İnsan bazen ne çok şey söylüyor. Kendi kendine konuşan insanlar diyorum söyleyecek ne çok şeyleri oluyor.Ne zaman susarlar bilmem ya da
susarlar mı acaba yoksa ömürlerinin sonuna kadar sürüp gider mi bu kendi kendine hoş sohbetleri.
Kendi kendine kalabilmek güzel bir şey mi gerçekten yoksa kendi kendine kalmaktan imtina eden insanların biraz kıskançlıkla gösterdikleri
bir tepki mi kendi kendine kalıp laf lafı açtıkça hiç sıkılmayan insanlara karşı. Sahi nasıl sıkılır insan kendi kendine kalınca?
Kendi kendine olmak, tek başına bir çeşit antidepresan değil de nedir?
insan kendini dinlemekten korktuğu için mi kalamaz kendi başına?
Kendi kendine söyleyeceği sözlerin, yapacağı eleştirilerin ağırlığı altından kalkamayacağı için mi kaçar hep kendinden?
Yoksa kendini sevmediğinden mi?
İnsan kendini sevince çünkü biraz olsun sevince kalkar o en acımasız eleştirmenin yani kendinin sözlerinin altından sonra güzel cümleler
kurmayı da öğrenir o eleştirmen hani hep başkalarına kurduğu ama kendine gelince yanından bile geçmediği o sözler var ya hah onları diyorum
işte. "Bugün çok mutluyum." "Çok güzelim." "Mükemmel biriyim." bunlar başlar yavaş yavaş.
Tabi kendi de bilir insanın tam anlamıyla bunlar olmadığını ama eleştirmek dibe çeker insanı, kendini ağır sözlerle eleştirmek.. Zira insanın
insanın kendisi ile olan savaşından galip çıkan olmaz. Yıkım olur ancak orda, çöküş olur, harap olmuş bağlar bahçeler, yıkılmış hayaller,
artık bir önemi kalmamış hayaller olur.
Merak ediyorum ne zaman nsan kendi ile savaşıp kazanabileceğine inanmaya başladı? Kim ikna etti ki tüm insanlığı bunun gerçek olabileceğine?
Nasıl ikna oldu koca bir insanlık harabeler içinde güzel şeyler yapabileceğine ? Molozları taşımadan, yıkılmış binaları onarmadan, devrilen
ağaçların yerine yenilerini dikmeden savaş hala devam ederken güzellikler nasıl çıkar karşımıza?
Önce savaşlar bitmeli, insan önce kendini sevmeli başkalarından beklediği o rengarenk çiçekleri kendi ekmeli kalbinin o güzel ama savaşmaktan
harap olmuş bahçesine, gözlerideki perdeyi, kalbindeki karayı kaldırmalı önce insan.
Sonra..
Sonra güzel olur mu herşey?
Olmaz elbet yine dikenler bulur yralar ellerini, yine toz duman içinde bulur insan kendini, yine savaşlar, kavgalar, darbeler bulur yapışır
yakasına ama insan artık bıraktıysa kendiyle savaşmayı, sevdiyse kendini bir kere tüm içtenliğiyle gülümsediyse aynaki yansımasına gözlerinin
içine bakarak eskisi gibi yıkmaz onu dışardaki toplar tüfekler. Bahçesinde birkaç çiçek solar belkş, evinde birkaç tablo düşer yere ama
umutları yıkılmaz artık, hayatın sonuna geldiğini düşünmez, yalnız olmaktan korkmaz eskisi gibi, bir başkasının gelip yarabandı olmasını
beklemez bilir kendi yaralarını sarmayı en iyi ilacın kendisi olduğunu bilir. Başkasını sardığı yaranın asla iyileşmeyeceğini bilir.
O eleştiren ses susar mı peki?
Susmaz insan ölse de o hiç susmaz ama artık bilirsin o eleştirmen aslında seni yargılamaz aksine doğru yolu gör diye didinir durur ama
sen onunla barışmadan asla göremezsin o iyi niyeti düşman sanırsın kendini de kaçıp durursun ondan. İnsan kendisine düşman oldukça daha çok
düşer hataya, çıkmazlarından kurtulamaz bir türlü. Kaçmamalı kendinden insan her şeyden ve herkesten önce sevmeli kendini ki
açılsın önünde güzellikler yolu..
Be the first person to like this.
RÜYALAR ALEMİNİN GİZLİ SIRLARI
Nasıl başlanır söze bilmiyorum. Buraya gelip ne anlatılır nelerden dem vurulur. Bir insana sahip olmak onun ruhunu içine çekmek onun merakını kamçılamak nasıldır bilmiyorum. Ben sadece yazıyorum, çoğu zaman konuşmuyorum bile sadece yazıyorum. Duygular konuşulmaz çünkü.. Duygular nasıl konuşulur bilmiyorum.
Biraz lafa giriyorum önce sonra vazgeçiyorum, saçma sapan şeylere gülüp mutluluk maskesini takıyorum. Öyle sahte falan değil ha çoğu zaman ben bile inanmıyorum bu mutluluğa. Hoş mutluluk nasıl yaşanır onu da bilmiyorum.
Yavaş yavaş çözüyorum ama yaşadıkça bir şeyler öğreniyorum. Farkım var mı mezarda yatan ölüden bilmiyorum ama her geçen gün daha iyi rol yapabiliyorum.
İnsanın ruhunun bedeninden önce ölmesi normal mi? Bilmiyorum.
Sanırım hiç bir şey bilmiyorum henüz. Bu hayat nasıl yaşanır bilmiyorum. Yaşanmaya değer bir şeyler arıyorum kendime sonra yoruluyorum. Sanki yatağa uzanıp gözlerimi kapatınca bu filmin sonu gelecekmiş gibi geliyor bazen, yarın tabiri benim için bitmiş gibi.
Hayal kurmak nasıldır, peki ya hayallerini gerçeğe taşımak? Bilmiyorum..
Birini arıyorum bilen birini öyle biri var mıdır? Bilmiyorum.. Herkesi dinliyorum derdini, neşesini, tecrübesini herkesi dinliyorum. Bu kadar dinlemek güzel değil bak bunu biliyorum. Dinlemekten nasıl vazgeçilir işte onu bilmiyorum.
Herkes farklı yolları kendi tarzında yürürken en iyisi kendisi sanıyor bazen üzülüyorum. Kimse artık yalnız kalıp kendini dinleye vakit ayırmıyor. En acımasız eleştirmen kendileri olduğu için mi yoksa kendini kusursuz birer parça
olarak gördükleri için mi bilmiyorum.
Ne kadar da çok şey bilmiyormuşum meğer.
Uzun uzun yazıyorum hiç bir şey bilmeden. Bazen gecenin dördünde yazmam gerektiğini hissediyorum bazen günlerce tek cümle almıyorum kaleme neden bilmiyorum. Yazdıkça rahatladığımı hissediyorum, yazdıkça kendi kendime güzel akıllar veriyorum, bazen saçmaladığımı söylüyorum kendime bazen hiç umursamıyorum kendimi. Bazen en iyi arkadaşım olurken iç sesim bazen en büyük düşmanım oluyor anlam veremiyorum. Yine de sevmeye çalışıyorum kendimi düşman olmak iyi değil bak bunu da biliyorum.
Uzun uzun yollara çıkmak istiyorum bazen hesapsızca, bazense tüm ömrümü yatakta geçirmek istediğime karar veriyorum. Anlam veremiyorum bazen kendime
anlamaya çalışıyorum çoğu zaman başarısız oluyorum, bazense sıkılıyorum ama yine de bıkmadan devam etmeye çalışıyorum. Bu konuda pek başarılı sayılmam henüz yine de denemeye devam ediyorum.
Kendimle barışınca tüm sorunlar çözülür mü? Bak inan bunu hiç bilmiyorum. Sadece çözüleceğine inanmak istiyorum.
Başarabilmek nasıl bir his merak ediyorum işin gerçeği. Yastığa koyduğunda kafanı rüyalar alemine dalabilmek güzel olmalı.
Hey sen başarabilen! Anlatır mısın bana da rüyalar aleminin sırlarını?
Neden mi?
Söyledim ya severim ben dinlemeyi..
Be the first person to like this.
Papatya Falları
Bir papatya falına bıraktık sevginin varlığını. Kaç yaprağı oluşu inandırdı bizi sevilip sevilmediğimize. Oysa sadece göstergesi olabilirdi çiçekler sevginin, kanıtı sandık. Bazen o kadar çok istedik ki sevilmeyi sapını da kattık işin içine. Bir seviyor sevmiyora aşkımızı bağladık...
Sahi ya bilse bunu apatyalar gülmezler mi halimize?
"Ahh şu insanlar da ne garipvarlıklar."
Diye iç geçirip halimize acıyanlar bile bile çıkar aralarında.
"İnsanlar da ne çaresiz varlıklar yahu."
"Düşünme kabiliyeti onlara mı verildi gerçekten?"
"Yazık... Vallahi çok yazık."
"Sevildip sevilmediklerini bizden mi öğrenmeye çalışıyorlar gerçekten?"
Gerçekten bu kadar aç mıyız sevgiye? Peki sevildiğimizi öğrenmek için öldürmek bir papatyayı daha mı kabul edilebilirhissetmekten, hissetrmekten daha da önemlisi konuşabilmekten. Konuşabilmek... Bizim asıl sorunumuz da tam olarak bu sanırım, her konuda bir fikrimiz, kurulabilecek milyarlarca cümlemiz varken iş sevgiye gelince lal olur dilimiz, tutulur da tek kelime bile edemez olur.
Neden kimse öğretmez ki bize kalbimiz ile dilimiz arasındaki o çiçekli yolun nasıl yürünmesi gerektiğini? Sahivar mı yürüyrbilen o görkemli yolda? Sevginin dile getirilmesi, eyleme dökülmesi hep ayıptır bizde, öyle görürüz. Yürürken mesela alalade bir sokakta sarılan bir çift görünce ayıplar bakışlar atar da kavga eden bir çift görünce normal karşılayıp kafamızı çevirir devam ederiz yolumuza.
Öfkenin daha samimi bir duygu olduğu aşılanır hep bize tee küçücük yaştan ve bunu yapanlar da farkında değildir yaptığı şeyin. Sinirli insanların, kavga edenlerin işine karışılmaz da sevgi gösterileri, sarılmalar, öpüşmeler, koklaşmalar hep yargılanır. Hele bir de "Seni Seviyorum" sözcükleri döküldüyse ağızlardan aman Allah'ım ne büyük oyunculuk!
Öfkenin daha saygın bir duygu olduğuna ikna edildik belki de sinirli olnların, bağırıp çağıranların nasıl itibarlı görüldüklerine tanık oldukça. Oysa ahh aman sevenler, sevebilenler, sevdiğini dile getirebilenler.. Ahh ne yazık onlara! Onlar ki bitmek bilmeyen dedikoduların baş aktörleri! Sergiledikleri sözde büyük oyunculuk performansları ile dillerden düşmeyen, gözlerden uzak kalmayı bir türlü başaramayan ve yargılanmaktan bir türlü kurtulmayı başaramayan sevgililer...
Ahh sevdiğini dile getirebilenler..
Oysa gerçek oyunculara da yoktur kimsenin lafı "çapkın" derler onlara "gönlü hovarda" derler "genç adamdır tabi alacak her çiçekten bal" derler. Bak işte onlar da korkmazlar dile getirmekten sevgilerini. Bilakis o kadar kolaydır ki onlar için dile getirmek sevgilerini. Sevmezler çünkü, hissedilmeyen duyguları dile getirmek hep daha kolay olmuştur, bu yüzden de kullanmaktan çekinmedikleri bir sözcüktür onlar için tüm sevgi sözcükleri.
Severler aslında sevmezler de diyemem ama asla sen değilsindir sevdikleri senin ona hissettirdiklerine aşıktır onlar.
Düşününce aslında bu yüzden mi mecbur hissettik papatya fallına? İnanmamak ahh ne acı sevdiğinin lafına, ne büyük hüzün.
Papatyalar diyorum, bilseler bunu ne çok üzülürler..
"İnsanlar.. Ahh insanlar..."
"Ne çaresiz varlıklar."
"Bu kadar mı zor sevdiğini söylemek."
"İnanmadan nasıl yaşanabilir ki?"
Seviyor...
Sevmiyor...
Papatyalar diyorum, bilseler bunu ne çok kızarlar bize..
"Bir bahar yaşayacağım alt tarafı."
"Ben nerden bileyim abi seviyor sevmiyor?"
"Hissedemediğin duyguyu benim sana söylememi mi istiyorsun gerçekten?"
"Ben çiçeğim canım sadece bahar geldi mi açar sonra solar giderim rahat bırak beni."
Papatyalar diyorum, ahh papatyalar... Nasıl dayandılar bu kadar sorumluluğa? Sevilmediğini söylemek mesela zor olmadı mı onlar için bir insana?
Zorunda mıydık peki ikna olmak için sevildiğimize öldürmeye bir papatyayı? Bu kadar üstün mü gördük kendimizi bu dünyada? Koparmak yerine mesela bir papatyayı, yolmak yerine tüm ypraklarını seviyor sevmiyor diye okşasak çiçeklerini, içimize çeksek kokusunu, uzanıp yanlarına izlesek doya doya daha umutlu bakmaz mıydık hayata?
ELALEM NE DER?
Hayat bazen umduğun ve bulduğun arasındaki o dev uçurumda, senin yüzündeki o kırık tebessüm ile yoluna devam etmeye çalıştığın anlarda bile pes etmeyip, bir kez olsun sana acımayıp daha da üstüne üstüne gelerek dünya üzerindeki ne kadar zorluk varsa sana çektirmeye yemin etmişçesine oynar tüm kozlarını. Ya da biz öyle hissederiz. Bilmiyorum…
Sanırım biz insanlar hayatı hep bardağın dolu tarafından yaşamayı, hep güneşli, yeşil akşamüstlerinde kırlara serilip piknik yapmayı, rotamızı çevirdiğimiz her yolun taşlarından arındırılmış olmasını istiyoruz. Ahh… Zavallı biz! Uğruna savaşlar verip, günlerce alın teri döküp elde edemediğimiz hiçbir galibiyetin bizi yeterince mutlu edemeyeceğini mi idrak edemiyoruz yoksa önümüze altın tepsiler ile sunulan, verilen en az emekle elde edilen zaferleri daha mı kabul edilebilir buluyoruz?
Olayın özüne inersek bize yıllarca dayatılan “Elalem ne der?” safsatalarına zamanla “Bak elalem neler başarmış!” cümlesi eklenerek zihnimzde gereğinden fazla yer kaplamış olsa gerek ki kendimize bakmak, elimizdekilerin değerini anlamak yerine hep başkalarına bakmayı tercih ettik. Aman onlar neler başarmış, ne kadar da mutlularmış, neler neler almış… İnsanların göstermelik mutluluklarına kanıp elimizdekilerin değerini mi bilemedik acaba? Yoksa hep daha fazlasını beklerken mi yitirip gittik yüzümüzdeki içten tebessümleri.
Düşünüyorum da bunca kızdığımız, sitem ettiğimiz dünyanın hiçbir suçu olmayabilir mi? Nasıl mantıklı bir eylem olur ki zaten bize kapılarını sonuna kadar açan, hakettiğimiz, uğruna yeterince mücadele verdiğimiz hemen her şeye sahip olma imkanı veren ev sahibimizi bizim mutluluğumuzu çaldığı gerekçesi ile yargılamak?
“Nasıl mutlu olurum?” derdine düşüp unutmuşken mutluluğu bunun sorumluluğunu bir başkasına yüklemek daha kolay galiba, daha kabul edilebilir. Oldum olası zor olmuştur zaten yüzleşmek, hatalarını kabullenmek, hele ki yüzleştiği kişi kendisi ise insanın. Göz ardı etmek mutluluğu, her anında hayatın buruk yaşamak, nemli gözlerle bakmak hayata daha kolay olsa ki yüzleşmekten hiç itiraz etmeyiz mutsuzluğa, öylece yaşar gideriz!
Nereye kadar peki? Ne zaman vazgeçebileceğiz elalemin sahte mutluluğuna erişmeye çalışırken gözümüzün önünde hatta avucumuzun içinde duran mutluluk cevherini görmezden gelmekten? Yetinmeyi mi bilmiyoruz yoksa mutlu olmayı mı? Yoksa gerçekten bizim için bu kadar önemli mi bu elalem? Sahi hiç düşündük mü bizim de mutlu olabildiğimizi görünce ne der bu elalem?
Kırık tebessümler yeter mi bize yoksa zehir mi eder bir ömrü bunun üzerine çok konuşulur aslında… Ama kesin olan bir şey var ise elalemin televizyonundan izleyememek üzer insanı en sevdiği diziyi, elalemin arabasıyla gidememek üzer mesela çocuğunun okul çıkışlarına, elalemin telefonu ile arayamamak da üzer biricik sevgiliyi ya da elalemin o güzel masalarında yiyememek üzer o kalabalık akşam yemeklerini ve daha niceleri…
Oysa ne güzeldir hayat kaldırabilsek kafamızı elalemin üzerinden de dönebilsek sahip olabildiklerimize. Ne kadar da güzeldir mesela kalabalık akşam yemekleri yere alalade serilivermişbir örtünün üzerinde bile. Kafanda onca şey varken, üstüne üstüne geliyorken hayat senin tabirin ile o en sevdiğinin sesini duymak ne güzeldir tüm köötü şeyleri bir anda yok ediveren o sesi duymak tek vasfı sadece arama yapmak olan telefon ile bile. Ahh… Sevilmek ne güzeldir, sevmek birini… Koştur koştur okul çıkışına yetişebileceğin bir çocuğunun olmasından daha büyük mutluluk var mıdır?
Hani deriz ya hep “Yemin etmiş bu dünya yüzümüzü güldürmemeye!” işte hepimizin itiraz etmeksizin kandığımız en büyük yalan. Biz bilmeyiz mutlu olmayı, hep isteriz ki gümüş kaselerde sunsun hayat bize tüm güzellikleri tıpkı elaleme sunduğu gibi…
Elbet yağmur yağacak güneşli akşamüstlerine, yağmalı da zaten. Yağmasa nasıl bilinir ki güneşli, yeşil akşamüstlerinde çimlere serilip sevdiklerini düşlemenin kıymeti?
Güzeldir oysa düşlemek, sevebilmek, koşabilmek hayallerine elalem de hep yapar bunu. Güler, eğlenir, üzülüp ağlar hatta, çok da zorlandığı olur ayağı takılıp düştüğü, nasıl kalkacağını bilemediği zamanlar olur. Yürüdüğü yolun taşlarını temizlediği de çok olmuştur mesela bilmem kaç taksitle aldığı o televizyondan en sevdiği filmi izlerken sarılabilecek kimseyi bulamadığı da, o pırıl pırıl kırmızı araba ile gidebilecek hiçbir yeri olmadığı da çok olmuştur elalemin. İmrenek baktığın o güzelim yemek masasında hüzünlü bir şekilde oturup tek başına peynir ekmek yemek zorunda kalmışlığı da çok olmuştur.
Şimdi farkediyorum ki aslında hayat bizim ona nasıl baktığımız ile alakalı. Biz ise hayata hep elalemin güzel eşyaları/ hayatları üzerinden değerlendiriyoruz ne de olsa elalem bir şekilde mutluluğu bulmuş bir tek biz kalmışız gibi.
Elaleme imrenirken bu kadar aslında bizim de elalem olduğumuzu hiç farkettik mi acaba ya da nasıl olur farkedersek? Mutluluğu bulabilmiş midir elalemden sıyrılıp yalnızca kendi hayatına odaklanmayı başarabilenler? Yoksa onlar da hala “Hayat bir güzel gün göstermedi bana” sözleri ile mi devam ediyor hayatına?
Be the first person to like this.
VİCDAN MUHAKEMESİ ÜZERİNE
Belki de sadece bir yarım gülüşün arkasına saklanmıştı mutluluk. Oradaydı, hep orada kalacaktıve bizim onu bulmamızı bekleyecekti ömrü boyunca. Unuttuk artık küçük mutluluklar ile avunmayı. Unuttuk...
Oysa ki çok yakındı mutluluk, o kadar yakında ki içimizde. Hep başka yerlerde aradık, hep başkalarını suçladık. Dışarda bir hayat aramakla geçiyor ömrümüz. Ne zaman unuttuk sahi? Kendi içimizden ne zaman uzaklaştık bu kadar? Oysa bir köşeye çekilip gözlerimizi kapatmak kadar kolaydı mutluluğu yakalamak. Hep başkalarından bekledik. Sahi kim öğretti bize bunu? Mutluluğun hep başkalarında olduğu fikrini ilk kim attı ortaya? Peki biz nasıl inandık bu fikre bu kadar? Daha kolay geldi belki de. Düşünüyorum da gerçekten de öyle galiba.. Bu hayattaki en zor durumlardan biri olabilir insanınkendisini dinlemesi, kendisiyle yüzleşmesi.
Hem öyle olmasaydı, yani hep başkalarında değil de kendimizde arasaydık mutluluu daha zor olmaz mıydı gerçekten? Mutsuzluunda suçlayacak kimse olmadığında daha çok acımaz mıydı insanın canı?
Düşünüyorum da bazen, yine işin kolayına kaçmışız galiba. Mutsuz olmamak için mutluluktan kaçmak! İnsanoğlunun hayatı zaten hep ironilerle dolu değil mi. Korkularımızdan kaçmak isterken içten içe istediğimiz her şeyden uzaklaşıyoruz ve ne yazık ki bunun farkına bile varamadan göçüp gidiyoruz bu dünyadan.
Ahh farkedebilenler, bu gerçek ile yüzleşip kendi içine dönebilenler... Gerçek mutluluğu bulabildiler mi acaba yoksa ne yapacaklarını bilemediler mi yıllar sonra farkettikleri bu buruk gerçeklik ile. Ah diyorum bazen ahh! İnsan nasıl dinler ki kendi içini, bunca gürültüyü susturup, nasıl kalır kendi kendine bunca kalabalık içinde?
Aslında bir düşündüm de sanırım bir insanın en büyük korkusu kendisi olduğu için kaçıyor bu kadar, bu yüzen bu kadar başkalarına olan bağlılığı. Oysa ne kolay insanın kendini dinlemesi, içine kapanması, kendi kendine yetebilmesi...
Ama koca bir dünya var içimizde, gördüğümüz, yaşadığımız dünyadan daha tehlikeli bir dünya... Hayal kırıklıkları, mutsuzluklar, mutluluklar, hüzünler, kahkahalar, öfkeler, sevmeler, sevilmeler, sevilemeyişler... Daha niceleri ile dolu bu dünya hep korkutur gözümüzü, o yüzdendir ki hep başka birilerinden bekleriz mutluluğu.
Zordur çünkü biliriz bir insanın kendisi ile yüzleşmesi, kendini affedebilmesi. En önemlisi de bu sanırım affedebilmek kendini ve en zor olanı. Tüm mahkemelerde aklanabilir de insan vicdan mahkemesine gelince değişir işler, işte en ağırı, en zoru odur çünkü. Burda hakim de sensin, savcı da , davalı da senin, sanık da. İşler bu noktada bizim lehimize görünüyor değil mi? Ama öyle değil ne yazık ki, bu hayattaki en zor şeymiş meğer bir insanın kendini yargıladıktan sonra affedip sonra da kendisi ile barışması.
Sanırım tam olarak bu noktada bekler olduk mutluluğu başkalarından, kendini affedemeden henüz vicdan muhakemen bitmeden mutlu olman zordur kendini affedebilmen ise daha zor.. Yenebilir miyiz tüm bu zorlukları bilmem ama bilirim bunları yenebilenler kadar mutlusu yoktur hayatta.
Başkalarından beklemek mutluluğu daha kolaydır oysa, daha çabuk sonuç vereceğini düşünürüz hep kendimizle yüzleşmekten daha kolaydır aslına bakarsan affedilmektense affedilmeyi beklemek, oturup bir başkasının merhametine sığınmak. Bir an önce olsun isteriz oysa kendimşz ile olan mahkememiz yarım kalır hep açılır bazen gecelri uyumaya çok yakınken onu da kapatmayı başarırız bir şekilde. Hep daha mutlu olmayı hayal edip sığınırken başkalarının merhametine, yüzümüze yapıştırdığımız yarım gülüşün bize yeteceğine inanmaya çalışarak heba ederiz bir ömrü. Öyle değildir oysa... Mutuluk içimizde saklı ve hep öyle olacak. Dışardan beklediklerimiz ve hatta bulduğumuzu sandıklarımız da birer yanılmadan ibaret sadece ve sanırım hayatımız koca bir yanılgı üzerine kurulu. Bitmeyen vicdan muhakemelerini görmezden gelmek kolaydır yani öyle görünür en azından oysa çok küçükken öğrendik biz her şeyin göründüğü gibi olmadığını.
Mutsuzluğa engel olmaya çalışırkn tüm ömrümüzü mutsuzluk girdabında heba ediyoruz. Ne mutlu ki o girdaptan çıkabilenlere...
People Also Like
Fictional Character
3
likes
Song
Page Admins
-
BuseeFounder