlarmış)

 


 O koca feribotun küçücük limanın içinde manevrasını izlemek gerçekten hayret verici.


 


 Adanın limanı ebat olarak küçük olmasına karşın doğal olarak çok derinmiş.


 


 Bu nedenle yüzyıllardır büyük gemilerin sığındığı antik bir limanmış.

 Adanın ticareti de bu nedenle eskiden çok canlıymış.

 


 Zamanında 15 bin kişi yaşıyormuş. İkinci dünya savaşında bir İtalyanlar, bir İngilizler derken epeyce bombardıman yaşamış, bütün evler yıkılmış. Yerliler Mısır'a kaçarak canlarını kurtarmışlar. Savaşın bitiminde Kahire'den Kastellorizo'ya dönerken gemileri batmış ve çoluk çocuk pek çok adalı telef olmuş.

Kıyıda bu hazin olayı anan bir anıt da var.

 


Adadaki sağlık ocağında verilen hizmeti merak edip ziyaret ettim. Ortam sakin, hasta azdı. Muayene odasının kapısı açılınca içerde önlüklü bir adam ve bir kadın gördüm, hastalar beklediğinden konuşmadım.. Kadın pek süslüydü, herhalde adam doktor, kadın hemşire diye içimden geçirdim. Sonradan öğrendiğime göre ikisi de doktormuş, Atina'dan geçici görevle geliyor, sağlık ocağında kalıyorlarmış.


  


 Böyle geçici görevle geldiğin adada vakit geçirmek çok zor olabilir, biliyorum. Ben de 2 ay Bingöl’deki Polisevinde  epey sıkıntı çekmiştim. Bu ada Yunanistan’ın Şırnak'ı sayılır.



 Gece Behzat Ç. izlemek istedik ama evdeki televizyondan Star TV çıkmıyordu.



 


Sabah alarm çalmadan saat 6 da uyandım. Hava karanlık ve serindi. Kahvemi alıp Karl’ın evine gittim, o da kahvesini içiyordu. Takımları bota yükleyip gökyüzü henüz kızarmaya başlarken denize açıldık. Köpeği Efi bizden önce tekneye atladı. Hem İngilizce hem Yunancayı anlayan bu akıllı köpek Karl'ın peşinden hiç ayrılmıyor. Karl: "Bak bakalım balık var mı?" deyince teknenin kenarından sarkıp denize bakıyor.

 


 Balık yemeye bayılıyor ve denize hiç düşmemiş.


 


 Ekim palamut mevsimi olduğundan sırtı çekmeye başladık.


 


 Yarım saat kadar boşa gidip geldikten sonra Karl   “Belli ki bu sabah balık yok, dönelim bari” dediği anda elimdeki olta gerildi; ilk palamutumuzu yakaladık.


 


 Güneş ufukta yükselene kadar 1 saat boyunca gide gele 12 palamut (İzmir’de yazılı denen, karnı beneklilerden) ve bir tuna (yavru orkinos) yakaladık.


 


 Normalde Karl tuttuğu palamutları sırtından oltaya takıp hemen denize atarak daha derinlerden orkinos avlıyormuş ama bugün tuttuğumuz balıklar oltanın en ucundaki (derindeki) iğnelerine takıldığından etrafta orkinos olmadığına hükmetti ve balıklara bu işkenceyi yapmadık. Ortamda orkinos olduğunda palamutlar yüzeyde geziyorlarmış. Sırtına iki iğne batırılan hayvan iğnelerden kurtulmak in suyun içinde deli gibi çırıpınınca dipteki büyük balıkların dikkatini çekiyormuş. Karl bu yöntemle en büyüğü 52 kiloluk pek çok orkinos ve kılıç balığı yakalamış.


 


 Geçenlerde Kemeraltı'ndan bir sırtı takımı almak isterken baktım satıcılarda balıkların ne düşündüğü, nasıl davrandığı konusunda teorinin bini bir para.

Bütün balıkçılar amatör balık psikoloğu olmuş! 
Karl’ın da konuşmalarını ilk dinlediğimde içimden 'Al bir amatör psikolog daha'  demiştim ama yanılmışım. Kendisi balık konusunda tam bir otoriteymiş. Tuttuğu balıkların midelerini araştırıp, yediği canlılarının benzerlerini İngiltere’den getirdiği malzemelerle yapıyormuş

 


 Kullandığımız çapari takımını da ren geyiği postundan kendisi yapmış.


 


 Kullandığımız, Sardalya’ya benzeyen sahte yemlerin büyüklüğü ve su içindeki davranışları gerçeğine  çok benziyormuş. O kadar ki gelecek ay sardalyalar 1-2 santim büyüyeceği için o da bir boy büyük yemler kullanacakmış. Yunanlılar oltanın başarısını gördükçe bize de yap parası neyse verelim diyorlarmış ama Karl tam bir yunanlı gibi asla yapmıyor, hatta göstermiyor, saklıyormuş. Buna rağmen benim hevesimi görünce kendiliğinden bana bir çapari takımı yapacağını söyledi .

10 balık tuttuktan sonra Karl “Yunanlılar olsa balığı bitirene kadar tutarlar ama bize bugünlük bu kadar yeter, dönelim artık" dedi. 
Oltayı sarmak için her denize attığımızda balık atladığından istemeden 3 balık daha tutarak koya döndük. 
Koyun ortasında demirli, yeni gelmiş İngiliz teknesine yanaşıp, tanımadığı vatandaşına balık verdi.


 


 Teknenin sahibi para teklif edince “Yok canım, zaten tanesini iki euroya satıyorum, merkezde karşılarşırsak bir bira ısmarlarsın” diye cevap verdi.

Hayatımda tuttuğum en büyük balıkları  Neşe ile Can’ı uyandırıp gösterdikten sonra Karl bana da kaç balık istersem almamı söyledi. Ustamdan öğrendiğim tok gözlülükle bir tanesini aldım
(Palamutlar kiloluktu)

 


 Neşe ile Can merkeze ekmek almaya gidince birer sabah kahvesi daha içtik. Karl bana yaptığı yemleri gösterdi, kıyıdan avlanma tekniklerini anlattı yeni olta uçları, sahte yemler hediye etti.


 


 Artık bu kadarını da kabul edemem deyince “Al, al. Ben bunlara para vermiyorum, İngiltere'deki mağazalar yeni ithal ettikleri ürünleri deneme için bana gönderiyorlar. Kullanıp görüşlerimle birlikte tuttuğum balıkların fotoğraflarını gönderiyorum, pazarlamada kullanıyorlar” dedi. Meğer bizim Karl, Ara Güler’in Leica için yaptığını yapan dünya çapında bir test pilotu, balıkçılık ustasıymış. Sırf balık avlamak için Küba’dan Yeni Zellanda’ya pek çok ülkeye gitmiş. “Böyle marjinal adalarda yaşayan insanlar da marjinal oluyorlar galiba ” dedim. 

“Dün ahtapot döverken yanımdaki arkadaşım Dimitris aynı sıradan bir balıkçı gibi görünüyordu değil mi. Kendisi aslında meşhur bir arkeolog. İsviçreli annesi sayesinde 5 dili su gibi konuşuyor . Karavanla dünya turu yapmış, şimdi de adanın tepesindeki manastırın restorasyonuyla uğraşıyor” dedi

 


 Birer kahve daha içtikten sonra ertesi sabah yine birlikte balığa çıkmak üzere sözleşerek ayrıldık.

 Neşe ile Can merkezdeki fırından güzel ekmekler, poğaçalar almış olarak döndüler

 


 Adada bir tane fırın var, sabah erkenden sahili kokutmaya başlıyor.


 


Evde güzel bir kahvaltı yaptık.


 


 Can tuttuğumuz balıkları görünce uykusundan fedakarlık etmeye karar verdi ve ertesi sabah gelmek istediğini söyledi.

Şansımıza İzmir'den Kaş’a gelene kadar keyifsiz olan gökyüzü adada açtı, sıcaklık 26 derece civarına yükseldi, hava limonata gibi oldu.
 Kahvaltıdan sonra yüzdük. Bizim koyun karşısındaki ufak ikiz adaların etrafını yüzerek dolaştım, 45 dakika sürdü.

 


 Adaların birinin üzerinde ufak bir şapel ve yazları çok popüler olan bir kahve varmış. Kimsenin bulunmadığını düşündüğüm adada kayalara tırmanıp kiliseye doğru gittim, baktım yaşlı bir adam tek başına yatmış uyuyor. Kafeye gittiğimde ise bir sürü cıbıldak İtalyan kadınla burun buruna geldim.


 


 Meğer bunlar Karl’ın arkadaşlarıymış, onun teknesini alıp bütün gün adada güneşlenip akşam dönüyorlarmış. Başlarındaki adamcağız da tabi kadınların çenesinden kaçıp arka tarafta yalnız takılırmış.

Öğleden sonrayı da müze haline getirilmiş olan caminin önündeki kafenin şezlonglarında okuyup yüzerek geçirdik. (Küçük bira 3 euro)

 


 Akşamüstü adanın yukarılarındaki yolardan eve dönerken badem ağaçlarında kalmış bademleri topladık, narların tadına baktık.


Elbette ki 'Nar kalmışsa ekşi, badem kalmışsa acıdır' kuralı şaşmadı; narlar gayet ekşiydi

  



Adanın taa en tepesindeki manastıra çıkan merdivenleri sahilden görüp tırmanmaya cesaret edemiyorduk.

 


 Merdivenlerin başlangıcını görünce birkaç basamak çıkıp fotoğraf çekeyim dedim. Neşe ve elbetteki Can da beni izlediler. İnsanın çıktıkça çıkası geliyor. 

Merdivenler 400 basamaktan oluşuyormuş, her yüzüncü basamağa espirili yazılar yazmışlar,

 


  Ortalarda Neşe pes etti, biz Can’la tepeye vardık, ama ortalıkta manastır falan göremedik. Tepedeki düzlükten ilerlemeye başladık.


 


 Epeyce gittikten sonra ben “Dönelim artık, annen merak edecek” dedim ama Can biraz daha gidelim diye ısrar etti.



 


 En sonunda bir köşeyi dönünce tepenin arka yüzüne bakan manastırı bulduk. 1700’lerden kalma dümdüz bir bina, bir numarası yoktu. Tamiratta olduğundan içine de giremedik ama o kadar merdiveni çıkıp da hiç bir şey göremeden inseydik içimizde kalacaktı.


 


Can’a ısrarı için teşekkür ettim.


 


 Manastır deyince benim favori filmlerimden olan Medditeraneo’nun da bu adada çekildiğini geldikten sonra öğrendim.


 


 1991 yılında film çekimi boyunca sahili turistlerden arındırmak çok zor olmuş Filmdeki mekanları Vasilissa’nın evini, meydanı falan görmek çok hoş oldu. Vasilissa'nın evinde tadilat vardı. Mediteranneo Otel ise  Vasilisa'nın evinin hemen yanında.

(Filmin yapmımcısı da Sylvio Berlusconi)

 


 Bir ara gidip gördük. Fransız Maria güzel bir otel yapmış. 

Zemindeki odaların önünde güneşlenip yüzmek mümkün. 
Yunanlılar bu dekorasyon işlerinden çok anlıyorlar.

 


Söz gelimi otelin yanındaki moloz yığınına böyle bir masa sandalye koyunca insanın gözü molozu görmüyor.


 


 Akşam yemeğinde evdeki fırında pişirdiğimiz palamutu Retsina şarabı ile götürdük.


 


 Evde tuz bulamayınca komşudan istemeye gittim. Karl bir kavanoz deniz tuzu verdi, kayaların üzerinden topluyormuş. Karl’ın hayata bakış açısı, minimalist tarzı beni çok etkiledi. Klasik anlamda eğitim görmemiş, 17 yaşında baba olmuş bir İngiliz köylüsü, sezgileriyle, zekasıyla, çalışkanlığıyla kendine (bence) çok güzel bir hayat kurmuş.


 


 Bir iki hafta sonra İtalyan arkadaşı memleketine dönünce yaz boyu aylık 250 euro ödediği tek göz odayı boşaltıp onun evine taşınacak, kışı orda geçirecekmiş. 22 yıllık evlilikten sonra boşandığını anlatınca

"Burada yalnızlık çekmiyor musun?"
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Benzer haberler
   Mart ayında Bulgarlar’ın yeşil pasaporta vizeyi kaldırmasıyla uzuuun bir...
14 June, 10:17
Geçen yaz bir yazlık ev aldık, bu yaz hemen tamamen yazlıkta, denizde geçti....
06 November, 10:36
Pek yakında burada Kimden İSFAHAN-İRAN ...
19 September, 17:21
Pek yakında burada: Ukrayna ...
08 May, 18:56