tarafından Admin
Mombasa-Malindi-Lamu (Şubat 2013)









Eskiden bir kışta iki kez sıcak tatil yaparken çocuğumuzun büyümesi ve derslerinin ciddileşmesiyle son yıllarda bu sayı bire düştü.



Üstelik öğrenci sahibi olan herkes sömestrede seyahat etmek istediğinden Şubat ayının biletlerini Ekim-Kasım gibi  almak gerekiyor.




Bu sene yine Güney Amerika’ya ucuz bilet bulamadığımızdan THY indirimlerine göz atarken Mombasa 299 euroyu görünce biraz araştırdık.




 Araştırma şöyle oluyor: Önce şehrin adını yazıp hangi ülkede olduğuna bakıyorsun. Eğer şehir deniz kıyısında ise ikinci aşamada görsellere bakıyorsun.


 

 Güzel plajları varsa bu sefer de pahalı bir yer mi, gidenler olmuşsa neler demişler gibi konulara geliyor sıra…




Mombasa tüm bu aşamaları başarıyla geçince 3 kişi toplam 800 euro’ya biletimizi aldık. Couchsurfing’den Mombasa’da kalacağımız bir de ev ayarlayınca ön hazırlığımızı tamamlayıp seyahat tarihini beklemeye başladık.




İlerki bir tarihte seyahate çıkacak olduğunu bilmek insana büyük bir mutluluk ve çalışma enerjisi veriyor. Bunu kardeşim Gökhan'ın gönderdiği bir yazıdan öğrendim:
"En güzel seyahatin mutluluğu bittikten sonra bir hafta daha sürer, ama erken planlarsanız o tarihe kadar bütün süreniz mutlu geçer" diyordu.

 

İstanbul Havalimanı'ndan çıkarken Can ile 'Kıl payı atlatılan olay (KPAO) bildirim kutusu'nu gördük. 
Bu tabir Can’ın çok hoşuna gitti, daha sonra atlattığımız ufak tefek her tehlikeden sonra bunu da yazıp kutuya atmalıyız diye geyiğini yaptık.

 

Polis memuru her nasılsa çıkış pullarımıza damga basmadı.  45 lira tasarruf etmenin sevinciyle gümrüksüz alana coşkulu bir geçiş yapıp doğru sevgili Yapı Kredi'ye gittik. .



 THY nin dağıttığı bedava gazetelerden aldık.



19:30 da İstanbul’dan kalkıp sabah 5:30 gibi Mombasa’ya indik.
 Pasaport sırasında bizden önceki uçakla gelmiş yığınla İtalyan vardı.

 

 Kuyruğun sonuna kalınca boşuna ayakta beklemeyip herkesin bitmesini bekledik.
Böylece havaalanından çıkışımız 1 saati buldu. 



 Ev sahibemiz Pauline bizi almak için tanıdık bir taksi şöförü göndereceğini söylediğinden çıkışta adamı 
(ya da adımı) aradık, bulamadık. 
Biraz bekleyip para bozdurdum. (USD 86, Euro 113 şilin) 
Saat yediyi geçince Paulin’e telefon edip uyandırdım. 
Şöförün bizi beklediğini hemen arayacağını söyledi.



 Şöförceğiz ayakta, elinde ismimi yazdığı koli kapağıyla epeyce bekledikten sonra umudunu kesip bir köşede arkadaşlarıyla lafa dalmış. 
İlk defa ismim tutularak karşılanacağımdan çok heyecanlıydım, hevesim kursağımda kaldı...
En azından adımı yazdığı kartonla bir fotoğrafını çektim.

 

 Taksici David bizi Pauline’nin evine götürdü, çantalarımızı üst kata taşıdı ve 18 kilometrelik yol için 1600   şilin(14 euro) aldı. Pauline sık sık CS misafiri ağırladığından taksici bu işe pek alışkındı. Nitekim evde Kegu adında Japon bir oğlan vardı.
Misafir misafiri sevmez atasözünü doğrularcasına birbirimizden hiç hazzetmedik.
 Allah'tan oğlanın tatili bitmiş, birkaç saat sonra gitti.



Pauline bize çay kahve yaptı, tost ekmeği, çırpılmış yumurta ve reçel çıkarttı.
Kızı Jülyet ile yaşıyormuş. Babası nerde onu bilemiyoruz, böyle şeyler sorulmuyor.

 

 Jülyet, Can’dan bir yaş küçük ama canavar gibi İngilizce konuşuyor. Mombasa Amerikan Kolejine gidiyormuş. Okulun ücretini sordum. İzmir Amerikan Koleji düzeyinde, yani fahişmiş. 
Göründüğü kadarıyla Pauline’nin bir mesleği ve CS misafiri ağırlamaktan başka mesaisi yok ama nasıl geçiniyorsun diye de sorulmuyor.
Herhalde Jülyet’in babası masrafları karşılıyor diye düşündük. (Yaşlı dedikoducu kadınlar gibiyiz)
Jülyet çok iyi huylu bir kız, Can ile de çok iyi anlaştılar.

 

 Çocuğun saçlarının yoluk yoluk olmasını ilk gördüğümde yataktan yeni kalkmış olmasına bağlamıştım.

 

 Neşe daha sonra çocukla sohbet ederken öğrendi, meğer bu Can geleceği için yapılan saç bakımının sonucuymuş.

 

 İşte Couchsurfing’in faydası:
Ben daha önce kaç defa zencilerin memleketine gittim ama düz saç meselesinin bu kadar önemsendiğini hiç fark etmemiştim. Hatta; 'Zenciler neden hep kafayı kazıtıyor acaba?' diye de düşünürdüm.



Pauline'nin saçları örgü gibi görünüyordu, sonradan öğrendik onlar da saç değil parlak ipmiş.
Jülyet Neşe’yi de çok sevdi ve çekingenliğini attıktan sonra "Ne güzel yumuşacık saçların var" diyerek sürekli saçlarını okşadı.



Anladığım kadarıyla zencilerde saç uzattın mı Fener'de oynayan futbolcu gibi bonus kafadan başka opsiyon yok. Milyonlarca dolar kazanan Drogba bile saçımı düzelteceğim diye kimbilir ne kozmetikler kullanıyor ama görüntü fecaat.
(Konuyla ilgili fotoğraf ararken Drogbanın saç jeli nikini kullanan bir kişi olduğunu keşfettim.)
















Bu konuda herhalde tek istisna Michael Jackson. Kendini bembeyaz yapmayı başardı ama onun bile saçları pek lepiska sayılmazdı.

Birkaç lokma yedikten sonra Japon vedalaşıp ayrıldı, biz de evin üst katında bize gösterilen odaya yerleşip biraz dinlendik.



Bina yazlık apartmanlara benziyor.



Merdiven ve koridorları açık havada.

 

Balkon, komşuların oturduğu bahçeye ve plaja bakıyor.

 

 Ev dubleks ve son derece sade döşenmiş.
Sadece koltuk, yatak ve elektronik eşyalar var
 (Aypod ve Ayped dahil)



Evde bir tencere, bir tava, dörder tabak, çatal, bardak var. Her yemekten sonra yıkayıp koyuyorsun.



 Neşe mutfaktaki bu minimalizme çok özendi.
Balkondan plajı görünce, uyuyan Neşe ve Can’ı bırakıp sahile çıkmaya karar verdim. Toprak bir patika ile arsaların arasından döne döne bir otelin içinden geçerek sahile çıktım. 
Deniz 500 metre çekilmişti .

 

 Uzakta futbol oynayan yerliler dışında etrafta hiç insan görünmüyordu 



Ben sahile çıkınca birkaç zenci saklandıkları gölgelerden çıkıp yanıma geldiler.
 Yunus seyretmek ve dalmak için National Parka gitmek isteyip istemediğimi sordular. (Kişi başı 15 dolarmış)
Henüz Afrika’ya zencilerden korkmayacak kadar alışamadığımdan tamamen reddetmedim de;
"Tabi, neden olmasın, değerlendirelim abi" gibi muğlak ifadelerle yanlarından ayrılıp eve geri döndüm. 




Neşeleri uyandırdım.
Pauline bize şehri gezdirmek istedi , hep beraber dışarı çıktık.

 

 Evin yanındaki benzincide oluşmuş birkaç restoran, büfe, berberden ibaret alışveriş merkezinde para bozdurduk. Havaalanına göre daha iyi bir kur verdiler.

 

 Safariye gitmek isteyip istemediğimizi sordular. 
"Kaç para?" dedik, gün sayısına göre değişiyormuş ama en ucuz fiyat kişi başı günlük 100 eurodan başlıyormuş. Can’a da yarım ücret alacaklarmış. Yani bir gece konaklamalı iki günlük en kısa turu alsak üçümüz için 500 euro ödememiz gerekiyormuş. 
Bu nasıl fahiş bir fiyat anlamıyorum. Allah'tan bizde hiç safari merakı oluşmamış, varsa yoksa plaj.
Daha önce Tanzanya’da da Serengeti’nin fiyatını bile sormamıştık.
Oysaki lise ve tıp fakültesinden arkadaşım Cantay sırf Safari fotoğrafı çekmek için zırt pırt Afrika’nın olmayacak ülkelerine gidiyor.


















Fotoğraf:Cantay GÖK

Yoldan geçen matutalara (dolmuş) binerek şehir merkezine, Old town’a gittik. 
Evden merkeze dolmuş 20-30 dakika sürüyor 50 şilin. Kısa mesafede indi bindi 10 şilin.



Bir de tuktuklar var ama daha pahalı,

 

Kısa mesafeye bile 100 şilin istiyorlar. 



Old town köprülerle bağlantısı olan ufak bir adanın üzerinde kurulu.



 Matutadan deniz kıyısındaki son durakta indik. 
Hareketli bir pazar yeri var.
Yolun kıyısında kocaman gövdeli boabap ağaçlarının altında Kenyalılar yayılmış tembellik ediyorlar.

 

 Seyyar tezgahlarda ucuz hediyelik eşya ve yiyecekler satılıyor .
 Kömür yanan tenekelerin üzerinde kasawa ve patates cipsi kızartıyorlar.

 

 İkisinden de birer torba aldık, kasawa daha hoşumuza gitti.
Ayrıca mangalda pişmiş kasawa ve darı da aldık.

 

 Üzerine limon sıkıp acı biber tozu attılar.
 Çocuklar hindistan cevizi suyu içti.

 

 Kıyı boyunca yürüyerek Fort Jesus denen kaleye geldik.
Giriş 800 şilinmiş, 

 

Girişindeki toplarla fotoğraf çekilip, önündeki terastan denizi seyretmeyi yeterli gördük.

 

 Bu arada çocuklar Jülyetin sıcakkanlılığı sayesinde iyice kaynaştı.

 

Tanıştıktan 2 saat sonra kovalamaca oynamaya başladılar



 Keşke büyüyünce de kızlar insanın peşinden böyle  koşsa...

 

 Şehir merkezindeki bir parkta epey oyalandık.

 

 Çocuklar ağaçlardan sarkan sarmaşıklarla Tarzancılık oynadılar.

 

Jülyet faunaya alışkın olduğundan elbette daha antremanlıydı



 Arka sokaklara Müslüman Mahallesine girdik.



Ne yazık ki dünyanın her yerinde şahit olduğumuz gibi burada da Müslümanların yaşadığı sokaklar bakımsız, perişan, çöpler içindeydi.

 

Bu duruma cidden çok üzülüyorum

 

Seyyar satıcılardan biraz Mango aldık.



Mango fiyatları aldığın yere göre 10 ile 40 şilin arasında değişiyor.
 Bu fakir mahalledekiler 10 şilindi.



Yemek yemek için bir alışveriş merkezinin altındaki süpermarkete gittik. 

 

Kilo ile satılan yemeklerden plastik kaplarda tarttırıp marketin arkasındaki kafede yedik. 



Yorgunluk bastırınca eve döndük, akşamüstüne kadar uyuyup tekrar çıktık. 
Günlerden Cumartesi olduğundan sahildeki otelde parti varmış. Sabah geçtiğim otelin girişini tutmuşlar, deniz kıyısına geçiş için kişi başı 200’er şilin istediler. 
Pauline’nin söylediğine göre bu partilere Kenyalı kızlarla birlikte olmak isteyen beyazlar geliyor ve gecenin ilerleyen saatlerinde pek kepaze bir ortam oluyormuş. 

 

Zaten plaja giden toprak yolda, ortamla uyumsuz, topuklu ayakkabılı, süslü kızlar dikkat çekiyordu. 

 

Elbette bu giriş parasını vermedik, fakat Mombasa sahili parsellenmiş. En yakındaki geçiş 1 kilometre ilerdeymiş. Pauline’in önerisiyle caddeye çıkıp bir tuktuk çevirerek diğer girişe gittik.

 

Bu işe en çok çocuklar sevindi

 

Burası kafelerin arasında kalmış daracık bir yol.

   

Kumsal haftasonu tatilinden yararlanan yerlilerle dolu. 



Güneş batmasına rağmen koca plaj ana baba günü ve bizden başka yabancı (beyaz) yok

 

Ben şahsen biraz tedirgin oldum.
Deniz de dalgalı ve bulanık olduğundan yüzmekten vaz geçtim.
Aramızda bir tek Can soyunup dalgaların kucağına atladı.
(Aşağıdaki fotograftaki tek beyaz)

   

Burası Mombasa’nın halk plajı havasında,
şamrelle ve elbiseyle yüzenlerle dolu. 

 

Aynı zamanda binmek için deve gezdiriyorlar. 

 

Kıyıdaki kafelere oturduk.
Neşe ile ben bira (200 ş) Pauline kadehte şarap (125 ş) söyledi. 

 

Karanlık iyice çökene kadar çocuklar top oynadı , biz de havadan sudan sohbet ettik. 

 

 Dönüşte ben yürüyelim dedim ama Pauline’nin isteğiyle matutaya bindik.
Bu matutalar bizim  Çiçek Abbas tarzı eski minibüslere benziyor. Şöförler deli deli sürüyor, bıçkın genç muavinler parmaklarının arasına banknotları katlayıp sıkıştırıp kapıdan sarkarak müşteri kapmaya çalışıyorlar.

   

Günün sonunda Pauline’nin dolmuş parası vereceği tuttu, onda da bozukluğu çıkışmadı, 1000 şilin verdi. 
Para üstü gelince büyük bir tartışma çıktı. 
Pauline 200 şilin eksik verdiklerini iddia ederken muavin tam verdim diyordu. Bu arada zaten bir kilometre için bindiğimizden ineceğimiz yeri bir kilometre geçmiştik. 
İndikten sonra da Pauline şöför ve muavin ile epey atıştı, en sonunda şöför muavine 100 şilin vermesini söyleyerek topukladı.
Karanlıkta yolun kıyısından eve doğru geriye yürürken hırsından ağlamaklı olan Pauline’i teselli ettik. 

 

Evde Pauline makarna pişirdi, çocuklar beraber yediler, oyun oynadılar. 

 

Biz duş alıp erkenden yattık.
Kenya’nın bazı bölgelerinde sıtma oldukça yaygın. Bu nedenle yataklar hep cibinlikli. Cibinlikler bizdeki gibi yukardan sarkan tarzda değil de çadır çubukları gibi ince plastik borularla yapılmış küp şeklinde. Sistemi çok beğendik, alıp İzmir’de kurmayı planladık ama çarşıda denk getiremedik.
Gerçi Can bunu da devirmeyi başardı

   

Bir de tenis raketi şeklinde, pille çalışan elektrikli sinek avlama araçları var. Bunlar da sineğe denk getirince çaat diye çarparak oldukça eğlenceli ve sportif bir sinek avı sunuyor ama fiyatları hiç ucuz değil.



Kenya’da hiç anofel (sıtma bulaştıran irikıyım sivrisinek çeşidi) görmediğimden İzmir’de içtiğimizi birer dozun dışında kinin içmedik.




Sabah kahvaltıda Pauline bu sefer sosis ve yumurta pişirdi. Biz de kahvaltılık olarak getirdiğimiz İzmir tulumunu çıkardık, güzel bir kahvaltı ettik. 

 

Hediye olarak peynirden başka cezerye ve çocuk için kırtasiye malzemesi götürdük. Neşe herhalde Afrika’da bulunmaz diye düşünmüş ama çocuğun kendine ait aypedi olduğundan boya kalemleri pek makbule geçmedi.



Kahvaltıdan sonra bu sefer kendi başımıza evin önündeki sahile çıktık. Deniz yine ufuk çizgisine doğru çekilmişti. Denizin bu kadar çekildiğini bir de Brezilya’da, Atlantik kıyısında görmüştüm ama burası orayı da geçti. 


Güneş insanı adeta bir ızgara gibi yakıyordu.
Neşe sahilde çardak altında kahve içmeyi tercih etti. 

 

Biz Can’la havlularla omuzlarımızı örtüp epeyce yürüyerek denize ulaştık. 

 

Islak kumlara ayakların gömülmesi pek hoş bir his, Can’ın da çok hoşuna gitti, bahar kuzusu gibi zıplaya zıplaya epey koşturdu.

 

Denize yaklaşınca kuma oturmuş bir teknenin üzerine havlularımızı bırakıp diz boyundaki suya girdik.

   

Denizin başladığı yer  yosunlu, bulanık ve çok sığdı. Yüzerek biraz açıldık. Tek tük tropik balıklar vardı ama bu yüzme biraz olsun serinleme ve bu tabiat olayına tanıklık etme dışında pek işe yarar bir şey olmadı. Aynı yolu gerisin geri yürüyüp Neşe’nin yanına döndük. 

 

Sahilden yürüyerek bir kaç kilometre gittik. 
Plaj çok geniş, kumu incecik, ama hemen hiç insan, ya da büfe vs. yok.

   

Otellerin önünde birkaç yaşlı Avrupalı güneşleniyor. 

 

Beş yıldızlı bir otelin içinden geçip ana yola çıkıp eve döndük.



Duş alıp biraz uyuduktan sonra şehri bir de kendimiz gezmek üzere tekrar yola çıktık. 
Evin önünden geçen yol kıyıya paralel, Mombasa’yı Malindi’ye bağlayan şehirler arası yol. Trafik soldan, alışana kadar ezilmemeye ekstra dikkat gösteriyoruz. Niyetimiz yarın Lamu Adası’na geçmek olduğundan şehir merkezine gelmeden otobüs yazıhanelerinin olduğu yerde matutadan indik.



Mombasa’yı araştırırken Lamu Adası'nın fotoğraflarını görmüş, ancak yolun zahmetli olduğunu okumuştuk. Mombasa'dan adaya direk uçuş bazen oluyormuş ama bizim bulunduğumuz mevsimde yoktu. 
Lamu (‘ya geçilen iskele) ile Mombasa arası 350 kilometreymiş ve otobüsle 6-7 saat sürüyormuş.




Yarı yolda, Mombasa’ya 3 saat mesafedeki Malindi’den Lamu’ya kişi başı 50 dolar civarında uçak vardı ama bize pek mantıklı gelmedi. En azından giderken geze geze gideriz diye düşünerek buranın en muteber markası olan Tawkal’dan (Tevekkül, Müslümanlar işletiyor) 600 er şiline 3 bilet aldık.



Eski şehirde Müslüman mahallesinde dolaştık. Neşe şeker isteyen çocuklara yanında getirdiği kırtasiye malzemelerinden verdi.



Bu fakir mahallelerde ayped bulunmadığından çok makbule geçti.
 Ayped yok ama mahalle arasında internet kafeler çocuk kaynıyor

 

 Oyun oynayacak parası olmayan çocuklar bizi görünce tezahürat yaptılar

 

İşportacılardan bol bol mango, ananas soydurup yedik. 

 

Her köşede bir satıcı bulmak mümkün

 

Arka sokaklarda gördüğümüz bir pastaneye oturup dondurma ısmarladık.

   

Dondurmacının gömleği  o kadar lime limeydi ki giymese daha iyiymiş.

 

Elle kamış suyu sıkan bir çocuk görünce bir de ondan içtik. 

 

Diğerlerinden farkı kol kuvvetiyle ve kamışı katlayıp arasına lime denen küçük limonlardan koyarak sıkmasıydı.

   

Can daha önceki içtiklerini unutmuş, pek hoşuna gitti. 

 

Bu sene 10 yaşını doldurduğundan bundan sonra gördüğü yerleri unutacağını sanmıyorum ama özellikle küçükken gittiği yerleri hatırlaması gittikçe zorlaşıyor. Fırsat buldukça eski fotoğrafları videoları göstererek anılarını canlı tutmaya çalışıyoruz.

 

Geri dönerken trafik çok yoğundu, dolmuşçular bir de yolda müşteri beklediklerinden eve varmamız 45 dakikayı buldu. Müşteri beklediğimiz bir noktada muavin koştu taze soyulmuş kamış kesitirdi geldi. Kamışın böyle yendiğini hiç görmediğimizi bakışlarımızdan anlamış olacak ki bize de ikram etti. Çiğneyip çiğneyip ağzında kalan az bir posayı tükürüyorsun. Tadı çok hoş, hafif şekerli, serinletici bir meyve.



Eve döndüğümüzde Jülyet okuldan gelmişti. Can Jülyet ile top oynayabilmek için plaj önerimizi geri çevirdi. Biz de ikisini evde bırakıp Neşe ile yüzmeye gittik. Deniz geri gelmiş; dalgalı ve çok sıcaktı. Dönüşte yolun kıyısında samosa (muska böreği) pişirenleri gördük canımız çekti, birer tane alıp yedik. Lahanalı, patatesli, baharatlı samosalar pek lezzetliydi. Pauline akşam yemeği için dışarı gidelim deyip duruyordu. Eve dönünce 
“İsterseniz samosa ile bira alayım evde yiyelim” dedim.
“Olur fark etmez” dedi.
Gittim benzinlikten bolca siyah ve beyaz bira , 20-30 tane de samosa aldım geldim. Çocuklar dışında pek yenmedi.

   

 Meğer Pauline bütün kadınlar gibi dışarıda yeme fikrinden asla vaz geçmemiş, benim önerimi bir antre olarak değerlendirmiş.
Her neyse Neşe de bir kadın olarak bu fikri hararetle destekleyince bana düşen de kalmasın diye yediğim 10 samosanın üzerine hanımları dışarı çıkartıp sahildeki lüks bir restorana götürmek oldu. 
Taksiyle deniz kıyısındaki bir otelin restoranına gittik.

   

 Allah için ortam güzeldi, plajın üzerindeki terasta oturup çeşitli İtalyan pizzaları söyledik.

   

 Ben elbette samosalar nedeniyle bir lokma bile yiyemedim, bir bira içmekle iktifa ettim. 

   

 Yemekten sonra çocuklar sahile inip direklere tırmanıp atlamaca oynadılar.

 

 Hesabı ödedikten sonra (İki pizza ve içkiler 3500 şilin=30 euro) biz de sahile indik. 
Pauline ve Jülyet’e istop öğrettik, çok hoşlarına gitti. Uzun süre oynadık.
Gece Jülyet Can ile yatmak istedi annesi izin vermedi.



Sabah erkenden kalkıp Lamu Adası’na doğru yola çıkacağımızdan çantalarımızı geceden hazırladık. 
Dönüşte bir gece daha Pauline’de kalmayı planladığımızdan da kışlıklar gibi ağırlıklarımızı evde bıraktık. 
 Pauline dönüşte kendisine ulaşabilmemiz için yerel bir sim kartı verdi. 
Ev sahiplerimiz de Jülyet’in okulu için uyandığından hep beraber bir fotoğraf çekilip evin önüne çıktık.

 

 Saat 7 15 te otobüs sözleştiğimiz gibi bizi evin önünden aldı.

 

 Tawkal otobüsü kamyondan bozma amortisörsüz bir külüstür!

 

 Koltuklar numaralı, Can ve Neşe önümde oturdular ben  Kenyalı bir oğlan ile seyahat ettim.



Pek konuşmadık, ben daha ziyade manzarayı seyredip köyler arasındaki geniş sıkıcı boşluklarda İshak Alaton’un anılarını okudum. 
 Geçtiğimiz köyler fakir perişan görünüyordu.

 

Her durduğumuz yerde köylüler eski tren yolculuklarındaki gibi otobüsün pencerelerine yanaşıp meyve, samosa, yerel tatlılar satmaya çalışıyorlardı.



Bisküvi şeklinde karamelli bir tatlı aldım, çok değişik bir şeydi. Sanırım pekmez ve tereyağı ile yapılmıştı ve tadı aynı çikolataya benziyordu.

 

 Malindi’ye kadar yol iki şeritli asfalttı, oldukça rahat gittik. Malindi de şehir merkezindeki yazıhanenin önünde durduk. Molanın süresini yazıhanedekilerin yolcuları yerleştirmesi belirlediğinden otobüsün yanından ayrılamadım. 
İnenlerle binenlerin yer değiştirmesi, yazhanecinin kontrolü 20 dakika sürdü. 
Bu arada karşıdaki marketten su vesaire aldım.



Güneş yağı almayı unutmuşuz, onu da sordum, yokmuş.
Malindi’den çıkınca asfalt bir süre devam etti. Ben tam 
"İyi ki uçak bileti almamışız, bak ne güzel, geze geze gidiyoruz" derken aniden asfalt bitti! 
Issız toprak bir yolda tozu dumana katarak ilerlemeye başladık.



 Yol o kadar bozuktu ki kitap okumak imkansız halde geldi. 



Şöförümüz her ne kadar çukurlardan kaçmak için yolda S’ler çizerek slalom yapsa da süratini kesmediği için kaçamadığı çukurlarda otobüsün içindeki biz dahil her şey yerinden 10 santim yükselip hızla geri düştüğünden kısa sürede belim ağrıma başladı.

  

 Yolculuğumuzun son 3 saatindeki gürültü, camlardan ve muavinin sarktığı açık kapıdan giren toz ve birbirine geçen omurlarım beni, dönüş yolculuğunda bu etabı kaç para olursa olsun uçakla geçmemiz gerektiği konusunda ikna etti.



(Ayrıca o sırada böyle bir tehlikeyi bilmiyorduk ama bizden bir yıl sonra bu yolda, bu aynı Lamu otobüslerine birkaç kez silahlı saldırı oldu ve yerlilerle birlikte bazı turistler de hayatını kaybetti.)
Bilet alırken yol 6-6,5 saat demişlerdi ama Lamu’ya geçeceğimiz iskeleye varışımız 7,5 saati buldu.



Öğleden sonra 2 de indiğimiz iskelede bir yavaş feribot, bir de hızlı taksi tekneler varmış.



Yolculuktan gına geldiğinden hızlı teknelere bindik. Binerken “Kişi başı 150, çocuğa para istemez” dediler, yola çıktıktan sonra minibüsçüler gibi “Poposunu oturağa koyuyo” diye ücret istediler.



Hiç tartışacak halim olmadığından 3 kişi 400 şiline fit oldum, zira sıcaktan bayılmak üzereydim. Herkese can yeleği dağıttılar, açıkta kalan yerlerimizi de , ızgara gibi tepemizde parlayan güneşe kurban etmemek için bezlerle örtündük.



Tam gaz, teknenin burnu havada, serpintileri yiyerek 15 dakikada adanın iskelesinin altına yanaştık. İskeleye çıkar çıkmaz otel hanutçuları etrafımızı sardı. Yaşlıca birinin tipine güvenip peşine takıldık. Atman adlı bu takkeli abi bize birkaç otel gezdirdi.



İlk götürdüğü çok lükstü 6000 şilin istedi, ikincisi çok kötüydü 1200 dedi. Üçüncüsü sahilde deniz manzaralı güzel bir odaya 4000 istedi, 3000 e anlaştık.
Can konuşmaları anlamadığından pazarlık bitip de adamlar odadan gidince hemen “Anlaştık mı?” diye sorup kendini yatağa at
Bunu beğenen ilk kişi ol.
Benzer haberler
1 Eylül Salı sabahı Samos'un Agias Paraskevi koyunda erkenden uyandım. Sabah...
07 September, 05:05
Bayram tatili için pek plan yapmadan yola çıktık. Kabaca Kaş-Adrasan tara...
28 December, 19:57
PARİS (Kasım 2004)Az evvel haberlerde Mihri Belli’nin hayatını kaybettiğini duy...
16 August, 19:59
Yunanistan’ın yeşil pasaporta vizeyi kaldırması ve EgeBirlik acentesinin feribo...
30 May, 21:56